Film Noir aynasında Hollywood / Mustafa Pala
Amerikan rüyasının paramparça olduğu yerde, bu idealizme Hollywood içinden sert bir eleştiri getiren David Lynch’in Mulholland Çıkmazı’nın mecazları, bugün Amerikan kültürünün çürümekte olan fenomenleri olarak gözümüzün önünde sapı sapır dökülüyor!
Sokak lambalarının puslu ışığı, karanlık sokaklarda yalpalayan adamların siluetlerini gösteriyor. Arka planda tiz ve keskin bir siren sesi kulakları tırmalıyor. Kameranın önünde bir adam, ceketinin iç cebinden sigarasını çıkarıp dudaklarının arasına koyuyor. Sigarayı yakmak için çaktığı kibritin alevi yüzünü aydınlatıyor ve adamın gözlerindeki yorgunluğu ortaya çıkarıyor. Görüntüye giren, yüzünü görmediğimiz bir adam "Geç kaldın!" diyor yanına yaklaşarak. Beriki gergin "Bir sorun yok." diyor. "Her şey yolunda mı?" diye soruyor diğeri ve ekliyor aceleyle "Yürü hadi!" Karanlığa girdiklerinde arkalarında bir kapı kapanıyor. Işıksız bir apartmanın köşesinde duruyorlar ve kendilerini bekleyen arabaya yürüyorlar. Şoför kapıyı açıyor, adamlar arabaya biniyor. Birinci adamın sıkıntılı halinden zihninin dolu, kafasının karışık olduğu anlaşılıyor. Bir şeylerin yanlış gittiği belli, ne var ki adam çaresiz! Başına neler geleceğini çözmeye çalışıyor. Kamera ikinci adamın elindeki kan lekesine zum yapıyor ve ne olduğunu anlamadan hızla yaklaşan bir başka arabanın keskin farlarına kesme yapıldığı anda salonu dolduran çarpma sesiyle koltuklarımızda irkiliyoruz... Sakin olun, sinemadayız! Karanlık ve yarı karanlık iç mekanları, puslu sokakları, “femme fatale” kadınları, çaresiz kaybeden erkekleri, üzerine kan sıçramış banknotları, araba çarpışmaları, tuzaklar, silah sesleri ve daha fazlasıyla, adı gibi konusu, teması, karakterleri ve mekânları "kara"nlık bir film izliyoruz. Kimine göre bir sinema türü, kimine göre bir sinemasal üslup, kimine göre ise sadece gangster filmlerine ait bir tondur "kara film". Terim, İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan 1950'lerin ortalarına kadar Amerikan sinemasında popüler olan bir tarzı ifade eder. Karakterlerin çaresizliğini, acımasız bir dünyada var olmaya çalışmalarını konu edinen bu tarz filmler, genellikle karanlık, gölgeli sahnelerle ve çoğu zaman özellikle suç ve suçluluk konularına odaklanan karmaşık hikâyelerle karakterize edilirler. Nazi işgalinde Almanya'nın karşısında konumlanan Amerika'yı doğrudan eleştiremeyen Fransız sol/sosyalist sinema yazarları, Amerikan sisteminin eleştirisi saydıkları korku, yabancılaşma yıkım temalı bu filmleri, "film noir" (kara film) adıyla literatüre eklediler. “Film noir” sinemasının kökleri, 1920-30'larda Weimar Cumhuriyeti döneminde etkili olan Alman Dışavurumcu (ekspresyonist) sinemasına kadar gidiyor. Birinci Dünya Savaşı'nın sarstığı dünyada, ekonomik çöküş, yıkım, ölüm ve yenilgiyle baş başa kalan Almanya'nın yaşadığı korkunun, sessizliğin getirdiği ekspresyonizm (dışavurumculuk) sinemayı da etkisi altına alıyor; sanatçılar toplumun diğer bireyleriyle birlikte Edvard Munch'un tablosundaki gibi "Çığlık" atıyordu. Soyut, deneysel ve sembolik sanatsal ifadeleri kullanarak, insan psikolojisi, toplumsal yapı ve sınıf farklılıkları gibi konuları ele alan Alman Dışavurumcu sinemasının Fritz Lang, F.W. Murnau, ve Robert Wiene gibi yönetmenlerinde sıkça rastladığımız, yoğun atmosfer, insan psikolojisinin dışa yansıyan görünümleri ve suç temaları, “noir film”ler için de geçerliydi. Nihayet ilk örneklerini Alman dışavurumcularından Robert Wiene'nin Doktor Calligari'nin Meyhanesi (1920) ve Fritz Lang'ın Metropolis'i (1927) ile 1930'lar Fransız sinemasının sesli filmlerinde gördüğümüz ekspresyonist sinemada daha soyut ve geniş bir toplumsal bağlama oturan temalar, kara filmlerde Amerikan kültürüne özgü bir bağlamın içinde daha gerçekçi ve bireye dayanan bir anlatım geliştirir. Genel olarak duygusal ve psikolojik insanlık durumlarının vurgulandığı Alman dışavurumculuğunun dramatik filmleri, Birinci paylaşım savaşı sonrası 1918 ile 1933 yılları arasında etkili oldu. Çağdaş dünyanın endişelerini dile getiren bu filmlerin hikâyeleri, genellikle büyük şehirlerin kalabalık sokakları ve binalarında yaşanmakta, sınıfsal ayrılıklar, yoksulluklar gibi toplumsal temaları görünür kılmaktadır. Karakterlerin iç dünyalarına odaklanan bu filmler, romantik ilişkilerin ve aşkın karmaşık doğasını da ıskalamaz. Sıklıkla savaşın ve trajedinin yıkıcı etkileri üzerinden soyut ve sembolik imgeler, gerçeküstü sahneler ve rüya gibi ögelerle bireyin acılarına yönelir. Dışavurumcu filmlerin yönetmenleri, karakterlerin duygularını ön plana çıkarılmak için onların yüzlerine yakın planlar yapar; gölge oyunları ve ışık kullanımıyla dramatik havanın etkisini artırırlar. Karakterlerin iç dünyasına daha fazla sokulabilmek için gerçeküstü ve düşsel sahneler tasarlar; bu sahneleri karakterlerin iç dünyalarıyla bağlar kurabilmek amacıyla öznel kamera açılarıyla ve onların bakışıyla sunarlar. O dönemin bu tarz sessiz filmlerinde duygusal durumların anlatımı müzik ve ses efektleri kullanılarak güçlendirilir. Yönetmenler, dramatik etkiyi pekiştirmek içinse sık ve art arda gelen kesmelerle hızlı montaj teknikleri uygular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da yaşanan ekonomik ve toplumsal değişimler, insanların hayatındaki belirsizlik ve kaygıyı da artırdı. Kişilerin yaşadıkları travmalar, Alman dışavurumcu sinemasından beslenen yönetmenleri kolayca bireylerin iç dünyalarına yöneltti ve “film noir” böyle doğdu. Kadınların iş gücüne katılmalarıyla toplumdaki yerlerinin ve rollerinin değişmesi, yükselen feminizm, kadın karakterlerin güçlü, bağımsız ve hatta suç işleyen “femme fatale” figürler olarak betimlenmesine yol açtı. Savaştan sonra artan ekonomik belirsizlik, karakterlerin para ve güç arayışı, ekonomik sorunları çözmek için suça başvurması gibi konular 1940'ların sonu ile 1950'lerin başında Amerikan sinemasında kendine çokça yer buldu. “Fim noir” filmlerinin yönetmenleri, toplumsal yapıda ortaya çıkan yasa-suç, güçlü- zayıf, iyi-kötü ikiliklerini daha belirgin kılan siyah beyaz çekimlerle tarzın görsel dramatizasyonuna ve karanlık atmosferine katkıda bulundular. Yüksek kontrastlı aydınlatma kullanarak güçlü gölgeler oluşturup dramatik bir etki yarattılar. Özellikle yağmurlu sahnelerde kullandıkları yansımalarla hikâyenin atmosferine ait etkiyi güçlendirdiler. Karakterleri güçlü olarak betimlerken düşük açıyı, zayıf olarak betimlerken yüksek açıyı sık ve abartılı bir biçimde uyguladılar. Anlatımında kronolojik zamanı ‘flashback’lerle (geri dönüş) kırarak hikâyenin dramatik kurgusunu zenginleştirdiler. Uzun süreli görüntülemelerle sahnenin gerilimini ve gizemini arttırdılar. Yarattıkları karamsar ve üzüntülü havayla karakterlerin içsel çatışmalarına ve yaşamın zorluğunu vurguladılar. John Huston çektiği, sıradan bir dedektiflik bürosu çalışanlarının içine düştüğü belalı durumu konu edinen Malta Şahini (1941); arkadaşlıklarının temeli vicdansızlık olan kumarhane sahibi Mudson’un kumarbaz Farell ile ilişkilerini güzel eşi Gilda (Rita Hayworth) üzerinden anlatan, Charles Vidor’un yönettiği Şeytanın Kızı Gilda (Gilda, 1946), İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarının fikir babalarından ve gaz odalarının hayata geçirilmesinden sorumlu, savaş suçlusu Franz Kindler’e odaklanan, Orson Welles’in çektiği Yabancı (The Stranger, 1946); hapisten yeni çıkmış ünlü soyguncu, Alman asıllı suç üstadı Doc Erwin Riedenschneider’ı (Sam Jaffe) konu edinen, Robert Wise’nin yönettiği Elmas Hırsızları (The Asphalt Jungle, 1950); iş bulmakta sorun yaşayan, maddi zorluklar içindeki Hollywood senaristi Joe Gills (William Holden) ile unutulmuş ve hınç dolu eski bir Hollywood yıldızı olan Norma Desmond'un (Gloria Swanson) hayatlarının kesiştiği, Billy Wilder filmi Hollywood’un ünlü caddesi ve kültür ikonu Sunset Bulvarı (The Sunset Boulevard, 1950); cinayete zorlanan tenisçinin hikâyesi olan Patricia Highsmith'in romanından uyarlanan bir Hitchcock filmi Trendeki Yabancılar (Strangers on a Train, 1951); önce polis arkadaşı intihar eden, sonra da karısı acımasızca öldürülen bir Los Angeles dedektifinin (Glenn Ford), tüm şehri avucuna alan ganster şebekesine karşı tek başına yürüttüğü amansız mücadeleye odaklanan Fritz Lang filmi Ölüm Korkusu (The Big Heat, 1953); balaylarını geçirmek üzere eşi Susan (Janet Leigh) ile birlikte bir Meksika sınır kasabasına giden ve böyle bir gününde bile beladan uzaklaşamayan polis müfettişi Ramon Miguel Vargas’ın (Charlton Heston) hikâyesini Orson Welles’in çektiği Bitmeyen Balayı (Touch of Evil, 1958)… akla geliveren kara filmler. Dünya, 1960’lı yıllarda etkili bir toplumsal hareketliliğe sahne oldu. İkinci paylaşım savaşı sonrasında artmaya başlayan toplumsal refahtan adil ve eşit pay almak isteyen toplumsal kesimlerde yükselen huzursuzluk kendini daha çok savaş sonrası doğan Baby Boomers’ta (Bebek Patlaması Kuşağı) gösterdi. Gençlerin, kadınların ve Afroamerikalıların siyasal, sosyal ve ekonomik eşitlik talepli protestoları; yürüyüş, oturma ve sivil itaatsizlik eylemleri ülke genelinde yaygınlaştı. Özellikle üniversiteleri saran öğrenci hareketlerinde Vietnam Savaşı karşıtlığıının, anti-kapitalizmin, anti-otoriterliğin öne çıktığı eylemler Batı Avrupa’da daha etkili oldu. Böyle bir sosyal arka plan, edebiyat ve sinemada kolayca yankı buldu ve 45-50’lerin “film noir”i bu arka plan yaslanarak “film neo-noir” (yeni kara film) biçiminde devam etti. Film neo-noir filmleri, daha çok bu toplumsal değişimin yarattığı belirsizlik ve endişe temasına eğildi. Bu filmlerde, suç ve şiddetin yaygın olduğu bir dünyada yaşayan karakterlerin hayatlarına odaklanıldı. Karakterler genellikle anti-kahramanlardı ve bunlar sıra dışı, karmaşık ve çoğu zaman psikolojik sorunları olan kişilerdi. Film neo-noir filmleri, genellikle teknolojik gelişmeler, medya manipülasyonları ve bürokrasinin yarattığı sorunlar gibi konuları ele aldılar; toplumsal sorunlara ve insan doğasının karmaşıklığına dair bir anlayış sundular, izleyiciyi bu ve benzeri durumları düşünmeye teşvik ettiler. Film noir'un karanlık atmosferini ve konularını sürdüren film neo-noir, genellikle kapitalist modern toplumunun sorunlarını yansıtır. Özellikle polisiye ve suç türündekiler dijital teknolojinin kullanımı, genetik mühendislik, terörizm, uyuşturucu ticareti gibi güncel sorunlara odaklanır. Ayrıca öncülü olan film noir'a göre çoğu, kadın karakterleri daha güçlü ve etkili bir biçimde betimler. Öncüllleri olan “film noir” filmlerinden teknik bakımdan da ayrılan “film neo-noir”ler, çoklukla siyah beyaz çekimleri bırakır ve rengin anlama etkisini öne çıkaran renk paletleri kullanır. Ancak, renkler yine de “kara film”lerdeki gibi konuya uygun olarak sınırlı ve semboliktir. Örneğin, Lynch’in Mavi Kadife (Blue Velvet, 1986) filminde kullanılan mavi, karakterlerin karanlık ve gizemli dünyasını yansıtır. Bunun yanında LED ışık kaynakları da etkili bir atmosfer yaratmakta kullanılır ve yansımalar, gölgeler, düşük ışık, sıkıntılı müzikler gibi yapısal tekniklere de yer verilir. Daha çok öykü anlatımıyla öne çıkan “kara film”lerden farklı olarak “yeni kara film”lerde öykü anlatımı daha soyut bir hal kazanır ve hikâye karakterlerin zihinsel dünyalarına daha fazla odaklanır. Tıpkı bu yazımızın konusuna somut bir örnek olan “film neo-noir” Mulholland Çıkmazı’nın (Mulholland Drive, 2001) yönetmeni David Lynch’te ve benzeri yönetmenlerin filmlerinde olduğu gibi. David Lynch, 1946'da ABD Montana’da doğdu. Sanat eğitimine ilgi duyduğu için Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etti, burada resim ve heykel eğitimi aldı. Daha sonra ABD'nin en önemli sinema okullarından biri olan American Film Institute'de sinema yönetmenliği eğitimine başladı. 1977 yılında ilk uzun metraj filmi Eraserhead'i (Silgi) çekti. Yönetmenin karanlık ve gizemli dünyasını yansıtan film, sonraki filmlerinin de yönünü belirledi. David Lynch daha sonra Blue Velvet (1986), Wild at Heart (1990), Mulholland Drive (2001) ve Inland Empire (2006) gibi filmlerle sinema dünyasında büyük bir üne kavuştu. Ayrıca Twin Peaks adlı televizyon dizisi de yönetmenin başarısının en önemli örneklerinden biri oldu. Bu dizi, 1990'larda televizyonun en büyük fenomenlerinden biri haline geldi ve Lynch'in sıra dışı tarzını geniş bir izleyici kitlesine tanıttı. Lynch, sanat dünyasındaki etkisi ve yaratıcılığı nedeniyle sayısız ödüle layık görüldü. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazandı. Ayrıca Akademi Ödülleri, Altın Küre Ödülleri ve Emmy Ödülleri gibi önemli ödüller için de aday gösterildi. David Lynch, sanat ve sinema dünyasında benzersiz bir tarza sahip sıra dışı yapımlarıyla her zaman dikkat çeken bir yönetmen oldu. Kısa filmler ve belgeseller de çeken Lynch, başka birçok televizyon projesinde de yer aldı. Gizemli ve bazen de karanlık bir atmosfer yaratan tarzı ile bilinen yönetmen, rüya ve gerçek dünya arasındaki sınırın bulanıklaştırarak, içsel çatışmaları ve psikolojik karmaşıklıkları anlatarak, sıra dışı karakterler ve olay örgülerine sahip film neo-noir sinemasının özgün yapımlarına imza attı. Genellikle gergin ve beklenmedik biçimde değişken bir atmosfere sahip olan filmlerinde mekânlar, karakterler ve olay örgüleri, bazen gerçekçi bir şekilde tasvir edilirken, bazen de tamamen hayal ürünüdürler ve izleyicide çoğu kez gerçekle hayalin birbirine karıştığı bir algı yaratırlar. Sıra dışı müzikler, doğaçlama sekanslar ve cesur, bazen de rahatsız edici sahneler Lynch'in filmlerine özgün bir tarz ve anlamlandırma olanağı sağlar. David Lynch, karakterlerin kişisel ve toplumsal çatışmalarına kamera tutarak insan doğasını keşfetme konusunda derin bir çaba gösterir. Bu nedenle, onun filmleri sık sık yalnızlık, yabancılaşma, kimlik krizi ve toplumsal normların sorgulanması gibi temalara yönelir. Sinema dünyasını masumiyet-suç, saflık-şeytanilik, iyilik-kötülük gibi ikilikler üzerine inşa eden David Lynch, bu dünyadan görsel ve işitsel unsurların yanı sıra anlatım tarzıyla da özgün bir sinematografi yaratır. Kamerayı sık sık karakterlerin bakış açısına yerleştirerek izleyiciyi onların duygularıyla bağlantılı hale getirir. Bu bağlantıyı güçlendirmek için geniş açılar, yakın planlar ve derinlik duygusu yaratan çekimler kullanır. Yönetmen, olağanüstü ve tekinsiz bir atmosfer yaratmak için müzik ve ses tasarımı üzerine de özenle eğilir; sıra dışı sesler, gürültüler ve müzik uygulamalarıyla izleyicinin filmin içinde kaybolmasına yol açar. Bunun yanında rengi önemli bir görsel unsur olarak ele alır, genellikle kontrast ve doğal olmayan renkler kullanarak çarpıcı bir atmosfer yaratır ve bu atmosferi yoğun karşıtlıklar gösteren ışıklandırmalarla destekler. David Lynch, filmlerinde zamanın çizgisel akışını bozarak onu büker; çeşitli düzlem ve planlar arasında geçişler yapmak gibi montaj teknikleriyle karakterlerin iç dünyalarını, duygusal değişimlerini ve hikâyenin dramatik yapısını güçlendirir. David Lynch'in yönettiği Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive, 2001) Hollywood'da geçen film neo-noir psikolojik gerilim filmi. Sıra dışı bir kurgusu olan film, oldukça karmaşık bir olay örgüsüne sahip. Ana karakter, Los Angeles'a gelen bir kadın olan Rita'dır (Laura Harring). Rita, bir trafik kazası sonrasında hafızasını kaybetmiştir ve Hollywood’daki Mulholland Drive'da kendine sığınacak bir yer ararken, aktris adayı Betty Elms (Naomi Watts) ile tanışır. Filmin ilerleyen bölümlerinde, Rita ve Betty, Los Angeles'ın ve Hollywood’un eğlence dolu, gülen yüzünün ardındaki karanlığı keşfederler; iki kadının ilişkileri tuhaf ve gizemli olaylarla devam eder. Tanıklıklar ve yaşadıkları olaylar giderek karmaşıklaşır ve gerçek ile hayal arasındaki sınırlar belirsizleşir. Filmin ikinci yarısından sonra olaylar ve karakterlerle birlikte, bilinçdışı ile yaşanan gerçeklik de birdenbire yer değiştirir ve film bu noktadan sonra bambaşka bir hikâye anlatmaya başlar. Giderek karakterlerin düşleri ve gerçeklikleri, önceki bölümde anlatılanların ne kadarının gerçekten yaşandığını ne kadarının karakterlerin hayal ürünü olduğunu izleyicinin algısında bulanıklaştırır. Gerilim ve gizem unsurlarıyla Hollywood'un alaca karanlık tarafına ve insanın iç dünyasına ilişkin derinlikli bir keşfe girişen Amerikan-Fransız yapımı Mulholland Çıkmazı’nın senaryosu da yönetimi de David Lynch’e ait. Görüntü yönetimi Peter Deming tarafından yapılan ve müzikleri Angelo Badalamenti tarafından bestelenen filmde ana karakterlerinden Betty Elms’in söylediği Sixteen Reasons (On Altı Neden) adlı şarkı Betty Everett tarafından seslendirilmiş. Filmde ayrıca Adam Kesher’de Justin Theroux, Catherine "Coco" Lenoix’te Ann Miller, Vincenzo Castigliane’de Dan Hedaya, Detektif Dominique’de Brent Briscoe rol almış. 2016 yılında BBC'nin 117 eleştirmenin katıldığı 21. yüzyılın en iyi 100 filmi anketinde birinci sırada yer alan filmin başarı listesi oldukça uzun: 2001 Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen (Joel Coen ile); 2001 National Board of Review Ödülleri'nde Naomi Watts En İyi Çıkış Yapan Kadın Oyuncu; 74. Akademi Ödülleri'nde En İyi Yönetmen; 59. Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Film (Drama), En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Müzik ve En İyi Senaryo; 7. Eleştirmenlerin Seçimi Ödülleri'nde En İyi Film; 28. Satürn Ödülleri'nde En İyi Aksiyon, Macera veya Gerilim Filmi, En İyi Kadın Oyuncu (Naomi Watts); 27. César Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film… Her bir sahneyi en ince ayrıntısına kadar ve özenle kurguladığı anlaşılan David Lynch, böylelikle filmin bütünsel anlamını güçlendirirken edilgin seyirciye değil, etkin izleyiciye yönelir. Yönetmen Mulholland Çıkmazı’nda ince ince ördüğü ayrıntılarla adeta film algılayıcısının dikkatini sınıyor gibidir. İlk izlenişte farkına varılamayan kimi küçük ve arkada kalan ayrıntılar, film boyunca dikkatten kaçabilen bağlantılar; iyi-kötü, güçlü-zayıf, düş- gerçek çatışmalarının dayandığı ana duygunun alımlanmasının bir engeli değilse de olay örgüsünün işleyişinin düzenini kavramakta zorluklar yaratabiliyor. Bu nedenle filmin DVD sürümünün satışı, izleyicinin dikkat etmesi gereken noktaları belirten, "Bu Gerilimi Anlamanız için 10 İpucu" başlıklı bir kartla yapılmış! Özetle Hollywood film sektörünün kirli ilişkilerine odaklanan filmde Bety, gerçek adıyla Diane, büyük umutlarla Hollywood'a gelen, oyuncu olabilmek için çırpınan, âşık olan, ama hikâyenin sonunda, hayatı dahil elinde hiçbir şey kalmayan bir karakterdir. İlk bölümü Diane'nin umutları, oyunculuk tutkusu, yer edinme arzusu, sinema düşleri ve her şeyin olmasını istediği, yani bilinçaltı dünyasındaki gibi tasarlanan film, mavi kutunun açıldığı ikinci bölümde yaşamın acı gerçekleri ve Hollywood’un kirli ilişkilerine dönüyor. İlk bölümde Rita, özgüveni düşük ve Bety'ye bağımlıyken sonraki bölümde gerçek dünyada Camilla olarak yıldızı parlamış bir oyuncudur. Gerçek ile düşün sarmaş dolaş ve sinema dünyasına ait ilişkilendirme ve türlü göndermelerle ilerlediği filmde Hollywood’da kurulan mafyatik ilişkilerin kirli çamaşırları ortaya dökülüyor. Hollywood’u eleştirel temelde adeta bir yapısöküme uğratan film bu nedenle Amerika’da sınırlı sayıda salonda gösterime girebiliyor. Neo-noir filmlerinde atmosfer, karanlık, gizemli ve tekinsiz bir hissiyat yaratmak için önemlidir. Mulholland Drive’de Lynch karanlık sokaklar, puslu gece manzaraları ve gizemli karakterlerle dolu bir atmosfer yaratır. Bu atmosferi kullandığı renk paletiyle destekler, hayal ile gerçeği renklerle kodlar. Kırmızı gerçek dünyayı, mavi hayalleri işaret eder; sahnede iki renk birlikteyse gerçekle düş iç içedir. Kovboyun şalı kırmızı, para kutusu mavi, Hollywood film yapımcısı patron ise her iki renkle boyanmıştır. Perde kapanınca mavi düşler sona erer, kırmızının gerçekliği başlar; düşsel atmosfer kabusa dönüşür! Düşle gerçeğin hızla yer değiştirdiği filmde neden-sonuç ilişkisi sık sık kopsa da Lynch, kamerayı Hollywood'un parıltılı dünyasının arkasında harcanan hayatlara çevirirken, bir yandan filmin bir illüzyon olduğunu anımsatarak bizi anlatılanlara yabancılaştırır, bir yandan da özdeşleşme araçları olan yakın planlara yönelip izleyiciyi karakterlerle yüz yüze bırakarak bir özdeşleşme olanağı yaratır. David Lynch izleyiciyi sürreal bir dünyanın içinde dolaştırarak öznellik üzerinde düşünmeye çağırırken betimlenecek bir olaylar zinciri kurmaktan çok, içine girilip ahlaki çöküş, gerilim, suç, şiddet ve karanlık tarafın deneyimlenebileceği bir ortam yaratır. Bütün bunlar, Mulholland Drive'ı, film neo-noir filmlerinin tipik özelliklerini taşıyan bir psikolojik gerilim yapımı haline getirir. Amerikan rüyasının paramparça olduğu yerde, bu idealizme Hollywood içinden sert bir eleştiri getiren David Lynch’in Mulholland Çıkmazı’nın mecazları, bugün Amerikan kültürünün çürümekte olan fenomenleri olarak gözümüzün önünde sapı sapır dökülür! Mustafa Pala BEYAZ PERDE - KARA FİLM
1. DÜNYA SAVAŞI VE EKSPRESYONİZM
2. DÜNYA SAVAŞI VE FİLM NOİR
1960’LAR ve FİLM NEO-NOİR
DAVID LYNCH SİNEMASI
HOLLYWOOD’UN AYNASI MULHOLLAND
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR