Ethem Baran, roman diline yeni anlamlar katarak okuyucuyu şaşırtırken, usta betimlemelerle bizi kahramana bağlıyor. “Gelincikler, pusuda bekleyen fırsatçı yele yakalanmış, eteklerini toplayan kadınlar misali tedirgin bir kıpırdanışla bir yere yetişecekmişçesine  diğer otların peşinde koşturuyordu. Sanki yel toprağı gıdıklamıştı da ürperip göbeğini oynatan toprağın üstünde ne var ne yoksa hepsi bir birine bakarak dalgalanmaya başlamıştı. Tıpkı Yağız’ın içi gibi…”

Baran, tarihi sıcak bir akışla sorgulatırken, kendimize “ben tarihin neresindeydim” sorusunu sorduruyor.

Yolcu otobüsünde gelincik tarlalarını, dağları, ovaları izleyen her yolcu gibi, gittikçe küçülen manzaranın bir parçası yapıyor. Geride bıraktığımız her şey ufak ama bizim büyük bir parçamız değil midir? Baran,  tıpkı söylediği gibi “…Kendi içinde geriye doğru koşturup duruyor…” bizi.

“…Derler ki, gerçek bir yolculuk hikayesi hiçbir zaman bir yolculuğu anlatmaz…”

Roman, Yozgat-Ankara / Kayaş istikametinde yerli yerine oturmuş kahramanlarla akıyor. Anadolu’da kıt kanaat fakat  güvenle yaşarken büyük kentin kırsal bölgesine cenderenin içine  düşüveriyor. Yağız’ı artık gelincik tarlaları beklemiyor. Kaygan zeminde gelincik tarlasını bulamayacağını bilecek kadar öngörülü olsa da büyüklerinden rol kapmış, kendini arayan, kendine kopya   çevre edinen gençlerle burun buruna gelip  hayatının tokadını yediği de oluyor.  Tepelerden oluşmuş ve sırt sırta vermiş evlerin içindeki her bir gözün üzerinde olduğunu düşünen Yağız’la  aidiyet duygusunun insanoğlunun en vazgeçilmez duygusu olup olmadığını  yeniden sorguluyoruz.

Aşk, sevdiğimiz kişinin gözünde ne olduğumuzla şekillenen bir duygudur. “…kendi sesinizden bile korkar” sınız, ya batarsınız, ya çıkarsınız. Yağız her yaz Almanya’dan gelişlerini  beklediği  akraba kızı Sevdiye’ye  bata  çıka yaşadığı aşkla ve  Ankara’nın kuru soğuğunda yalnızlığıyla kalıveriyor. Romandaki aşk kurgusu çok bilindik   olsa da; aşkı dokunmadan yaşamayı, özlemeyi, sadık kalabilmeyi, her şeyi en saf yanımızla sevdiğimizde ne kadar insan  olduğumuzu bize yeniden düşündürüyor. Bu sadık kalış Yağızı, küçük bir şehirden memleketin başkentine gelip  yaşama mücadelesi veren kocaman biri yapıveriyor.  Henüz aşkların sabun köpüğü olduğunu bilmeden… ve “henüz  Sevdiye’nin sana bir  hikaye getirmesini, bir emanet bırakırcasına sana teslim etmesini” n hayallerini yitirmeden. Aşk çiziklerinin nasıl izler bıraktığını bilmeden…

Sanatın her dalını  seven, severken hiçbir ideoloji gütmeyen saf ama akıllı her genç gibi  Yağız da kitaplarını bizimle birlikte yakıyor. Siyah beyaz filmi yeniden seyrediyoruz tam da o satırları okurken. Evimizin içinde bizim bile bilmediğimiz ama bizim olan herhangi bir “yasak” arıyoruz hatıralarda… Her an iki üç asker, yatak yorganı  deşip  o aranan  “yasak” da  bugünü  sorgulatıyor bize. Ve gizlice çekilen “huu”larda kaç kez rengimizin attığını hatırlıyoruz, üzülerek…

Yağız bu uzaklığı bu sersem eden soğukluğu   sadece baba evini güveninde  Sevdiye’nin sıcağını hayal ederek  yok edebiliyor.

Hayatın onu hep kendi dışına ittiği fark ettiğinde  her şey yerli yerine oturuyor. 

“Biri ölünce, ölümü değil hayatı daha iyi anlıyorduk galiba…”   

Yaşarken öldürdüklerimizle, ölünce anladıklarımız arasında,

Sosyal yaşama ayak uydurmaya çalışırken, gelenekler arasında kaldığımızda,

İktidarlar, üzerimize bahis oynarken hayatta kalabilmek için kendi mağaralarımıza kapandığımızda,

Hayat fark etmeden dank ediyor.

Ethem Baran bize ayna tutmuyor elimize ayna veriyor.

Nilgün Çelik
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)