İnsanlığın bu günkü gelişmişlik düzeyine ulaşmasındaki önemli köşe başlarından başlıcaları arasında insanın  iki ayağı üzerine kalkmasını beyninin gelişmesini alet kullanmasını iş bölümünü, ölülerini gömmesini sayabiliriz.  

Bunların arasında insanlık adına en önemli gelişme olarak öne çıkan ise insanın düşünmeyi öğrenmesi tüm gelişmelerin önündedir.

İnsanın düşünmesini sağlayan ve besleyen temel unsur ise dil (lisan) dır. “Düşünmek kendinizle konuşmaktır.”(1) Yanlız olmayan ve bir topluluk olarak birlikte yaşayan, çalışan, üreten, bilgi ve deneyimlerini birbirlerine aktarmak zorunda olan insan için konuşmak ve bir dil geliştirmek kaçınılmazdı. Çünkü insan yalnız olsaydı hayvan olarak kalırdı ve bir dil de geliştiremezdi.

Hayvanlar şimdiki zamanı yaşarlarken, insan hayvanda olmayan aklını kullanarak geleceğe yönelik planlar yapabilir. Aklın dışavurumu ise dildir.

Önceleri bu günde de kullandığımız vücut dili olan jestlerle anlaşan ilk insanlar adeta günümüzün mim sanatçıları  gibiydi.

Daha sonraları insan jestlerle birlikte, hayvan seslerinden farklı olarak boğumlu seslerden oluşan bir dil (lisan)  kullanmaya başlaması için çok uzun bir sürenin geçmesi gerekecekti. Bu süreç aynı zamanda düşünmedeki gelişmenin de serüveni olmuştur.

İnsanın dili bir iletişim ve ifade aracı olarak kullanmaya başlamasıyla düşünmeyi öğrenmesi arasında bir koşutluk  görülmektedir. Ortak dile sahip toplumlar ortak geçmişi ve kültürü de paylaşarak aynı değerlere sahip olurlar.

İnsanın gördüğü şeyleri anlamlandırması soyut kavramlar üzerinde düşünebilmesi için, gelişmiş bir dile sahip olmakla birlikte o dili etkin olarakta kullanması ile olanaklıdır. Dile ne kadar hakim olursak anlam bulanıklığından o denli uzaklaşarak çevremizle  daha anlaşılır bir iletişim  kurmuş oluruz. Wittgenstein, “Dil dünyanın aynasıdır. Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” diyerek zengin bir dil kullanımının insanın düşünce dünyasına yaptığı olumlu  katkıyı ifade etmiştir.

Düşünme eylemi fikirler üreterek, kavramlar üzerinden yapılabilir. Kavramlar her şeyden önce soyuttur ve nesnelerin, olayların zihnimizdeki karşılıklarıdır. Böylece, düşünme eylemi adeta bir geri besleme gibi dilin gelişmesine de kaynaklık eder. Dil ile düşünce arasındaki bu vazgeçilmez ilişki insanın kendini, savını daha iyi ifade etmesini sağlayarak üretkenliğini de arttırır. Dilin insanın kendi düşüncesi üzerinde bir öz denetim ve çözümleme yapmasını da  sağlayan güçlü bir yanı da bulunmaktadır.

DİL ve DÜŞÜNCE ARASINDAKİ İLİŞKİ

Dil ve düşünce arasındaki ilişkinin en iyi örneklerini felsefe alanında görebiliriz. İnsan nasıl konuşuyorsa öyle düşünür, nasıl düşünüyorsa da öyle konuşur. Konuşmak ve yazmak bir ifade yöntemi olarak öne çıkarken anlaşabilmek için ortak bir dil ve sözcüklerde uzlaşma gerekmektedir. Dilde yapılan yanlışlıklar düşünmeyi de olumsuz etkileyeceğinden her birey anadilini düzgün hatasız konuşabilmeli ve yazabilmelidir. Temel eğitimin başlıca amacı da bu olmalıdır.

Bir iyi niyet örneği olarak yeryüzünde yaşayan tüm insanların ortak bir dil ile anlaşabilmesi amaçlayan ve 1905 yılında Dr. L. Zamenhof tarafından kuralları konulan ve oluşturulan yapay Esperanto dili amacına ulaşamamıştır. Bu dili ülkemizde de öğretme çabaları olmuştur. Ancak bir kültür bileşeni olarak dil bir halka bir ulusa ait olmalıdır. Böyle bir alt yapıdan yoksun ve yapay olan  her şey gibi bu tür çalışmalar da varlıklarını sürdürme olanağı bulamamaktadır.

Benzer bir durum Osmanlıca için de geçerlidir. Arapça, Farsça, Türkçe, dillerinden seçmeci (eklektik) olarak oluşturulmuş karmaşık (ağdalı) bu dil, zamanının yönetimi tarafından kullanılan ancak halk tarafından benimsenmeyen, günlük hayatta bir konuşma dili olarak kullanılmayan bir dil olarak unutulmaya mahkumdu, öyle de oldu. Osmanlı yönetimindeki halklar kendi dillerini kullanmayı sürdürürken Osmanlıca, eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazı dili bir edebiyat dili olarak kalmıştır. Günümüzde Osmanlıca, Osmanlı tarihi ile ilgili belgeleri incelemek durumunda olan uzmanların  bilmek zorunda olduğu bir arşiv dili niteliğindedir.

16. yy. şairi Baki,

“Her kanda bassa pây semendün nisâr içün

Hânlar yolunda cümle revân itdi cânları”

diyerek zamanının Osmanlıcası ile mersiye yazarken, 17. yy. Toros dağlarının Türkmen ozanı Karacaoğlan,

“İncecikten bir kar yağar

Tozar Elif diye diye

Deli gönül abdal olmuş

Gezer Elif diye diye”

türküler söyleyerek günümüzde de kullanılan duru bir Türkçenin nasıl hala yaşadığını ve halk tarafından sahiplenildiğini, Osmanlıcanın ise bir ulusa ait olmadığı için varlığını sürdüremediğini yukarıdaki açıklamalar ışığında daha iyi anlayabiliyoruz.

Hiçbir ulusa ait olmayan ve örneklerini verdiğim yapay iki dili incelediğimizde dilin bir ulusu var eden, sürekliliğini sağlayan temel unsurların başında geldiğini, eğer bir dil varlığını sürdürebiliyorsa o ulusta var olmaya devam edebileceğini söylemeliyiz.

Bir ulus olmanın temel öğesi sayılan dilin, hazinesi sözcüklerdir. İnsan ne kadar çok sözcük bilirse özgüvenle ve akıcı konuşarak düşüncesini rahatlıkla anlatabilir.

Dili ve sözcükleri değiştirmek Türkçe karşılıklarını üretme olanağı bulunurken yabancı sözcükleri yeğlemek veya Türkçe sözcükler yerine yabacılarını kullanmak binlerce yıl boyunca biriktirilen kültürü dolayısı ile ulusu parçalamakla eşdeğerdir.

Dilini yüceltmeyen uluslar başka kültürlerin tutsağı olurlar.

Atatürk, “Ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.’’ diyerek dil devriminin, sistematik ve bilimsel dayanaklar üzerinde yücelmesi amacıyla 12 Temmuz 1932 yılında Türk Dil Kurumu’nu (TDK) kurmuş ve dil konusunun ne kadar önemli ne kadar yaşamsal değerde olduğuna dikkat çekmiştir.

1860’lı yıllarda İtalyan birliği hareketi olan Risorgimento’nun önde gelen liderlerinden Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız” sözü, ülkemizdeki uluslaşma süreci ile benzerlik yansıtmaktadır.

Bir ulusun varlığı ve devamı için dil ne derece birleştirici ve yaşamsal bir öneme sahipse, o ulusun varlığına yapılan saldırılar arasında dilin değersizleştirilmesi ve yozlaştırılması da o derece tehlikelidir.

Konfüçyüs, “Bir ülkeyi yönetme görevini bana verseler, hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlarım.” diyor. Çünkü dil yetersizse sözcükler anlaşmayı sağlayamaz, düşünce anlatılamaz. Ödevler gereğince yapılamaz; töre, kültür bozulur. Töre, kültür bozulursa hukuk yanlış yola sapar. Bu durumda şaşkınlığa kapılan halk; ne yapacağını, işin nereye varacağını kestiremez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.

Özellikle ve sadece dil konusunda yaptığı çalışmalara bakarak Atatürk'ün tam anlamı ile devrimci bir görüşe sahip olduğunu söyleyebiliriz. İmparatorluktan artan kalanlarla kurtuluş savaşı vererek bir ulus devlet kurmak için kaçınılmaz ve gerekli olan dil devriminin yapılmasıyla latin harflerine geçmek, dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak Türkçeye özümüze dönmek ve dil devrimini toplumda yerleştirmek ancak bir devrimcinin Mustafa Kemal Atatürk'ün yapacağı bir atılım olarak değerlendirilmelidir.

Kurduğu Türk Dil Kurumu ile Türkçemizin zenginleşmesinin, saflaşmasının, çağı yakalamasının da önünü açarak dilin yaşayan bir organizma olarak devamını da sağlamıştır.

Diğer yandan bizzat Atatürk'ün kendi bulduğu ve Türkçeye kazandırdığı bazı kelimeleri hatırlatmak gerekirse ilk akla gelenler şunlardır: Uçmak kökünden uçak (arapça Tayyare yerine), Üçgen (Arapça'da müselles yerine), uzay (feza yerine), türev (müştak yerine), açı (zaviye yerine)… Ve diğerlerine baktığımızda Atatürk’ün ne derecede çok yönlü ve dil konusunda ne kadar bilgili olduğunu görmekteyiz.

Ortak dilin yaygınlaşması konusunda, TBMM de 1924 yılında kabul edilen eğitimde birlik (tevhid-i tedrisat) yasası ve Türkçe eğitim  bu alandaki çok başlılığa son vermesi dil devriminin başarıya ulaşmasında  son derece önemlidir. Diğer yandan radyo yayınlarının yaygınlaşmasının da, ortak bir dil olarak Türkçenin halk tarafından düzgün ve hatasız olarak kullanılmasına önemli katkıları vardır. Dilimiz, dünyanın en büyük beş dilinden bir tanesidir. Türkçemiz, güzelliği, büyüklüğü, kullanım kolaylığı ve anlatım genişliğini ile adeta bir mücevher niteliğindedir. Günümüzde ortak dilimiz, Türkçemiz gündelik hayatta batı ve Arap dillerinin özendirilmesi ile yabancılaşmayla karşı karşıyadır. Yabancı dil kullanan tabelalar, özenti içindeki televizyon ve radyo konuşmacıları, ulusumuzu güzel Türkçemizden uzaklaştırmaya yönelik bilinçli veya bilinçsizce bir çaba içerisinde oldukları gözlemlenmektedir.

1) İmmanuel Kant                                                                          

M. Topaloğlu
(Mimar)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)