Son Dakika



Şiir yazmanın temel amaçlarından biri insandan yana bir tema oluşturmak ve bunun algılanabilir olmasını sağlamaktır.

Bu nedenle dilin tüm olanakları sonuna kadar kullanılır.

Gene bu nedenle dilin zorlandığı da olur. Seçilen sözcükler (eylem, ad, önad, adıl, belirteç, ünlem, bağlaç, ilgeç) noktalama imleri, sözdizimi, sözcüklerin ses değeri, söz ve anlam sanatları, bir anlam oluşturmak ve bu anlamın algılanabilir olmasını sağlamak içindir.

Dilsel ve biçimsel öğelerin tümü, yazma sürecinde eşzamanlı olarak kullanılır ve oluşturdukları şiirin bütünselliği sağlansın istenir.

Bu nedenle şiirdeki her öğe, şiir denilen bütünü sağlasın diye özenle kullanılır.

Gene bu nedenle güzel bir şiirde gereksiz hiçbir öğe bulunmaz. Elbette bu bağlamda, gerekli bir öğenin eksikliği de bir açmaz olarak görülür. Böyle olduğu için bir şiiri oluşturan ne varsa, tümünün bir işlevinin olduğu düşünülür.

Bu kavrayıştan eylemle nokta, harf, sözcük, dize... gibi şiirde bulunan her öğenin ne işe yaradığı araştırılabilir.

Böylesine bir aranış, dünyasına girilmek istenen şiirin kapılarından birini bulmayı sağlayabilir. Nedense bu yapılmıyor; bu nedenle de birçok şiirin içine girilemiyor. Şiirlerin çelik kapıları olsa da, tümünün açılmayı beklediğini söylemeye bile gerek yok.

Bir sözcükten yola çıkarak bu söylenenleri doğrulayacak birçok şiir çözümlemesi yapılabilir.

Örneğin 'cezayirmenekşesi'; özellikle toplumcu şairlerin şiirlerinde sıkça kullanılır. Bu sözcüğü ayrı yazanlar da var; ama bitişik yazılması gerektiğini belirmekte yarar var. Luis Aragon'dan iki dize: “Ve kapanır gözler cezayirmenekşesi gibi”, “cezayirmenekşelerinin sapıklığı”Ece Ayhan da şu dizeleri yazma gereği duymuş: Zakkum fotoğrafları varmış cezayirmenekşeleri camekanda (...) Cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın”Ses sanatçısı Yaşar'ın okuduğu şarkıda ise Dinlenmiyor şu gönlümün kavuşmak endişesi / Gözlerin cezayirmenekşesi” deniliyor.

Bu örneklerin örtüşmediği açık. Türk şiirinde 'cezayirmenekşesi' adının bir çiçeği değil; Cezayirlilerin Fransız emperyalizmine karşı oluşlarının, direnişlerinin, verdikleri savaşımın imgesidir. Ömer Faruk Toprak'ın 'Cezayir' adlı şiiri bu açıdan incelenmeyi bekliyor.

Ben ise, bu yazıyı 'Kartaca' adı üzerinden geliştirmek istiyorum.

1950-1960 yılları arasında Kartacalılar (Kartaca tarihi) Türk şairlerini bir hayli etkilediği, yazdıkları şiirlerden anlaşılıyor. Cevat Çapan neden “Kartaca yanıyordu çok uzak bir zamanda / Tek başına”  dizesini kurar. İlhan Berk, “sizi bilmem ben kartacaya geldim kalıyorum” dizesinin yer aldığı ‘Kartaca’ adlı şiiri niye yazar? Ülkü Tamer ise 'Kartaca' adlı şiirindeki “Duyarlığı çoğaltan ölümsüz Kartaca'nın” dizesiyle açıklayıcı oluyor diye düşünülebilir. Fazıl Ahmet Aykaç'ın şu dörtlüğünü de anımsamakta yarar var: “Hele var ki bir tablo / Görse şaşar Anibal / Ördeklerden bir filo /  Bir de kazdan amiral!” Bu dizelerdeki Anibal, Kartacalı komutan olduğu için konumuzla ilintilidir kuşkusuz.

Görünen o ki her şiirin başlığı (adı) merak edilmeli. Çünkü şiir o başlığın sözcük sözcük, dize dize ete kemiğe büründürülmesi ve açıklamasıdır bir bakıma. Bu şiirlerin dünyasına girebilmek için 'Kartaca' sözcüğünün peşine düşülmesi gerektiği açıkça görülüyor. Her okuyucu, biraz da şiirin kazıbilimcisiyse (akeolog), bunu yapmak zorunda. Yoksa o şiir kendini ele vermez. Bu bağlamda incelenmesi yarar sağlayacak metinlerden biri de Arif Damar'ın 'Kartacalı Yıkıntı' adlı şiiridir:

KARTACALI  YIKINTI

Geçmiyordu bir kartal gölgesi bile kızgın kayalardan
Yerinde kalsın istiyordum yüze vuruyordu
Paslı demirler o, o ezik saçlar
Batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzluğu
Yüze vuruyordu.

Hadi gittim dönüp dönüp ardıma baktıktan gitmek mi bu
Kırık plaklar bir kış gülü yüze vuruyordu.

Bir şey katmaz aşka eklesem birleştirsem biliyorum
Kanatlı balıklar eski çerçeveler yüze vuruyordu.

İstesem de birini takamam silindim fotoğraflardan
Yaz kumlarında kurumuş yengeç ayakları 
Bir martının ölüsü yüze vuruyordu.

Yerinde kalsın

Batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzluğu
Yerinde kalsın istiyordum 
Yıkıntıma yıkıntıma vuruyordu.

(Saat Sekizi Geç Vurdu, 1962)

Gülten Akın, şiir adlarının şiin ilk dizesi olduğu görüşündedir. Yabana atılmaması gereken bir kavrayış bu. Nesneyi var etmenin, kavramlaştırmanın biricik yoludur adlandırma.

İlhan Berk'in 'Bir şey adlandırılmamışsa, yoktur.”  demesinin nedeni de budur kuşkusuz. Konuya dönmek için söylemek gerekirse; şiirin adı, şiire girilen kapıdır denilebilir.

Arif Damar, şiirine 'Kartacalı Yıkıntı' adını neden koyduğunu merak eden kaç okuyucu, hatta kaç şair olmuştur acaba? Bu merak varlığını sürdüredursun. İşte bu bağlamda aranışa girildiğinde, incelenen şiiri yazdıran esin kaynağına gitmek gerekiyor.

Arif Damar'ın bu şiiri okuduğunda; yenilgiyle, terk edilişle biten bir aştan söz edildiği kolayca kavranıyor. Gene bu şiirde Kartacalıların Romalılara yenilişi de anlatılıyor. Arif Damar böylece aşktaki yenilgiyi, Kartacalıların o büyük yenilgisine eşitleyerek; ne denli sarsıcı olduğu duyumsatmaya çalışıyor.

Altmetin olarak, Kartaca tarihini ve yenilgiyle biten bir aşkın öyküsünü okuyucunun önüne koyuyor. Oluşturulan izleğin etkileyici boyutunu kavrayabilmek için Kartaca devletinin tarihsel konumunu bilmek gerekir.

Özetle şöyle: M.Ö. 3 yüzyılda Akdeniz'de ağırlığı olan, Roma İmparatorluğu ve Kartaca devletiydi. Romalılar kara, Kartacalılar ise denizde belirgin bir güce sahipti. Şimdiki Tunus ve çevresinde kurulu olan Kartaca devleti toprakları ve ticari yolları denetlemesi bakımından oldukça zengin. Dünyaya egemen olmak isteyen Roma Kartacanın elinden Akdenizi alabilmek için savaş hazırlıklarına girişiyor. Bu süreçte gerçekleştirdiği büyük bir donanmayla, denizci bir ulus olan Yunanlıların yönetiminde Kartacalılara saldırıyor. Geliştirdikleri yeni tekniklerle Romalılar önemli savaşları kazandılar. Bununla da yetinmeyip karadan Kartacaya saldırdılar; ama büyük bir yenilgiye uğradılar. Bunu fırsat bilen Kartacalılar Romaya (İtalya’ya) asker çıkardılar; ama yenildiler. Bunun sonrasında Aegat deniz savaşında da yenilince, Kartacalılar barış istedi. Bu barışın olmasıyla birlikte Roma, Akdenizin egemenliğini de eline geçirmiş oldu; ama bununla yetinmedi. Daha da yayılmak, kendi insanları dışındaki herkesi barbar görerek yok etmeye ve köleleştirmeye devam etti. Kartacalıların yapılan barış anlaşmasına uymalarına karşın Roman, bir Kartaca eyaleti olan İspanyadaki sınırı oluşturan Ebro nehrini geçerek Kartacaya saldırmayı sürdürdü. Onurlu bir ulus olan Kartacalılar, tarihin en önemli generallerinden biri olan Annibal Barka'yı ordunun başına getirerek Romaya girdi. (M.Ö. 218) Buna karşılık Romalılar Kartaca ordusuna karadan gelen yardımın yollarını kesti, her türlü yardımdan yoksun kalan Annibal Barka,  Romalı general Scipio Africanus'a yenildi; Romalıların eline geçmemek için Anadoluya kaçtı. Şimdiki Gebze'de, o tarihte egemen bir devlet olan Bitinya'ya yerleşerek askeri danışmanlık yaptı.  Romanın ona karşı olan kini hiçbir zaman dinmedi. Baskılar sonucu Bitinyalıların kendisini Romaya vereceğini anlaması üzerine de Annibal Barka yüzüğündeki zehri içerek intihar etti. Bu süreçte Romalılar Kartaca yönetimine muhalif olan Numidyalıları ayaklandırdı. İyice güçsüz hale gelen Kartaca devleti Romalılara teslim oldu. Elli altı yıl süren bu eziklik sonrasında Kartaca'nın kendini toparlamaya başladığını gören Roma, gene savaş hazırlıklarına başladı. Tüm Roma'da, Kartaca tamamen yok edilmeden kendilerinin güvende olamayacağı kanısı oluşturulmuştu. Romalı senatörler her toplantıda bunun vurgusunu yapıyorlardı. Bunların en ünlülerinden biri olan Origines’in yazarı Senatör Marcus Porcius Cato her konuşmasını  “Kartaca yıkılmalıdır!” diyor ve sonunda bu görüşü kabul ettirmeyi başarıyordu. Böylece Kartacayı yok etme kararı da alınmış oluyordu. Güvende olmanın tek yolu olarak görülüyordu bu. Bu amaçla Romalılar Kartacanın Kuzey Afrikadaki özerk krallıklarını isyana kışkırttılar. Sonuçta M.Ö.149 yılında, Romalıların ittifak kurdukları Numidyalılar, Kartacaya isyan etti. Kartaca'nın kendini korumak istemesi üzerine, Romalılar Numidyalıları savunmak adına karadan ve denizden Kartaca'yı kuşattı. Kartaca halkı sonuna kadar altı gün direnebildi. Karşı koyanların tümü öldürüldü. İki yüz elli bin Kartacalıdan elli bin kişi kaldı, bunlar da köle olarak satıldı. Hiçbir şey yetişmesin diye Kartaca topraklarına tuz döküldü. Toprak da öldürüldü. Yenilen ve bir kez daha Roma'ya teslim olan Kartaca, hiçbir zaman onarılamayacak bir sonuçla karşılaşmış oldu. (M.Ö. 146) Yok edildi.

Elbette Arif Damar, şiirinde Kartaca tarihini anlatmanın peşinde değil, ama o tarihin bilinmesini istiyor. Şiirin adının 'Kartacalı Yıkıntı' oluşu ve ilk bölümünde 'paslı demir, ezik saç, batık gemi, deniz dibi, umutsuzluk' gibi sözcüklerin kullanılması, ister istemez, Roma ile Kartaca arasındaki deniz savaşlarını ve bu savaşların sonuçlarını çağrıştırıyor.

Öte yandan 'Kartacalı Yıkıntı' adıyla, Kartaca’yı  değil, Kartacalı bir yıkıntıya benzeyen bir başka yıkıntının anlatılacağı da vurgulanmış oluyor. Kuşkusuz, o yıkıntı Kartacanın yok edilmiş halidir; ama daha çok, yenilgiyle biten bir aşkı da imlemektedir. Kurulan bu paralellik önemli ve yeterince açıklayıcı: Kartaca'nın coğrafyadan silinişinin insanı sarsan öyküsüyle; asıl anlatılmak istenen aşk yenilgisinden duyulan acının derinliği anlaşılsın, içselleştirilsin isteniyor. Şiirde, bunu başarıldığı rahatça söylenebilir.

Şiirin ikinci ve daha sonraki bölümlerinde 'giderken dönüp arkaya bakmalardan, kırık plaklardan, eski çerçevelerden, artık yapılan hiçbir şeyin aşkı onarıcı olamayacağından,  fotoğraflardan silinmiş olmaktan' söz ediliyor. Bu sözcük öbekleri bir beraberliği, bitmiş bir aşkı, o aşkın yaşanmışlığını ve sonuçta unutulmaz bir yıkıntıya dönüştüğünü somutlaştırıyor. Bu olumsuzluğu pekiştirmek için de 'kurumuş yengeç bacakları, martı ölüleri' betimleniyor. Bu bağlamda kullanılan böylesi sözcüklerin bilinçli olarak seçildiği, verilmek istenen anlamı karşıladıkları böylece amaçlanan izlediğin oluşturulduğu görülüyor.

Şiirde sıkça yinelenen 'yüze vurmak' (yüzüne vurmak) deyiminin de çok önemli bir işlevi var bu şiirde.

Kartaca ile ilgili anımsatıcı öğe olarak deniz yüzeyine çıkan, unutmaya izin vermeyen batık gemilerden, öldürülen insanlardan ve onların ezik saçlarından söz ediliyor. Bu, Kartaca halkına yönelik o tarihsel kıyımın insanların yüzüne vurulması ise, bir tarih bilinci oluşturmayı amaçladığı anlamına da geliyor. Bu açıdan bakıldığında, Kartaca ile aynı coğrafyada varlığını sürdüren Libya'da yaşananlar yani Kaddafi'nin üstüne gidilmesi, bu nedenle muhaliflerin ayaklandırılması, giderek Nato'nun müdahalesi, Roma İmparatorluğunun tutumuyla bire bir örtüşüyor. Şimdiki amaç petrol olsa da, sonuç pek farklı değil. Öte yandan yüze vuran 'kırık plaklar, kış gülleri, kanatlı balıklar, eski çerçeveler, bir martı ölüsü' gibi sözcük öbekleri ise; bir ilişki yıkıntısının göstergeleridir. Şiirde birinci tekil kişi ağzıyla konuşan özne, söz konusu aşkın sona erdiğini ve acı çeken taraf olduğunu açıkça söylüyor. “ Hadi gittim dönüp dönüp ardıma baktıktan gitmek mi bu” dizesinden da anlaşılacağı üzere şiir öznesinin olumsuz bir nedenden ötürü gittiği ya da gönderildiği düşünülebilir. Giderken durmadan dönüp ardına baktığı için, bu gidişin gitmek olmadığı da konuyor ortaya. Çünkü aklı kalıyor, yüreği kalıyor geride. Yaşanan ayrılığı (şiire göre yıkıntıyı) kabul edememe durumu var. (Bu dizede 'sonra' sözcüğünün şair tarafından bilinçli olarak kullanmadığını belirtmekte yarar var.) Sonuçta, o aşktan şiir öznesine kalan sadece bir yıkıntıdır. O da bu yıkıntıyı içselleştiriyor ve sahipleniyor. “Yerinde kalsın / Batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzluğu / Yerinde kalsın istiyordum / Yıkıntıma yıkıntıma vuruyordu.” dizelerinden de anlaşılacağı üzere; şiirdeki özne, Kartaca’nın yenilgisini ve biten bir aşkı anımsatacak şeylerin çekilen acıyı tazelemesinden rahatsızlık duyuyor. Bu duyarlıkla umutsuzluğu da aşmak istiyor; ama bu olamıyor. Anımsatıcı her öğe yaşanan yıkıntıya vurarak, çekilen acıya kalıcılık kazandırıyor.

Arif Damar bu şiirini karşıtların birliği, öznelerin çatışması, insanların ilişkilenmesi, doğa’nın insana etkisi ve dilin sunduğu olanaklarla yazmış; üzerinde düşünülecek bir nesne (şiir)  oluşturmuş.

Yoğun bir emek var ortada. Yani hiçbir şiir kendiliğinden oluşmaz. Bu nedenle de şiirde rastlantıya verilebilecek yer yok denecek kadar az olmak zorundadır. Behçet Necatigil, “Şiir yoğunlaştırmadır, biçim titizliğidir.” derken bilincin önemine, belirleyiciliğine de vurgu yapmış olur. Esinleyen öğe ile her şiire başlandığını; ama şiir bittikten sonra bu esinleyen öğenin daha bir esinleyen etkene dönüştüğünü, dönüşmesi gerektiğini saptamak gerekiyor. Bunun olabilmesi için Egemen Berköz’ün dizesiyle, ‘şiir yazmasam yaşamak kolay’  dedirtecek bir çalışmaya, aranışa girme zorunluluğu söz konusu. Şiirin gerektirdikleri de yerine getirilmişse, ancak ondan sonra ortaya çıkan metnin bir şiir olduğu söylenebilir.

Sözcüklerin buluşturulması, çekim eklerinin anlam oluşturmalarından sonuna kadar yararlanılması, dizelerin yatay ve dikey gelişimi, temaya uygun bir ritmin yakalanması, oluşturulan doku, sözdizimi, söz ve anlam sanatları, ses, söyleyiş, hatta bakış açısı özenle kurgulandığında; şiir, biçimini (yapı, tasarı) kazanmış oluyor. Bu biçim, ‘içeriğin yalnızca bir yansıması değil, onun oluşturucusudur.”

Bu bütünsellik içerisinde algılanırsa, o şiirin dünyasına girilebilir.

Veysel Çolak
(Bir Şiire Nereden Girilir - Yasaklanmış Şiirler)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)