Belki Sessiz ve Gonca Özmen / Cemil Okyay
Dünyanın en zor işi olan eleştiri yazılarını Dizelere Tutunmak adlı kitabında toplayan Cemil Okyay'ın, 12 şair üzerine (Şeref Bilsel-Yücel Kayıran-Gonca Özmen-Hüseyin Yurttaş-Hüseyin Ferhad-Aytekin Karaçoban-İsmail Cem Doğru-Şahin Taş-Birhan Keskin-Selami Karabulut-Gülce Başer) yazılarının bulunduğu kitaptan Gonca Özmen'e ilişkin olanı yayınlıyoruz:
Örneğin Gülten Akın, doğanın simgeleşen nesnelerini şiirinde imgeleştirir (yağmur, deniz, okyanus, güz yeli vb). Gülten Akın'ın şiiriyle ilgili olarak Doğan Hızlan şu saptamayı yapar: “Kente gelen kadının şiirinde bile doğa öğeleri vardır. Şiirleri okurken ormanlar, bozkırlar içinde bulursunuz insanı”.(3) Birhan Keskin şiirinde de yine yeryüzü ve doğa (s)imgesel olarak liriklerin kurgusunda önemli yer tutar; daha geriye gidildiğinde ise örnekleri çoğaltmak olası.
Gonca Özmen de “doğaya yakınlık ve doğal ayrıntının” yaşantısından kaynaklandığını belirtir; doğa onda güçlü bir metafordur: “Doğanın kucağında kendimi duydum ben hep. Doğanın öğreticiliği ile dönüştürücülüğü ve şiirin dönüştürücülüğü arasında da büyük bağ var diye düşünürüm.” (4)
Gonca Özmen’in “kuytumda” adlı yapıtındaki şiirlerinde görüldüğü gibi “belki” ve “rüzgâr” gösterilenleriyle yapıtın omurgasını oluşturmuştur diyebiliriz. sessiz” yapıtında da doğa, dizgelerde işlevselleşmiştir. Özellikle “su”
Şimdi "belki sessiz" deki "ESKİ ALINGANLIK" liriğiyle derinlere biraz daha dalalım;
“ESKİ ALINGANLIK”, bir yalnızlığın nedeninin (birlikteliğin sona ermesinin) yağmura sığınmayla, onun getirdiği anımsamalarla dile gelmeye başlamasıdır. Bir yokuş gibi insanı zorlayan engeller ve beklenmedik olgularla oluşan yok oluş/yalnızlık, yanıt aranan, soruyla geçilen günlerdir; bir sonuçtur. Düşme korkusuyla bakılamayan “kuşlar”, sevgiliyle yürümeyen birlikteliğin ve alınganlığın simgesi olurlar. “Sessizlik”, sabah yağmurunun sesiyle gelen, akan sular gibi geçip gitmiş olan yaşantıların doğurduğu anıların sonucudur. “Yağmur” ve “ırmak” gözyaşlarının simgesi olurken, zaman zaman içsel değerlendirmelerle yalnızlığın öyküsünü kurgularlar. “Tenin altında bir usul bezginlik” dizesiyle sezilen tinsel rahatsızlığın yarattığı dalgınlık, “su” ile imgeleşirken; “yapraklar”, sanki akıp giden suda çocukluğa dönüşün başlangıcı olup dalgınlığı anımsamayı tamamlarlar.
Suyun türevleşmesi, kendini suçlamanın, kararlı olmanın “kapanan kapılar” la simgeleştiği "BÖLÜNMELER" de, “deniz”le” görülür. Ki zaman “su” ile tanımlanır Özmen’de; sudan eskidir. Ve akıp giden su şair için yaşamın sınanmasıdır. Zamanın sesidir yağmur; akar gider, onu çocukluğuna götürür.
Dizeler bir nehir gibi akar; tek başına bir parkta dile gelen yalnızlığın, ne yapacağını bilememenin duyumsatıcısı olur. “Nehir” kişileştirilir; dinleyen, paylaşandır, gövdeye akandır. Su dalgınlığı, her şeye inanılan çocukluk ta ki saflığın ve “çocuk dalgınlığı”nın paydası olur. Sesle akan nehir, suskunlukla durur sanki. "DONUK AN" da suyun ve ırmağın akmayı unutması, belleğin yitimidir.
“Bulutlar”, yalnızlık, özlem ve çaresizlik getirir; bungunluğun, anılara ve çocukluğa dönüşün ana göstergesi, arkadaki fonu olur. “Rüzgâr”, yağmurla birlikte suskunluğa bürünen öznenin sessizliğini bozmaya, dile gelmesini sağlamaya çalışandır. Ama bulutlar düşleri örter; insanın içine çöken bir tortu, gölün dibine biriken bir balçık, inen bir gece gibi karamsarlık ve ümitsizliğin çöküşü bulutlarla dillenir: “durmadan sesini yitiriyor her şey”. Düşlerin kayboluşu, rüzgârın dile gelmesi, “ayna”, yüzün -olacakların yansıdığı- habercisidir.
Tene çarpan “yağmur”, ferahlığın, huzursuzluğa son vermenin, iletişimsizlikten kurtulmanın istemi olarak "BULUTLARI KALDIRMAK" liriğinde, “değişmeceyle” yerini alır. Bu lirikte kapanan ve sessizliğe gömülen bireyin yansımasıdır “bulut”. “Bir serinliği büyüt ağzında”, “Anlamanın çatısı akıyor bak her evde” dizesi kararsızlık nedenidir. “Konuşsan suya sessizliğin” birimleri, yağmurla dirençsizliğin imgeselleşmesidir. "Bulut, yağmur, su” ve “rüzgâr", şiirleri sırtlar: “Güzdü/Gölgesiz bir suydum” çöküntünün görüldüğü, hiçbir şeye eli gitmeyen terk edilmiş bir kadının, ayrılığın sonucu kesilen resimlerin sesidir su: “Bir sözdür parmağımdan düştün.”
Sanki bazı birimlerde su ve rüzgârın, şairle/özneyle diyaloğu duyumsanır: “Biraz önceydi/serinlik verdim taşlığa" (TAŞLIK). “Nedense ben bu dünyaya iyi gelirdim.” Çağlayarak akan “akarsu / ırmak”, sevgiliyi arayan aşığın durumunun da simgesidir. Klasik eski edebiyatımızda da olduğu gibi "TAŞLIK" liriğinde rüzgâr, endişeyi getirendir.
Kadın, “Sen” adılı ve görülen geçmiş zaman ekiyle sitemin sezildiği "LEKE" liriğinde sudur; mitik nitelik, yaradılışın gizini açar. Suyun arındırıcılığı görünür olur. Gonca Özmen’in “kuytumda” yapıtında olduğu gibi “belki sessiz”de de olan ırmaklar bir kadının gövdesinden akar. Aslında bir arayış sezilirken çoğalması, büyümesi istenen düşlerden uyanılmak istenmez gibidir. Gövde su kuşudur. Ontolojik olarak varoluşun öğesidir su; bir martının bütünleştiği deniz gibi.
Söylenceye dönersek, -evrenin sularla kaplı olduğu, tanrının kadını sudan yarattığı ve suyun haber sorulan olması- Özmen’in “sen o yorulmaz sulardın” dizesi, fedakarlık, ödün verme ve alıp götüren bir kadın açımlaması oluşturur.
“Gök alçalır diye bilirdim seninle/…/içimde açsın sardunya, öteye çekilsin deniz” dizeleri "LEKE" liriğinde farklı dizgelerde yer alsa da, yapıtın bazı liriklerinde yine rastladığımız erkek-dişi kutuplaşmasına ve Rumî’nin sözlerine götürür. Yer ile yağmur, akarsu ile de denizin karışımından yola çıkan ozanın, “Gök erkektir. Yer kadın. Yer olmasaydı çiçekler nasıl açar, ağaçlar nasıl büyürdü? Göğün suyu sıcaklığı neye yarayacaktı. Tanrı nasıl erkekle kadına birleşerek evreni sürdürme isteği verdiyse, aynı biçimde her varlık parçasına, öteki parçayı arama isteği aşıladı” (5) alımlamasına gider.
"LEKE" yi, akan suda sürüklenen, rüzgâra kapılan “yapraklar” donatır. "Su, rüzgâr” ve “yaprak" bir ayrılığın, dağılmanın, giderek kendini duyumsatan yokluğun vurgulayıcısı olurlar; iki kişinin arasında üçüncü bir özne gibidir rüzgâr! Ama değişmeceli kullanılan “rüzgâr” göstergesi sanki kopan bir fırtınanın soğuyan ilişkisinin yapraklarını (anıları) toplayandır: “ikimizden esen rüzgâr/yapraklar topluyor nasılsa”.
"BÖYLE RÜZGÂRLAR", sonraki liriklerde somutlaşan, "Teşup"’un kuvvetlenen sesinin, çatırtılarının duyulmaya, hızını artırmaya başladığı liriktir. Rüzgâr, sanki bir birlikteliğin içini boşaltmakta, parça parça söküp götürmektedir. Giderek hoyratlaşan bir ilişki nesnel dünyayla birlikte anlam kazanır; zorunlu beraberlikler “sıkıntılı bir yağmur”la imgeleşirken “Neyi dağıtıyor elin akşamda/Ben saçlarımı topluyorum ırmakları da” dizeleri, söz konusu duyguların kadının içsel söylemiyle dile gelişidir. İkincil özne ayırdında değildir ama.
Lirikler incelendiğinde “yâr” ve “rüzgâr” nehirledir; ırmak gölle, deniz rüzgârla, göl denizle ya da su ırmakla çıkagelir; dizelere yerleşir. Su, dizgelerde birimleri peşine takan zamana yayılandır. "SESİN DİYORUM" liriğinde yavaşlayan rüzgâr, sevinin yitimi ve fırtınanın dinmeye başlamasıdır: “Bırak öylece kalsın öpülmemişliğin/…/Usulca ölüyor rüzgâr”.
"SANKİ YOKUM"da önceki lirikte olduğu gibi “gölün”, kendini rüzgârın terk edişiyle kapıldığı huzursuzluk, denize özenmesi, gölü besleyen sular düşünülerek sevginin de zenginleşmesi, somuttan soyuta yol alarak yansır. “Tutuştur suyun kanını” istemi, kadının (öznenin) aşkı güçlüce duyumsamasını, rüzgârın aranışını çağrıştırmaktadır. “Islaklık”, şiirin yine paydaşıdır ve nerdeyse liriklerdeki suyun gösterilenlerindendir; nedendir; “rüzgâr” ve “kapı” ile sevinin metaforu olur. Kapı, aslında artsamalı olarak hem özlemin hem vedanın ve yeni bir dünyanın birlikteliğinin sonucunun simgesidir; evliliğin sorgulanması olarak da düşünülebilir: “Bir küflü yorgunluk” birimiyle olduğu gibi.
Gonca Özmen’de gibi şiirini doğa öğeleriyle kurgulayan Birhan Keskin’in izleksel alımlama açısından çağrısı işitilir: “…hep o yuvayı ararız ama ne zaman ki bulur ve yerleşiriz, oraya, her şey paslanmaya, küflenmeye, eskimeye başlar.” "SANKİ YOKUM" liriğindeki “Bir küflü yorgunluk/zamansız deniz kalır” ve “Ahşap bir kapı” dizeleri buluşturur gibidir, iki şairi.(7)
Kırılganlık ve yok oluş, zamanın yitimi "KÜSKÜN" liriğiyle, “Suda dalgın bir mitos balığın ağzından” dizesinde yansır. İkilikteki “su, bir mitos, balık, serçe / kuşlar” göstergeleri -her ne denli dizgelerde Teşup dışında öyle çok göze batan mitsel öğe olmasa da- bizi Yakut söylencesine götürür. Orada balıkçıl ve yaban ördeğinin denizin dibinden getirdiği toprakla, söylencede dünya oluşur. Bir kadının dünyası olan evin vurgulandığı lirikte, ev bir dağılmanın, yıkılışın da simgesidir, sinmiş anılarıyla; “bir ağaç gölgesine uzanıvermiştir”; yüze vuran boşluktur. Sonraki lirikte de ceviz ağacı yıkılır (AĞZINDA).
“ÇIPLAK” ve “GİDİYORDUK” liriklerinde dizelerde kendine yer bulan “kusur”un sonucu rüzgâr, fırtına ve Teşup; susmak ve dinlemek ve yine suyun ardında beklemektir.
Teşup’un çığlığı, "DUTLUK, AĞZINDA ve UĞULTU" liriklerinde artık iyice duyulmaya başlar; öznenin duygularının sesi olur. "GİDİYORDUK" liriğinde iki kişi arasında esen “bir acının kasırgası”dır. Tekdüze bir yaşama giriş, -kasırga sonrası oluşan- bitkinlik huzursuzluk ve istemlerin yerini bulmaması, yaklaşan olumsuz olguların anımsatılmak istenmesi yansır lirikte. Özyaşamöyküsel açıdan çocukluğunda dut ağacı sallamışlığın verdiği sevincin itkisi olduğu düşünülen “dutluk” göstergesi, liriklerde esintisi giderek güçlenircesine duyumsanan, ırmakları bulandıran, kırılan dallar gibi ağaçları deviren, durgun suları ürperten, ürkütücü seslerle gelen, suların, toprağın yüzünü yırtan, balıkların derine kaçıştığı; ümidin azalıp, kaygının arttığı, Hurri’lerin fırtına tanrısı Teşup’un (mit) çığlığını, uğultusunu duymak için - ikincil öznenin - sevgilinin çağrıldığı yerin imidir.
İçsel fırtınaların, kederin, beklenmeyenin, kayıpların hatta ölüm’ün sesidir “kasırga”; esen sitemdir. Duymak için yine suskunluğun daveti vardır. Aslında görkemli tapınağından çiçeklerin soluyuşlarını duyan, yaprakların yeşil kanını koklayan, yağmur olup yağan, ellerinde yazgının biçimlendiği, yaşamın kendisiyle başlayıp bittiği Teşiba (8) özne-kadındır sanki; adı konmamış.
“Susarsın bir ırmak durur bir an” (DONUK AN), “An bir durur, ırmak bir, susarsın”, “Gölün dibinde/sesini yitiriyor her şey” (BELKİ SESSİZ), “../Konuşan suya sessizliğim” (BULUTLARI KALDIR) dizelerinde, -suyun, gölün ve rüzgârın da yer aldığı- susmanın da olması dikkat çeker. Susku, “tinsel olgunlaşmaya hazırlıktır”. Susmanın belirtilen göstergelerin bağlamında olması, insanın susmayı tanıyabilmesi için sesle çevrelenmiş ortamın onayından geldiğini, birinin susmasının, o suskunluğun yorumlanmasına neden olacağını belirten Susan Sontag’a göre susan kişi ötekine göre matlaşır; bu da tinsel baş dönmesinin nedeni olur (Bergman, “Persona”); etiksel saflık ve güç aracıdır. Susma zamanı durdurmakla eşitlenir. (Keats’in Yunan vazosu örneği). "Susma çağrısının arkasında algısal ve ekinsel açıdan temiz bir zemin bulma isteği yatar.”(9)
"DONUK AN" liriğinde “rüzgâr”, bir dal üstüne konulmuş gibi olan birlikteliğin kırılganlığını yansıtır. Dalgalanmayı özleyip denize öykünen gölün özlemidir rüzgâr (durgun suyun özelliklerini kaybettiğini düşünelim); Zaman zaman tartışmalı ve istenmeyen ilişki biçimlerinin ortaya çıktığı beraberlikler örneğin. Yazgı değişiminin istemi ve başkaldırı, rüzgârla savrulan, suda sürüklenip giden yaprağa yönelimle yansıtılırken; ellere ulaşmanın, tutunmak istemenin de ifadesi olur.
"LEKE" liriği, sevgiliye, aşkın sürecinin ve gelinen noktanın ne olduğu sorusunun yanıtı olurken, benzer dizeyle "AKIŞ" liriğinde iyice yüze vurulur. “Ben bir ırmaktan dökülenim sanal…”, “Sarıl dur ben sandığın yokluğa”/…/Elbet bir kadın bir ırmak döktü içine/”..“LEKE"). H. Bergson’un bakış açısıyla, gerçek olan yaşam akışıdır. Varlıklar, insanlar durmadan akıp giderler; ırmak gibi. Geçmiş bugüne akar ve geleceğe doğru süre başlar.
Aslında "ELLERİMİZ BARBAR" da yine su bağlamında, “su zambağı” şehvetin simgesi, “siyah kuğu”da (suda yaşayan) hoyratlaşan, beklentinin gerçekleşmediği, tutkulu birlikteliğin şekil değiştirdiği bir ilişkinin değerlendirilmesinin aracı olurlar; yakın ama tinsel uzaklığın yansıdığı. “yokluk” ve “ölüm” göstergeleriyle mistik bir yoruma yol açarlar. "Siyah kuğu", etkisi büyük ve iz bırakan olguların imgesi olur. "Suzambağı", saflığın, Meryem ananın simgesidir ki ötelenen, yalnız bırakılan, sürüklenen bir kadın varlığının da çağrışımına neden olur; “../Islaktınız ve elleriniz vardı barbar”.
Birimlerdeki on tane “u” sesi ve asonans katkısı, yinelemelerle birlikte bir rüzgârın uğultusunu ve ırmağın akışını dizemle duyumsatırken, emir kipli söylemle arzu ve ısrarı yansıtır.
Irmağın ozan geleneğinde de sevgilileri ayıran bir engel, yitim-kurtuluş yolu oluşu, ayrılığın hüznünün sezildiği dizgeleri alımlama yönünden zenginleştirir. Giderek olumsuzlaşan süreç "GİDİYORDUK" ta “başıboş bırakılmış bir nehir” sözcesiyle imgeleşir.
“Sen nehirleri seviyorsun delice/Ben bir derenin yıkıklığını” ikiliğinin bu yazının içeriği olarak dikkat çektiği "ARDINDAN" da özne ve ötekinin, birinci ve ikinci tekil adılıyla diyalojik okumaya, öznenin sitemi, seslenişiyle yönelinilirken, sevginin “insanın ayrılık ve yalnızlık duygusunu yenmesi”ne desteğin arandığı sezilir. “Sevgide, iki varlığın bir olması, gene de iki ayrı varlık olarak kalmaları paradoksu gerçekleşir.”(11) kanısı dizgelere ışık tutar.
“BÖYLE RÜZGÂRLAR”, “SESİN DİYORUM” ve “BAZEN BİR” liriklerinde iklimsel bağlamda rüzgârlar eser; bazen “rüzgâr” bazen “güz balkonu, uğultu, bir güz olmak, ağustosla eylül” vb. olur.
Boşlukta, sevgili odağında “hayâl”in söz konusu olduğu "SANRI" da rüzgâr, sevgiliyi anımsatan ve yokluğunu doldurandır. Gelecek zaman ekleriyle izlek, somutlaşan istemin ve ümidin simgesidir. Son bölümünde yer alan “Martı” ki suya konan ama pek yüzmeyen, tedirginliğin ve gereğinde yaklaşamamanın; belki de birlikteliğin trajik bir sonla ortadan kalkmasının, Çehov’la (“martı” oyunu) somutlaşan yalnızlık, hayal kırıklığı ve umutsuzluğun imgesi olur. A. Çehov’un oyununda, kişiler martılar gibi yok olmadan önce boşuna kanat çırparlar; (Treplev’in âşık olduğu fakat aylak bir yazar uğruna onun ellerinden uçan, terkedilip çocukluğunun geçtiği yere dönen Nina’yı anımsayalım).
“Islaklık” yine paradoksal, hüzün veren paylaşımın sonucudur ki "OLUP BİTENLER" in dizeleriyle de desteklenir: “Sen orda olurdun/Ben yıkardım gövdeni”, “Geri vermez ölüyü sular”. Bu şiirde su, çağrışıma neden olan gösterenleriyle 8 birimde 4 kez yer alır, tinsel buluşmayı ansıtır, dişiliğin, kadın özgürlüğünün simgesi olurken, merhameti de imgeleştirir. “Su” acımanın da karşılığıdır zaten. “Rüzgâr” sevgilinin sesidir: “../sesindeydim o dingin ovanda”.
Rüzgârın esintisi, Teşup’un hafiflemesi ve özlemin taşınmasıdır. "ÇIPLAK"ta, geleneksel ozan geleneğindeki arketip olarak rüzgâr işlev kazanır. Kadının elinden alınan bedensel aidiyeti, cinsel bakışı açısı, banallığın incittiği narinliği, sitemli bir söylemi içeren “şapkası düşmüş bir sözcük” birimiyle imgeselleşir. İkinci çoğul adıl eki sitemi güçlendirir; nezakete ve şefkate çağrıyı duyurur: “Biraz suçlansanız eksik bakmalardan/Suyun çocuksu yanında “/../incinirim şapkası düşmüş bir sözcükten/çığırtkan aşklarınız ve tanrınızdan”.
“kuytumda” yapıtında, çıplak olan ve yarasını saklayamayan suyun çıplaklığı “rüzgârın eli okşasın diyedir” dizesiyle yansır… Kadın-tükenmişlik-veda (kusur kimde!) iç içedir suda: “kim kimin ardından su döküyor şimdi”.
“Nehir” ki bedenin ve ruhun, “dere” de kuşatan dağılmışlığın imgesidir. “Deniz”, iki öznenin sonsuzluk bağlamında yaşadıkları olguyu değerlendirmelerinin, birbirini kıyaslamalarının, hercâiliğin, kadın öznenin ayırt edilme isteminin, iç dünyasında esen fırtınanın aracıdır; ve dönüşsüz bir bekleyişin dili olarak lirikleri sonlarlar: “sensin diye eskitiyorum kapıları/Bende duran akmıyor”.
“Sözcükler… sözcükler… Büyüten, derinleştiren, acıtan güzelleştiren sözcükler. Onlarla olmaya, onları fark etmeye, onları büyütmeye devam. Çoğalma buradan başlayacak” der Gonca Özmen; aynı nehirlerle, ırmaklarla kucaklaşan denizler, çoğalan su gibi, ya da kaybolup karışan…
Dipnotlar:
(1) Franz Brentamo (1838-1917) Ren bölgesinde edebiyatçı bir aileden Alman felsefeci.
Cemil Okyay
Franz Brentamo (1), "yönelimsel yaşantıların tümü ve ruhsal edimlerin nesnelerle bağlantısından biri “duyusal olaylardır"(2) derken, ilgi duyulan şeyin görüngü biçimleri olduğunu ileri sürer; her ruhsal olayın, nesne olarak içinde bir şeyi bulundurduğunu; yönelmişliğin, bilincin bir şeyle ilişki kurmak olduğunu belirtir. Sonuç “duygusal apaçıklık”tır. Duyguların dışavurumunun şiirlerle sezdirilmesinde, “duygusal apaçıklı”ğın oluşumunda -Baudlaire’in “simge ormanı” olarak vurguladığı- doğanın, yönelmişlik ve aktarmalar ile imgeleşerek işlevsel kılındığını görürüz.
“Kuytumda” yapıtında Özmen, “Kadın elinde taşır rüzgârı” der (6). Elin bir su kuşunu tutması beklenir; dokunulmak, el uzatmak, tutmak… Çünkü el acemi bir ırmaktır (Kuytumda). Göl durgunluğun bunaltısı içindedir: “sıkıntının tarihidir”.
(*) “belki sessiz” (şiir) Gonca Özmen, Kırmızı Kedi Yay., İst. 2011.
(2) 10. “Çağdaş Felsefe”, Prof. Bedia Akarsu, MEB, Bas. İst. 1979, s.52.
(3) “Edebiyat Dönencesi” Doğan Hızlan YKY İst. 2003, s.90.
(4) “Yeni Güne Türkü”, İbrahim Eryiğit (söyleşi) basariligencler.com
(5) 11. “Sevme Sanatı” Erich From, De Yay. İst. 1977, s.28-41.
(6) “kuytumda” (Şiir) Gonca Özmen, Kırmızı Kedi Yay. İst. 2011.
(7) “Birhan Keskin Şiiri ve Ba” (10. Altın Portakal Kamp, Kit.) Metis Yay. İst. 2008, s.24.
(8) “Anadolu Mitolojisi”, İ. Zeki Eyüboğlu, Toplumsal Dönüşüm Yay., İst. 1998, s.206-212.
(9) Susam Sontag “Sanatçı Örnek Bir Çilekeş” (Çev. Y. Salman, M. G. Sökmen) Metis Yay. İst. 1998, s.56.
(dizelere tutunmak, s.40)
Yasakmeyve yayınları,
İstanbul, 2016
Hüseyin Yurttaş’ta Bir Çigan Yalnızlığı: Çocukluk / Cemil Okyay
YORUMLAR