1645 yılında bir Ceneviz yelkenlisi Galata limanına yanaştı. Yağmurlu, kasvetli bir sonbahar sabahıydı. Kuzey Avrupa’da, küçük bir krallığın elçisi Friedrich von Ludenbeck İstanbul’a sonunda varabilmişti. Uzun bir yolculuk olmuştu bu. Yorgundu.

İstanbul hayal ettiği gibi değildi. Huzurlu, mistik bir şehir gibi düşünmüştü burayı. Ama hiçbir şey düşündükleriyle örtüşmüyordu. Dar sokaklarda peçeli kadınlar, satıcılar, dervişler, Arap atlıları, dilenciler, Yahudi tefeciler, Ermeni kuyumcular, kalabalık çarşılar onda bir kaos duygusu uyandırmıştı. Hava kavrulmuş kahve, tütsü, baharat kokuyordu. İşte tam bir doğu kenti, diye düşündü. Kralın mektubunu padişaha takdim eder etmez fazla oyalanmaz, ülkesine geri dönerdi.

Saray karşıdaydı. Topkapı’nın heybetli duvarları ufukta bir masal şatosu gibi yükseliyordu.  Kralı, Friedrich’i bir konuda padişahtan yardım istemek için elçi olarak yollamıştı.  Sandığında mühürlü bir mektup, padişaha armağan edilecek birkaç değerli hediye, kendi masrafları için de bolca altın sikke vardı. Padişahı bir an önce görüp kralının mektubunu sunmak sonra da ülkesine dönmek istiyordu. Fakat İstanbul’da zaman başka türlü akıyordu. İlk gün saraya gittiğinde Teşrifatçı başı ona başıyla eğilerek: “Buyurunuz, bekleyiniz,” dedi.

İkinci gün de aynı cevabı aldı: “Bekleyiniz.”

 

Haftalar birbirini kovaladı. Sonbahar geçti, kış geldi. İstanbul’un çetin kışı kuzeyin zemheri kışlarını aratmıyordu. Boğaz yer yer buz tutmuştu. 

Friedrich karanlık bir han odasında, ocak başında, ellerini ovuşturarak düşünüyordu:

“Ben buraya padişahı görmeye mi geldim, yoksa sabrımın sınırlarını keşfetmeye mi?”

Teşrifatçı başının “Siz buralara kadar zahmet etmeyin. Hünkâr Hazretleri müsait olduklarında biz sizi arabayla alır getiririz” dediğinden beri artık saraya da uğramaz olmuştu.

Yıllar geçip gidiyordu. Bu süre içinde yeniçeri ayaklanmalarını da görmüştü, mahalleleri slip süpüren yangınları da…

Artık Türkçeyi de öğrenmek zorundaydı. Bildiği üç Avrupa dili buralarda pek işe yaramıyordu.

Günleri İstanbul’u arşınlamakla geçiyordu. Kapalı Çarşının karanlık koridorlarında dolaşıyor, akşamları Galata surlarının dibindeki kahvelerde oturuyor, kervancılardan uzak ülkelerin hikayelerini dinliyordu.

Beyoğlu’nda İtalyanca konuşan tüccarlar, Üsküdar’da Farsça şiirler okuyan rintler, Eyüp’te Arapça dua eden ihtiyarlar…

İstanbul tek bir milletin şehri değildi. İstanbul, imparatorluğun her yerinden gelen insanları bir potaya döküp pişiren, terbiye eden, onlardan yepyeni bir halita çıkaran bir şehirdi, sonra da bu yeni tip insan İstanbul’u yaratmıştı.

Dayanamayıp saray kapısına tekrar gittiğinde Teşrifatçı başı nazik bir tebessümle: “Henüz zamanı gelmedi, Elçi Bey,” dedi.

Zaman İstanbul’da bataklık gibi ağır akıyordu.

Bir gün sarayın kapıcısı ona gizlice fısıldadı:

“Devlet-i Aliye’de sabır da bir elçilik maharetidir, Efendi!”

İşte bu sözle birlikte Friedrich içinde bir şeylerin değişmeye başladığını hissetti. Bu sabırsızlıktan vazgeçecek, bu şehri tanımaya, uyum sağlamaya çaba gösterecekti

Bir hoca buldu; yaşlı, mahzun bir adam. Onunla birlikte Türkçe çalıştı. Sözcükler ağzında yavaş yavaş çiçek açtı. “Nasip”, “kader”, “tevekkül”, gibi kendi dilinde pek karşılığı olmayan kelimeler. Başlangıçta yabancı, sonra dost, sonra da kendi ruhunun sesleri olan kelimeler…

Bir sabah Eyüp’te yürürken minik bir mescitte yaşlı bir kadının dua ettiğini duydu. Kadın şöyle diyordu: “Rabbim, ben sabrettim. Beni katına kabul et.”

O anda anladı ki Friedrich padişaha nameyi sunmaktan çok daha önemli bir görevle bu yolculuğa çıkmıştı.

 

Güneş Galata’nın dar sokaklarını solgun bir altın tozuna bulamıştı. Friedrich bu tozun içinde kaybolmuş gibi yürüyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu.

Bir köşe başında, eski taşlarla örülü bir duvarın ardında gizlenmiş küçük bir kapı dikkatini çekti.

Kapı aralıktı. İçeriden bir ney sesi geliyordu.

Merakla yaklaştı.

Eşikten içeriye adım atınca başka bir dünyanın içine girmiş gibi oldu.

Avlunun ortasında yaşlı, ak sakallı bir adam, bir grup dervişe bir şeyler anlatıyordu. Üzerinde sade bir hırka, başında beyaz bir sarık vardı. Gözleri Friedrich’in alışık olmadığı bir ışık saçıyordu: Hem sıcak hem delici…

Adam Friedlich’e baktı ve gülümsedi:“Buyur, yabancı dostum. Kapıdan giren herkes misafirimdir.”

Friedrich önce şaşırdı, sonra başını eğerek selam verdi: “Ben sadece mü müziğin sesini duydum,” diye kekeledi.

Şeyh hafifçe başını salladı:

“Müzik gönlün dilidir. Hepimiz bazen ona kulak vermeye mecbur kalırız.”

Dervişler halka halinde oturmuşlardı.

Şeyh işaret etti. Friedrich de utana sıkıla aralarına katıldı. Bir çocuğun yeni bir oyuna dahil olurken hissettiği o ilk yabancılığı hissetti içinde.

Ama kimse ona garip garip bakmıyordu. Kimse onu sorgulamıyordu. Onu da hemen kardeşler topluluğuna kabul etmişlerdi.

O gün saatlerce şeyhi dinledi. Şeyh Halil Efendi, gönül diliyle, sabırdan, beklemekten, insanın iç yolculuğundan söz ediyordu.

Konuşurken bazen sessizleşiyor, bazen elleriyle havada görünmez desenler çiziyordu. Sanki kelimeler avuçlarından dökülüyordu.

 “Zaman,” dedi şeyh bir ara, “bir ırmak gibidir. Sen ne kadar çırpınırsan çırpın seni kendi yolunda taşır. O halde çırpınma. Bırak, su seni nereye götürürse götürsün, ona teslim ol.”

Friedrich o anda kalbinde bir düğümün çözüldüğünü hissetti. Gözleri nemlendi, gözyaşlarına engel olamadı.

O günden sonra, sık sık o küçük tekkeye uğramaya başladı.

Bazen sessizce oturuyordu, bazen de Şeyh Halil Efendi onu karşısına alıp konuşuyordu.

Şeyh ona sadece sabrı öğretmiyordu, ona kendi sabrını anlamayı da öğretiyordu.

İstanbul onun gözünde artık sadece kubbeler, çarşılar, saraylar değildi. İstanbul içinde kayboldukça kendini bulduğu bir bahçeye dönüşmüştü.

 

O gece İstanbul göğü ağır bir kadife gibi yıldızsızdı. Hava sakindi ama toprağın derinliklerin gelen bir nabız atıyordu sanki.

Friedrich, Mevlevi Tekkesinin avlusunda ayakları çıplak yürüyordu. Şeyh Halil Efendi ona bir gün önce: “Yarın gece, hakikatin dansını izleyeceksin,” demişti.

Şimdi o geceydi.

Büyük bir salona alındı. Salonun ortasında beyaz giyinmiş dervişler halka halinde duruyorlardı. Ellerini göğüslerinde kavuşturmuşlardı, başlarını öne eğmişlerdi.

Sonra bir ney sesi yükseldi; ince, uzun, yürek yakan…

Friedrich o ilk nefeste gözlerini kapattı.

Ney, insanın içinde gizlenen eski bir hüznü uyandırıyor, kelimelerle anlatılmaz bir özlemi kanatlandırıyordu.

Sonra sema başladı.

Dervişler ağır ağır dönmeye başladılar. Bir kolları göğe bir kolları yere açıldı.  Başları yana eğikti, ayakları ağır ve kutsal bir ritimle taşlara dokunuyordu. Sanki dönen onlar değil zamandı. Sanki yüzyıllar, sevinçler ve kederler, o dönen beyaz hırkaların içinde birbiriyle harman oluyordu.

Friedrich hiç bilmediği bir dille konuşan bir yüreğin sesini dinliyordu.

Gözlerinin önünde dervişler yoktu artık. Tüm dünya dönüyordu, İstanbul dönüyordu, kendi de dönüyordu.

Bir boşlukta yüzüyordu; burada artık ne saray ne Padişah ne de kendi ülkesi vardı. Sadece varlığının derinliklerinde yanan bir kandil vardı. Ve o kandil fısıldıyordu: “Sen geldin. Zaten buradaydın. Hep burada olacaksın.”

Ney sesi kesildiğinde, Friedrich’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ama bu yaşlar kederin değil, sevincin, kaybolmuşken bulunmanın, beklerken ulaşmanın gözyaşlarıydı.

O gece padişahı görme umudundan vazgeçti.

Çünkü asıl padişahı, asıl sultanı, sultanların sultanını kalbinde bulmuştu. Ve kalbindeki sultan ona şöyle diyordu: “Bekleme artık. Sen çoktan vardın!”

 

Friedrich her sabah Haliç kıyısında yürüyüşe çıkıyordu. Yanından geçen sucular, simitçiler, çocuklar ona selam veriyorlardı.

“Selamünaleyküm, Sümbüllü Baba.”

O da başını eğip gülümsüyordu. Çünkü o da bu şehrin bir parçası olmuştu. Padişaha getirdiği mektup sandığında sararıp kalmıştı.

Rahmetli Şeyh Halil Efendi onu kendi oğlu gibi kabul etmişti. Müslümanlığı seçmek ve burada kalmak istediğinde de hiç şaşırmamıştı. Onun emriyle tekkedeki kardeşleri elbirliğiyle ona Eyüp’te bu küçük evi yapmışlardı. Friedrich (Şeyh Halil’in verdiği isimle Ahmet) yıllarını burada geçirmişti, artık yaşlı bir adamdı. Sultanına kavuşacağı günü bekliyordu.

Bahçesini güllerle, mahalleyi baygın bir kokuya boğan sümbüllerle bezemişti. Bu yüzden onu “Sümbüllü Baba” diye çağırırlardı. Adını kimse bilmezdi. Sümbüllü Baba bütün gününü bahçesinde çiçeklerinin arasında geçirirdi. Onları sular, çapalar, budardı. Yorulduğunda da oturup Haliç’i seyreder, ney sesini dinler gibi gözlerini yumardı.

HOTEL UDAIPUR - SEDAT ERDEN

 

Sedat Erden
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)