Ön not:

Günlük tutan, günce yazan insanlara hep gizli bir hayranlık duymuşumdur. Hep düşünürüm, anılarımı yazmaya kalksam bir şeyleri unutacağım, ya da bir şeylerin aklıma gelmeyeceği çok açık. Oysa günlükler yalnızca neyi, nerede, ne zaman yaptığınızı değil, o anda ne düşündüğünüzü de belgeler bir anlamda.

Zaman içinde sosyal medyada yazdığım kısa başlıkların yitip gideceğini çok iyi biliyorum. O yazılanların birilerine bir yararı oldu mu? Peki o düşünceler dergilerde yayınlansaydı belki daha az okura ulaşacaktı, ama bir yerde de kalıcı olabilecekti. Kalıcı olmak çok mu önemli, çok önemli düşünceler mi geliyor aklımıza durmadan? Peki neden, sanat ve edebiyatla uğraşıyoruz o zaman? Bir yerde kuşkusuz yazdıklarımızın kalıcı olmasını umuyoruz. Daha iyi yapabildiğimiz bir şey de yok zaten.

Internet ortamında hiçbir şeyin yok olmayacağı söylese de, saman yığını içinde iğne aramak gibi olacak ileride her şey. İğne oralarda bir yerde dururken samanlar yığılmayı sürdürecek. Bu nedenle belki de her an kağıda ulaşmanın zorluğunu yine teknoloji giderdi. Artık elimizde akıllı telefonlar var. Aklıma bir şeyler geldikçe, ileride yazıya dönüşmesi umuduyla küçük notlar almışım. Bazen dizeler birikmiş orada. Eski şairlerin karton sigara kutularının üzerinde unuttukları dizeler gibi belki de. Aldığım notların bir kısmını sosyal medyada paylaşmak bir doygunluk yaratmış olmalı ki o notların çoğu yazıya dönüşemeden kalmış. Kimilerini ise öylece paylaşmadan bırakmışım. Necatigil’in bir şiiri ile ilgili almış olduğum notlar da öylece dağınık kalmış.

Behçet Necatigil’in “Açık” başlıklı şiiri bende her zaman hayranlık uyandırmış şiirlerden biridir. Burada yalnızca güzellikten söz etmiyorum, Necatigil’in ustaca dizelerin arasına yerleştirdiği düşünceleri kastediyorum. Onun hikmetçi bir şair olduğu zaten söylenegelir. Ne var ki bu şiirde birçok hikmeti arka arkaya veriyor şair. Örnekleyelim:

I.

Kullanırız bir sözü, ama hangi anlamda?

Bu dize bende farklı iki düşünceye dönüşüyor. Öncelikle belki de Necatigil’in burada kastetmediği bir düşünce beliriyor zihnimde. Bu uzun süredir yazmak istediğim bir konu aslında. Burada kısaca geçip başka bir yazının konusu olarak aklımda tutuyorum.

1. Ortaçağ felsefesine önemli bir katkı yapmış olan Ockhamlı William’ın taşıyıcısı olduğu “nominalist” okuldan söz ediyorum. Kısaca özetlenirse adların nesnelerden ya da tümellerden önce geldikleri düşüncesidir bu. Adlarını bildiğimiz birçok şeyin gerçekliğini bilmeyebiliriz. Deniz görmemiş biri denizin adını, hiç gül koklamamış biri gülün adını bilir. Bu düşünce Tanrı’nın da yalnızca bir addan ibaret olduğu düşüncesine kadar götürebilir bizi. Nitekim bu ve başka yazılarından dolayı William sonunda kilise tarafından aforoz edilmiştir. (Tam burada zihnim beni Umberto Eco’nun ünlü kitabı “Gülün Adı”na sürüklüyor. Dedektif keşişin adı William’dı. Kitabın adı ile kahramanın adını bir araya getirince aslında kahramanın Ockhamlı William olduğunu anlıyoruz. Ne var ki Eco, Sherlock Holmes’a da bir gönderme ile bu adı William of Baskerville yapmış. Kısa bir araştırma yapmam bu konunun zaten tartışılmış olduğu gerçeğine ulaştırıyor beni. Üzülüyorum.)

Şairlerin hep birer nominalist olduklarını düşünmüşümdür. Sürekli olarak sözcüklerin kendileriyle uğraşırız. Hiç görmediğimiz, aslını bilmediğimiz yerlerden ya da nesnelerden söz ederiz. Burada aklıma gelen ilk örnek Ece Ayhan’dan. Söylenir, Meydan Larousse günlerinde Ece Ayhan’ın sık sık yanında taşıdığı not defterine notlar aldığı. Bazen, “bu Larousse şiir için büyük hazine,” dediği de. Not ettiği sözcüklerden biri “dragoman”dır ve şu dizeye dönüşür bu buluş:

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla

Ece Ayhan’ın büyük olasılıkla ilk kez duymuş olduğu bu sözcüğün kendisinde bir nesnel karşılığı yoktur o güne dek.

Kendi şiirimi düşünürsem, bitkiler konusunda oldukça cahil olduğumu söyleyebilirim, ama adları hafızamdadır. Nergisi doğada görsem tanımam. Meşe ve akağaç arasındaki farkı göremem. Bununla birlikte bu sözcükler şiirlerimde geçmiştir mutlaka.

Necatigil’in dizesinin zihnimde yarattığı ikinci gönderme onun kast etmiş olduğuna daha yakın duruyor sanki ve bu aşağıdaki, şiirin önemi diye başlayıp yarım bıraktığım nota dönüşmüş:

2. Şiirin önemi, öteki sanatlar arasındaki ayırıcı yapısı ve konumu onu bir bakıma eşsiz kılar. Modern resme kadar gösteren ile gösterilen arasında büyük farklılık yoktur. İyi bir resim izleyicisi isek klasik bir resmi izlerken ressamın yaratış anındaki tasarımına yaklaşabiliriz. Bu büyük ölçüde müzik için, özellikle barok müzik için de böyledir. Öyle ki hiç dinlememiş olduğumuz bir yapıtı dinlerken bile ne geleceğinin farkındayızdır çoğunlukla. Bir şaşırtma yoktur, Atonal müziğe gelene dek.

Şiir ise sözcükler denizinde yüzerken bu ilişkiye hep sahipti. Bir dizeden sonra nasıl bir dize geleceğini, bir sözcüğe hangi sözcüğün eşlik edeceğini bilebilmemiz neredeyse mümkün değildir.

Saf çalgı müziğinde bölüm adlandırmaları (tempo ve duygu halleri) bile ne hissetmemiz gerektiğini bize önceden söyler. Allegro agitato diye bir bölüm varsa yerimizde bile oturamayacağımızı önceden biliriz. Andante’de hafif bir yürüyüş, affettuoso’da şevkatli bir el bekleriz.

Şiir ise en baştan şaşırtıcıdır. Şiir okurken şairin dünyası, okurun dünyası ile çarpışır. Dizeler sıradan şiir okuruna başka, uzman şiir okuruna başka şeyler anlatır. Bilgi hazinesi, derinliği farklı uzman şiir okurları bile birbirinden farklı gezegenler gibidirler o metnin çevresinde. Dahası bir okur kendi kültür derinliğini şairinki ile sınar, şiirde şairin aklına bile gelmeyen dünyalar keşfedebilir.

Şiir yazımı yer yer bir bilinç akışı olduğundan, şiirsel düşünme biçimi düzyazı düşünme biçiminden farklılık taşır. Şair şiirini yazarken bir tür trans (vecit) halindedir. Burada ne tarih, ne coğrafya, ne felsefe, ne mitoloji bilgisi bilinçli bir harekete sahiptir. Bilinçaltı katmanları işlemektedir çoğunlukla. Şair yer yer durur ve o ana kadar yazmakta olduğu metne bakar; trans sürmekte ise yazılanlar ona sonrası için yeni ufuklar açacaktır. Duruş ve devam edemeyiş şiirsel düşünme biçiminden kopuş anlamına gelir.

Okur da benzer bir süreç yaşar şiir okurken. Şiiri günlük düşünme biçimiyle algılamaya kalktığında içine girmekte zorlanır. Uzman okur ise şiiri nasıl okuması ve algılaması gerektiğini bilir. İşte burada iş biraz karışır.

Birçok şair belli bir şiiri üzerine yazılanları -tanıtımları kast etmediğim açık, akademik yazılardan söz ediyorum- okurken zaman zaman şaşkınlık yaşayabilir, çünkü o yazının yazarı şairin aklına bile gelmemiş noktalarda gezinmektedir.

Hakkımda yazılmış kimi akademik yazılarda benzer şaşkınlıklar duyduğumu neden saklayayım. Hayır, hayır, yazarın benim bilinçaltıma uzanmış olmasından söz etmiyorum burada. Bir şiirimden yaptığı çıkarsama, vardığı sonuç beni şaşırtıyor çünkü sözünü ettiği konudan tümüyle habersizim, yani yazar, bilmediğim bir konuda bilgi sahibi olduğumu varsayıyor.

Şiirle ilgili hoşuma giden noktalardan biri bu aslında. Bilgisine sahip olmakla birlikte şiiri yazarken düşünmemiş olduğum durumdan farklı bir durum var burada.

Son zamanlarda kafamı kurcalayan noktalardan biri şair, okur ve metin arasında işleyen kimya. Şiirsel metnin neden okundukça çoğaldığı, yüceldiği, okurunu da şairini de nasıl yücelttiği asıl meselem.

Kısacası şair bir sözü bir anlamda kullanır, okur ona başka bir anlam verebilir.

II.

“Açık” şiirinde birkaç dize daha düşündürüp durmuştur beni.

“Şiirlere üşenmemiz bir yerde iyidir” demiş ustamız.

Bu her şairin karşılaştığı durumdur aslına bakılırsa. Bazen uzun süre şiir yazamadığımız zamanlar olur. Bunun yarattığı sıkıntıyı ancak şairler bilir. Acaba bir daha yazamayacak mıyım, duygusudur bu. İçinizden bir dize yazmak bile gelmez, ya da yazdıklarınız dağınık bir biçimde durur bir türlü bir araya gelip toparlanmaz. Belki buraya kadarmış, dersiniz. İşte, Necatigil bu dizede bizlere bir reçete veriyor, ilacımızı belirtiyor. O da bu duyguyu yaşamış, diye düşünürsünüz. Belki birçok şairin de. Şiiri zorlamamamız gerektiğini anlarsınız. Zorla yazmak yerine, üşenerek, erteleyerek beklemek gerekir  şiiri.

III.

“Açık” şiirinin şu dizesi:

Aşınmış tahtaları kim yeniler gelince

Burada, bu yazıdaki ilk noktaya dönerek Necatigil’in amaçladığından çok farklı bir yere mi yöneliyorum acaba? O neyi hangi anlamda kullandı bilemem, ama zihnim beni Theseus’a gönderiyor. Hani uzun maceralardan sonra Atina’ya dönen gemisinin yüzyıllar boyu limanda durması ve çürüyen tahtalarının yenileriyle değiştirilmesi. Sürekli değiştirilen tahtalar nedeniyle Plutakhos filozofların ikiye ayrılarak geminin aynı gemi olup olmadığını tartıştıklarını söyler bize. Yüzyıllar sonra Hobbes konuyu bir kimlik meselesi olarak ele alacak ve çürüyüp atılmış parçalardan bir Theseus gemisi yapıldığı taktirde bunun mu, yoksa eskisiyle maddi bir bağlantısı kalmamış geminin mi gerçek Theseus gemisi olduğunu sorgulayacaktır. Necatigil’in çok derin bir kültüre sahip olduğunu biliyoruz. Yine de bu satırlarımı okumuş olsa, kendi şiirimde aklımdan geçmeyenleri düşünenlere duyduğum şaşkınlığa benzer bir şaşkınlık mı duyardı?

IV.

Şiirin sonlarına doğru şöyle enfes bir dize:

Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları

Burada ikili bir gönderme yapmış sanki Necatigil. Bir şiiri yazmak için bir yaşa gelmek gerektiğini mi söylüyor bize, yoksa bir şiiri anlayabilmek için mi? Galiba her ikisi de doğru gibi. Bu belki sanatın tüm dalları için geçerli. Müzikte hep oda müziği zevkine varmak için belli yaşlara gelmek gerektiğini düşünmüşümdür. Gençliğimde beni sıkan Beethoven dörtlülerinin nasıl bir dehanın ürünü olduklarını anlamam için uzun yıllar çok müzik dinlemem gerekmişti.

Yoksa bu dizeyi yazan Necatigil, aslında okuru düşünmeden doğrudan şairi mi kast etmişti? Şiir Burçları ile ilgili kuramını düşünürsek belki de yine kendi şiir serüveninin bir yansımasıydı bu dize. O zaman dizeyi şöyle de okuyabiliriz:

Çünkü asıl şiirler bekler Hikmet burcunu

Tuğrul Tanyol
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)