'Batı Uygarlığı' Bizans'ın son günlerine dönüyor/ Bertrand Russell
Büyücülük olaylarına inanmadıkları için insanların ölüm cezasına çarptırıldıkları on altıncı yüzyıl Avrupası toplumlarına benzer toplumlarda yaşamak ister miydik? New England’ın ilk dönemlerindeki hayata, ya da Pîzarro’nun İnkalara yaptıklarına katlanabilir miydik? Bir yüz yıl içinde 100 000 cadının...
İnsanın kendi uygarlığını doğru perspektiften görmesi hiç de kolay değildir. Kendi uygarlığını doğru perspektiften görmenin belli üç yolu vardır, bunlar, seyahat tarih ve antropolojidir. Benim söylemek istediklerim hakkında bu üçü de bir fikir verir. Ama hiçbiri, nesnel kalabilmeye göründüğü kadar yardımcı değildir. Gezgin sadece kendisini ilgilendiren şeyi görür; meselâ, Marco Polo, Çinli kadınların ayaklarının ufak olduğuna hiç dikkat etmemiştir. Tarihçi, olayları, üzerinde en çok durduğu noktalardan çıkardığı belli kalıplara göre düzenler: Roma‘nın çöküşü kimi tarihçi tarafından emperyalizme, kimi tarihçi tarafından sıtmaya, kimi tarihçiler tarafından da boşanmaya ve göçlere bağlanmıştır. Burada sıralanan son iki nedenlerden birincisini Amerika’da papazlar, ikincisini de, yine Amerika’da politikacılar çok tutarlar. Antropologlar olguları günün önyargılarına göre seçer ve yorumlarlar. Evlerinde yaşayan bizler, vahşiler hakkında ne biliriz ki? Rousseau’yu tutanlar vahşinin soylu olduğunu emperyalistler ise gaddar olduğunu söylerler; dindar düşünceli antropologlar vahşilerin erdemli aile babaları olduklarını iddia ederken boşanma yasasından yana olanlar, vahşilerin serbest aşk hayatı yaşadıklarını ileri sürerler; Sir James Fraser vahşilerin hep kendi tanrılarını öldürdüklerini söyler. Halbuki başkaları onların hep dinsel törenlerle uğraştıklarını ileri sürerler. Kısacası vahşiler, antropologların kuramlarını doğru çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa onu yapan, yardımsever insancıklardır. Bu kusurlarını rağmen seyahat, tarih ve antropoloji yine de en iyi araçlardır ve bizim bu araçlardan azami derecede yararlanmamız gerektir. Her şeyden önce, uygarlık nedir? Uygarlığın birinci temelli karakteri, diyebilirim ki, BASİRETTİR. Basiret, gerçekten de, adamı yabaniden yetişkin insanı çocuktan ayıran başlıca niteliktir. Ancak, basiret bir derece sorunu olduğundan, daha az ya da daha çok uygar uluslar ve çağları birbirinden, bu çağların ve ulusların gösterdikleri basiret miktarına göre ayırabiliriz. Basiret, hemen hemen kesinlikle ölçülebilen bir şeydir. Bir toplumun basiret ortalamasının, çıkar derecesiyle ters orantılı olduğu görüşü her ne kadar yabana atılacak bir görüş değil ise de, yukarıdaki ifade bu anlama gelmez. Ama herhangi bir fiilde gösterilen basiret derecesinin üç faktörle ölçüldüğünü söyleyebiliriz: çekilmekte olan acı, gelecekteki zevk ve bu iki öğeyi ayıran aralığın uzunluğu. Demek oluyor ki, çekilen acıyı geleceğin zevkine bölüp ondan sonra her ikisi arasındaki zaman aralığıyla çarparsak basiret çıkar. Bireysel basiretle kollektif basiret arasında bir ayrılık vardır. Aristokrat ya da plütokrat bir toplumda, birisi çekilmekte olan acıya dayanabilirken, bir başkası geleceğin zevkini yaşayabilir. Bu, kollektif basireti kolaylaştırır. Endüstrializmin büyük karakteristik çalışmalarında bu anlamda yüksek derecede bir basiret görülür: demiryollarını, limanları, gemileri yapanlar, yararı ancak yıllarca sonra görülebilecek işler yapmaktadırlar. Gerçi çağdaş dünyada hiç kimse eski Mısırlıların, ölülerini mumyalamakla gösterdikleri basiret derecesine ulaşamamıştır. Zira eski Mısırlılar ölülerini mumyalarlarken, 10.000 yıl kadar sonra dirileceklerini göz önünde tutuyorlardı. Bu da beni uygarlık için şart olan bir başka öğeye getiriyor; bu öğe BİLGİDİR. Kör inançlara dayanan basiret, her ne kadar gerçek uygarlığın gelişmesi için gerekli olan kafa alışkanlıklarının doğumunu sağlayabilse de, tam anlamıyla uygarcı basiret sayılamaz. Örneğin Puritanların zevklerini öbür dünyadaki hayata erteleme alışkanlıkları, hiç kuşkusuz, endüstrializm için gerekli sermaye birikimini kolaylaştırmıştır. Şu halde uygarlığı şöyle tanımlayabiliriz: BİLGİ İLE BASİRETİN BİR ARAYA GELMESİNDEN DOĞAN BİR HAYAT TARZI. Uygarlık bu anlamda, tarımla ve geviş getiren hayvanların evcilleştirilmesiyle başlar. Tarımla uğraşan halklarla, çobanlıkla uğraşan halklar arasında oldukça yakım zamanlara kadar kesin bir ayrılık vardı. Kitabı Mukaddes'in Tekvin Kitabında, Mısırlılar çobanlıkla uğraşanları istemedikleri için İsrael kavminin nasıl Mısır’ın içinde değil de Gosen topraklarında oturmak zorunda kaldıklarını okuruz: “Ve Yusuf kardeşlerine ve babasının evine dedi: Çıkıp Firavuna bildireyim ve ona diyeyim: Kenân diyarında olan kardeşlerim ve babamın evi yanıma geldiler; ve bu adamlar çobandılar, çünkü davar sahibidirler ve kendi sürülerini ve sığırlarını ve kendilerine ait olan bütün şeyleri getirdiler. Ve olur ki sizi Firavun çağırır ve: İşiniz nedir? der. Çocukluktan şimdiye kadar hem biz hem babalarımız kulların davar adamlarıdır, deyin ki Goşen vilâyetinde oturun çünkü Mısırlılar için her çoban mekruhtur.” (Kitabı Mukaddes, Tekvin XI VI: 31-34) M. Huch’un gezi notlarında, Çinlilerin de çobanlıkla uğraşan Moğollara karşı buna benzer bir tutum takındıkları görülüyor. Genel olarak tarımla uğraşan insanlar öteden beri daha yüksek bir uygarlığı temsil edegelmişler ve bunların dinle alışverişleri daha çok olmuştur. Ne var ki, patriklerin sürüleriyle sığırlarının, Yahudi dini ve dolayısıyla Hıristiyanlık üzerinde büyük etkileri olmuştur. Habil ve Kabil öyküsü, çobanların tarımla uğraşan insanlardan daha erdemli olduklarını göstermek için uydurulmuş bir propagandadan ibarettir. Bununla birlikte uygarlık, çok yakın zamanlara kadar başlıca tarıma dayanmıştır. Şu ana kadar Batı Uygarlığını Hindistan, Çin, Japonya ve Meksika gibi başka bölgelere ait uygarlıklardan ayıran hiçbir şey üzerinde durmadık. Gerçekte, bilimin gelişmesinden önce Batı Uygarlığıyla öbür uygarlıklar arasındaki ayrılıklar bilimin gelişmesinden bu yana geçen süre içinde beliren ayrılıklara oranla pek azdır. Bilim ve endüstrializm bugün Batı uygarlığının ayırdedici işaretleridir; ama ben önce, uygarlığımızın Sanayi Devriminden önce ne olduğu üzerinde durmak istiyorum. Eğer Batı uygarlığının kökenine kadar gidersek, bu uygarlığın Mısır ve Babil’den aldığı şeylerin özellikle Batıya ait ayırdedici nitelikler olmayıp, esas itibariyle bütün uygarlıkların belirgin nitelikleri olduğunu görürüz. Ayırdedici Batı karakteri, tümdengelimli uslamlama alışkanlığı ile geometri bilimini icat eden Yunanlılarla başlar. Yunanlıların öbür marifetleri ya ayırdedici değildir ya da Karanlık Çağlarda kaybolmuştur. Edebiyat ve sanattaki marifetleri mükemmelin de üstünde olabilir. Ne var ki, bu bakımdan çok eski başka uluslarla aralarında derin ayrılıklar yoktur. Yunanlılar deneysel bilimde bir kaç adam, özellikle de, modern yöntemlerin müjdecisi olan Arşimed'i çıkarmışlardır. Ama bu adamlar bir okul ya da gelenek kuramamışlardır. Yunanlıların uygarlığa olan katkıları içinde belirgin nitelik taşıyan öğeler sadece tümdengelimli uslamlama ile saf matematiktir. Bununla birlikte Yunanlılar siyaset alanında yetersizdiler, hattâ eğer Romalıların yönetme yetenekleri olmasaydı belki de Yunanlıların katkılarından uygarlık yararlanamayacaktı. Romalılar büyük bir imparatorluğun yönetiminin sivil hizmetler ve yasalar yoluyla uygulanabileceğini buldular. Daha önceki imparatorluklarda her şey hükümdarın kişisel gücüne ve çabalarına bağlıydı, halbuki Roma İmparatorluğunda İmparator, İmparatorluk Muhafızları tarafından katledilebilir ve yönetim mekanizması fazlaca sarsılmaksızın imparatorluk mezada çıkarılabilirdi-ya da eğer yönetim mekanizması bu manada bir parça sarsılırsa, bu sarsıntı gerçekte, şimdi genel seçimlerde herhangi bir hükümet mekanizmasının geçirdiği sarsıntıdan hemen hemen farksız olurdu. Hükümdarın kişiliğine bağlılığın tersine, kişiliksiz Devlet’e bağlılık erdemini Romalılar’ın icat ettiği anlaşılıyor. Gerçi Yunanlılar yurtseverlikten bol bol söz ederlerdi, ama onların politikacıları soysuzdu; Yunan politikacıları mesleklerinin hemen her döneminde İran’dan rüşvet kabul etmişlerdir. Romalılar’ın Devlet’e bağlılık kavramları Batı'da yerleşik hükümetin ortaya çıkışında temel bir öğe olmuştur. Batı uygarlığını, modern çağlardan önceki haliyle tamamlamak için bir şey daha gerekliydi, o da Hıristiyanlık yoluyla ortaya çıkan hükümet ve din arasındaki türü kendine özgü ilişki idi. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu sınırları içinde, ulusal ve kişisel özgürlüklerini kaybedenlere bir avuntu olarak ortaya çıktığı için başlangıçta tamamiyle politika dışıydı; ve Yahudilik dininden kalıt aldığı törel bir tutumla dünya hükümdarlarını lanetliyordu. Constantin’den önceki yıllarda Hıristiyanlık örgütlendi ve örgütünü geliştirdi; işte bu örgüte her Hıristiyan devlete olan bağlılık borcundan da büyük bir bağlılık göstermek zorundaydı. Roma düştüğü zaman Yahudilerin, Yunanlıların ve Romalıların uygarlıklarında en yaşamsal olan şeyi kilise bir tek sentez içinde koruyabilmişti. Hıristiyanlığın törel buyrukları, Yahudilerin töre kurallarına olan ateşli bağlılıklarından gelmedir; Hıristiyanlığın teolojisi, Yunanlıların tümdengelim uslamlamasına duydukları sevgiden doğmuştur; Kilisenin merkezi yönetimi ve Ahkâmı Diniye’si ise, Roma emperyalizmiyle, Roma yargı içtihadını örnek almıştır. Yüksek uygarlığın bu öğeleri her ne kadar Ortaçağda bir anlamda, korunabilmişse de, uzun bir süre az çok işlemek durumda kalmıştır. Ayrıca Batı uygarlığı o çağlarda varolan uygarlıkların en mükemmeli de değildi aslında: Müslümanlar da, Çinliler de Batı’dan üstündüler, Batı’nın böylesine büyük bir hızla yükselişinin nedenleri, öyle sanıyorum ki, büyük ölçüde, bir sırdır. Çağımızda her şeye iktisadî bir neden bulmak alışkanlık haline gelmiştir, ama bu yoldan yapılan açıklamalar, sorunların derinliğine inmeden işin kolayına kaçmak oluyor. Örneğin. İspanya’nın çöküşü yalnız iktisadi nedenlerle açıklanamaz; bu çöküşü daha çok hoşgörüsüzlüğe ve budalalığa bağlamak mümkündür. İktisadî nedenler bilimin yükselişini de açıklayamaz. Genel kural, kendilerinden daha üstün yabancı uygarlıklarla temasa gelmedikleri takdirde uygarlıkların çöktüğüdür. İnsanlık tarihinde kendiliğinden bir ilerlemenin meydana geldiği pek ender bir iki dönem ve ancak bir iki bölge görülmüştür. Yazı ve tarım geliştirdikleri çağlarda Mısır ve Babil’de kendiliğinden bir ilerlemenin görülmüş olması gerekmektedir; Yunanistan’da 200 yıl süreyle kendiliğinden bir ilerleme olmuştur; Batı Avrupa’da da rönesanstan beri kendiliğinden bir ilerleme olmaktadır. Bununla birlikte bu dönemlerde ve bu yerlerde, genel toplumsal koşullar bakımından bu dönem ve yerleri hiçbir ilerlemenin görülmediği dönem ve yerlerden ayırdedecek herhangi bir şeyin varolduğunu sanmıyorum. Büyük ilerleme çağlarının, kendi çağlarının, kendi çağlarını aşma yeteneğine sahip bir avuç bireye dayandığı sonucunu çıkarmaktan kendimi alamıyorum. Bu bireylerin etkili olabilmeleri için hiç kuşkusuz, çeşitli siyasal ve toplumsal koşulların bulunması ZORUNLU idi, ama YETER değildi, zira aynı koşullar, o bireyler yokken de çok kere varolmuş ama o vakit hiçbir ilerleme görülmemiştir. Eğer Kepler, Galileo ve Newton daha bebekken ölselerdi, şimdi içinde yaşadığımız dünyanın, on altıncı yüzyıldaki dünyadan pek, ama pek az bir farkı olurdu. Bundan da, ilerlemenin hep sürüp gideceğinden emin olunamayacağı hissesi çıkarılabilir; eğer seçkin insanlar yetiştirmekte devam edilemezse, ilerleme yeteneğini kaybetmiş Bizansla aynı duruma düşeceğimizden kuşku yoktur. Ortaçağa borçlu olduğumuz çok önemli bir şey vardır, o da temsili hükümettir. Temsili hükümet önemlidir, çünkü büyük bir imparatorluk hükümetinin, yönetilenlerin gözüne, kendileri tarafından seçilmiş gibi görünmesini ilk kez bu kurum mümkün kılmıştır. Bu sistem, başarılı olduğu yerlerde, son derece yüksek bir siyasal istikrar sağlar. Bununla birlikte, temsili hükümetin yeryüzünün her yanında uygulanabilecek, her derde deva bir ilâç olmadığı son zamanlarda açıkça anlaşılmıştır. Gerçekten de bu kurum öyle görülüyor ki, sadece İngiliz dili konuşan uluslarla, Fransızlar’dan başarılı olmaktadır. Ama yine de, Batı uygarlığını başka bölgelerdeki uygarlıklardan ayıragelen bellibaşlı ayırdedici işaret. Batı uygarlığında siyasal birliğin şu ya da bu yoldan sağlanması olmuştur. Siyasal birliğin sağlama büyük çapta yurtseverlik ise, her ne kadar kökleri Yahudi partikülarizmine ve Romalılar’ın Devlete bağlılık duygusuna dayanırsa da İngilizler’in Yenilmez Armada’ya karşı direnişleriyle başlayıp, edebî ifadesini Shakespeare’de bulan çok modern bir gelişmedir. Başlıca yurtseverliğe dayanan siyasal birlik, Batı’da, din savaşlarının sona ermesinden beri istikrarlı bir şekilde artmış, hem de hızla artmaktadır. Bu bakımdan Japonlar olağanüstü yetenekli bir öğrenci olduklarını ispat etmişlerdir. Eski Japonya’da, tıpkı Gül Savaşları sırasında İngiltere’ye rahat yüzü göstermeyen derebeylerine benzer, kavgacı derebeyleri vardı. Ama Japonya'ya misyonerleri taşıyan gemilerle getirilen ateşli silahların ve barutun yardımıyla iç barışı sağladı; 1868’den bu yana da, Japon Hükümeti, eğitim ve Şinto dini sayesinde en aşağı herhangi Batılı bir ulus kadar bağdaşık, azimli ve birleşik bir ulus meydana getirmeyi başardı. Modern dünyada toplumsal birleşikliğin daha yüksek derecede oluşu geniş çapta, savaş sanatındaki değişikliklere dayanır; barutun icadından bu yana, savaşların hepsi. Hükümetlerin gücünü artırmaya vesile olmuştur. Bu süreç belki de sona ermiş değildir, ama yeni bir etken dolayısıyla karmaşık bir hal almıştır; silahlı kuvvetler mühimmat bakımından endüstri işçilerine gittikçe daha bağımlı hale geldikleri için, hükümetlerin de nüfusun büyük bölümünün desteğini sağlamaları gittikçe daha büyük bir zorunluk haline gelmektedir. Bu propaganda tekniğine ait bir sorundur ve bu hususta hükümetlerin yakın gelecekte hızlı bir ilerleme gösterecekleri varsayılabilir. Avrupa’nın son dört yüz yıllık tarihi aynı anda yer alan bir gelişme ve bir bozulmanın tarihidir: Katolik Kilisenin temsil ettiği eski sentezin bozulma ve şu ana kadar yurtseverlikle bilime dayanan, henüz tamamlanmış olmaktan çok uzak yeni bir sentezin gelişmesi. Bilimsel uygarlığın, bizimki gibi temele sahip olmayan yerlere aktarıldığında, bizler arasında kazandığı niteliklerin aynını kazanacağı düşünülemez. Hıristiyanlık ve demokrasi üzerine aşılanmış bilimin meydana getireceği etkiler, atalara tapınma dini ile mutlakiyet rejimine aşılandığı zaman meydana getireceği etkilerden tamamiyle değişiktir. Bireye belirli bir saygı duyulmasını bizler Hıristiyanlığa borçluyuz, ama bilim bu duygu karşısında tamamiyle yansız kalmaktadır. Bilim bize kendiliğinden birtakım törel fikirler sunmaz; geleceğe borçlu olduğumuz törel fikirlerin yerini hangi fikirlerin alacağı ise belli değildir. Geleneklerin değişmesi ağır olmaktadır; öbür yandan, şimdiki, törel fikirlerimiz hâlâ başlıca endüstri öncesi rejiminde geçerli olan törel fikirlerdir; ama bunun hep böyle gitmesi beklenemez. Derece derece insanlar fiziksel alışkanlıklarına uygun düşünceler ve endüstri teknikleriyle bağdaşan ülküler edineceklerdir. İnsanların yaşama biçimlerindeki değişiklikler, eski zamanlardaki değişikliklere oranla çok daha hızlı olmaktadır: dünya son yüz elli yıl içinde, dört bin yıldakine oranla daha çok değişmiştir. Eğer Büyük Petro, Hamurabi ile bir konuşma yapabilseydi, her ikisi de birbirlerini çok iyi anlayabilirlerdi; ama modern bir sermayeden ya da endüstri kaptanını ne o, ne de öteki anlayabilirdi. Modern zamanların ortaya çıkardığı yeni fikirlerin hemen hepsinin teknik ya da bilimsel nitelik taşıması merak uyandıran bir olgudur. İyilikseverliğin kör inançlara dayanan törel inanışların bukağısından kurtuluşu sayesinde, bilim yeni törel fikirlerin gelişmesinde ancak yakın zamanlarda etkili olabilmeye bağlamıştır. Alışılagelmiş töre kurallarının ıstırap çekmeyi emrettiği yerde (meselâ, doğum kontrolünün yasaklanmasında olduğu gibi), daha insaflı törel kurallar ahlaksızlık sayılmaktadır: bunun bir sonucu olarak da, bilginin törel kuralları etkilemesine izin verenlere, cehalet havarileri, günahkâr gözüyle bakarlar. Ancak, bizimki kadar bilime bağımlı bir uygarlığın insan mutluluğunu fazlasıyla artırabilme yeteneğine sahip bilgileri ilerde başarıyla yasaklayıp yasaklayamayacağı kuşkuludur. Gerçek odur ki, geleneğe dayanan törel fikirlerimiz, kişinin kutsallığı fikrinde olduğu gibi, ya salt bireycidir, ya da modem dünyada önem taşıyan gruplardan çok daha ufak gruplara uydurulmuştur. Modem tekniğin toplumsal yaşayış üzerindeki en dikkate değer etkilerinden biri, insanların faaliyetinin büyük gruplar içerisinde daha fazla bir tek insan fiilinin çok kere, kendi mensup olduğu grubun işbirliği yaptığı ya da mücadele ettiği tamamiyle uzak birtakım insanlar üzerinde etki yaratmasını mümkün kılacak kadar örgütlenmesi olmuştur. Aile gibi küçük grupların önemi kaybolmaktadır. Öte yandan geleneksel töre kurallarının hesaba aldığı sadece bir tek büyük grup vardır, o da ulus, ya da Devlet’tir. Dolayısıyla, zamanımızın etkili dini, SADECE geleneksel olmadıkça, yurtseverlikten ibarettir, ortalama olarak insan canını yurduna feda etmeye hazırdır ve bu türel yükümlülüğü öylesine emredici sayar ki, buna başkaldırma düşüncesi ona tamamiyle olanak dışı görünür. Rönesanstan on dokuzuncu yüzyıl liberalizmine kadar olan bütün döneme belirgin niteliğini veren bireysel özgürlük akımının, endüstrializmin getirdiği daha büyük örgütlenme dolayısıyla bir yerde durması hiç de olasılık dışı değildir. Toplumun birey üzerindeki baskısı yeni bir biçimde, barbar topluluklardaki kadar büyük olabilir ve uluslar gittikçe daha fazla, bireylerin başarılarından çok kollektif başarılarıyla övünür hale gelebilirler. Amerika Birleşik Devletlerinde şimdiden durum böyledir: orada insanlar şairlerinden çok sanatçılarından, bilim adamlarından çok, gökdelenleriyle demiryolu istasyonlarıyla ve köprüleriyle övünüyorlar. Aynı tutum, Sovyet hükümetinin felsefesinde de egemendir. Her iki ülkede de bireysel kahramanlara sahip olma isteğinin hem devam ettiği gerçeği doğrudur: Rusya'da kişisel seçkinlik Lenin'e aittir; Amerika’da atletlere boksörlere ve film yıldızlarına. Ama her iki tarafta da, kahramanlar ya ölüdür ya da pek sudandır ve günümüzde ortaya konulan ciddi işler bu şekilde seçkin kişilerin adlarına bağlanmaktadır. Bireysel çabadan çok, kollektif çabayla yüksek değerde bir şey ortaya konulup konulamayacağı ve böyle bir uygarlığın en yüksek nitelikte bir uygarlık olup, olamayacağı gerçekten de üzerinde durulacak ilgi çekici bir konudur. Gerek sanat alanında, gerek kafa işlerinde işbirliği yoluyla, eskiden bireyler tarafından gerçekleştirilmiş olandan daha iyi sonuçlar alınabilmesi mümkündür. Bilim alanında daha şimdiden, bir tek kişinin çalışmasından çok, kollektif laboratuvar çalışmalarına doğru bir gidiş vardır ve bu eğilim ne kadar güçlenirse o derece bilimin yararınadır. Zira böylece işbirliği geliştirilmiş olacaktır. Ama eğer önemli işler; her ne olursa olsun kollektif bir çalışmayla yapılacaksa, bireyler ister istemen bir dereceye kadar silikleşeceklerdir: artık o bireyler, vaktiyle dâhilerin genellikle gösterdikleri kendini kabul ettirebilme yeteneğini gösteremeyeceklerdir. Hıristiyan töresi bu sorun üzerine eğilir, ama genellikle sanıldığının tersine bir yönden eğilir. Hıristiyanlık özgeciliği ve insanın komşusunu sevmesi kuralını desteklediği için. Herkes Hıristiyanlığın bireyciliğe karşı olduğunu zanneder. Halbuki bu psikolojik bir yanlıştır. Hıristiyanlık birey ruhuna hitap eder ve kişisel kurtuluş üzerinde durur. Bir insan komşusu için yaptığı şeyi, daha geniş bir grubun İÇGÜDÜSEL olarak üyesi bulunduğu için değil, KENDİSİ bakımından öyle yapması doğru olduğu için, yapmak zorundadır. Hıristiyanlık kökeni itibariyle de, ruhu itibariyle de ne siyasaldır, ne de hattâ ailevî; dolayısıyla da bireyi, doğanın onu yarattığından daha kendi içine kapalı yapma eğilimindedir. Eskiden aile bir bireyciliğe bir 'çare rolü oynuyordu, ne var ki, aile çökmektedir ve insanların içgüdülerine artık eskisi kadar egemen değildir. Ailenin kaybettiğini ulus kazanmış bulunuyor, zira ulus, insanın bu endüstri dünyasında çok dar bir çerçeve içinde sıkışan biyolojik içgüdülerine hitap etmektedir. Bununla birlikte, dengelilik bakımından, ulus fazlasıyla sinirli bir birimdir. İnsanoğlunun biyolojik içgüdülerini insan ırkına adayabilmesi istenirdi, ama bütün insanlık yeni bir hastalık ya da evrensel kıtlık gibi büyük bir dış tehlike tarafından tehdit edilmedikçe, bu, psikolojik bakımdan desteklenecek bir şey değildir. Bu gibi şeyler olasılık dışı olduğundan, dünya hükümetinin kurulmasını sağlayacak psikolojik bir mekanizma düşünemiyorum; dünya hükümeti bütün dünyanın ya bir ulus, ya da uluslar grubu tarafındaki fethedilmesiyle kurulacaktır. Bu, doğal gelişmeye uygun gibi görünüyor, bu bakımdan bel. ki de bir iki yüz yıl içinde gerçekleşebilir. Batı uygarlığında bilim ve endüstri tekniği, şimdiki gibi geleneksel etkenlerinin tümünden daha büyük önem taşıyagelmiştir. Bütün bu yeniliklerin insan hayatı üzerindeki etkilerinin de gelişerek en son noktasına ulaştığı sanılmamalıdır: bugün her şey eski zamanlardakine oranla büyük bir hız kazanmış bulunuyor, ama yeniliklerin etkilerinin en son noktasına ulaşacağı kadar da değil. İnsanoğlunun gelişmesinde önem bakımından endüsrializmin gelişmesiyle ölçüştürülebilecek en son olay tarımın icadıdır ve tarımına kendisiyle birlikte yeni bir fikirler sistemi ve hayat tarzını taşlayarak bütün dünya yüzüne yayılması binlerce yıl almıştır. Tarımsal yaşayış biçimi daha hala dünya aristokrasilerini tamamiyle fethetmiş değildir ve aristokrasiler, belirgin nitelikleri olan tutuculuklarıyla geniş çapta avcılık aşamasında kalmışlardır; buna bizim avlanma yasalarımız da tanıklık etmektedir. Aynı şekilde tarımsal dünya görüşünün geri ülkelerde ve nüfusun geri kesimlerin de daha yüzyıllar boyunca sürmesi beklenebilir. Ne var ki, Batı uygarlığının ve bu uygarlığın Doğu’da dünyaya getirdiği çocuklarının ayırdedici niteliği tarımsal dünya görüşü değildir. Amerika’da tarımın ya endüstriyel bir zihniyete bile girdiği görülebilir, zira Amerika’da hiçbir zaman doğuştan köylü bir sınıf bulunmamıştır. Rusya’da ve Çin’de hükümetin endüstriyel bir görünüşü vardır, ama nüfusun büyük çoğunluğunu cahil köylüler meydana getirir. Bununla birlikte bu vesileyle şurasını da hatırlatmakta yarar vardır ki, okuma yazma bilmeyen toplumlar hükümet eliyle, Batı Avrupa ya da Amerika’daki toplumlara oranla daha çabuk değişime uğratılabilirler. Okuryazarlık sağlandıktan sonra, gerektiği gibi bir propaganda da yapıldı mı, Devlet, yetişmekte olan kuşaklara büyüklerini hor görmeyi aşılayabilir, hem de öylesine aşılayabilir ki, Amerikan delişmenliğinin en aşırı ucunda bulunanların bile hayretten ağızları açık kalır; böylelikle de bir kuşak içinde tam bir düşünce değişikliği meydana getirilebilir. Rusya’da bunun harıl harıl uygulanmakta olduğunu görüyoruz; Çin’de yeni başlıyor. Bundan ötürü bu iki ülkenin, daha ağır gelişmekte olan Batı'da hâlâ yaşayan geleneksel öğelerden tamamiyle temizlenmiş katışıksız bir endüstri düşüncesi geliştirmeleri beklenebilir. Batı uygarlığı öyle bir hızla değişime uğramıştır ve uğramaktadır ki, bu uygarlığın geçmişine aşık olanlar âdeta yabancı bir dünyada yaşadıklarını anmaktadırlar. Ne var ki, içinde yaşanılan zaman hiç değilse Romalılar zamanından beri var olan ve öteden beri Avrupa'yı Hindistan’dan, Çin’den ayıran öğeleri daha açık ve seçik olarak meydana çıkarmaktadır. Enerji, hoşgörüsüzlük ve soyut zekâ, Avrupa’nın en iyi çağlarını öteden beri Doğu’nun en iyi çağlarından ayıran öğeler olmuştur. Eski Yunanlılar edebiyat ve sanatta çok üstün olabilirler, ancak onların bu alanlarda Çin’e üstünlükleri sadece bir derece meselesidir. Enerji ve zekâdan zaten yeteri kadar söz etmiş bulunuyorum; ne var ki, hoşgörüsüzlük Avrupa’nın belirgin nitelikleri arasından en inatçısı; birçok insanların akıllarının alamadığı kadar inatçı olduğundan bu konuda bir şeyler söylemek zorunluğu vardır. Eski Yunanlılar’ın, kendilerinden sonra gelenlere oranla daha az hoşgörüsüz oldukları bir gerçektir. Bununla birlikte onlar Sokrates’i ölüme mahkum ettiler; Eflâtun ise, Sokrates’e olan hayranlığına rağmen, kendisinin bile yanlış olduğuna inandığı bir dini Devlet’in aşılaması ve bu din üzerine kuşku gölgesi düşürenlerin kovuşturulması gerektiği tezini savunmuştu. Konfüçyenler, Taoistler ve Budistler böylesine Hitlerkâri bir doktrini onaylayamazlardı. Eflâtun’un beyefendi kibarlığı tipik bir Avrupalı niteliği değildir; Avrupa, şehirli nitelikleri taşımaktan çok, savaşçı ve işlek zekâlı olagelmiştir. Avrupa’nın ayırdedici niteliği, Plutarkhos’tan naklen, Siraküza’nın Arşimed tarafından icat edilen mekanik araçlarla nasıl savunulduğunun hikâyesinde bulunabilir. Yunanlılar arasında bir zulüm kaynağı yani demokratik kıskançlık çok gelişmişti. Aristides, adil oluşu dolayısıyla kazandığı ün çevresindekileri kızdırdığı için halkın oyuna başvurularak sürgün edilmişti. Bir demokrat olmayan Efes’li Heraklitos şöyle demişti: “Bütün Efesli erkekler kendilerini assalar ve şehri tüysüz delikanlılara bıraksalar yeridir; zira içlerinde en iyi idam olan Hermaderus’u, içimizde en iyi hiç kimse istemiyoruz; böyle biri olacaksa gitsin başka yerde, başkalarının arasında olsun diyerek aralarından kovdular.” Çağımızın tatsız özelliklerinden birçoğu Eski Yunanlılar arasında da vardı. Eski Yunanistan’da faşizm de vardı milliyetçilik de, militarizm de, komünizm de, patronlar da, soysuz politikacılar da; Eski Yunanistan’da bayağı kavgalara da rastlanırdı, din yüzünden kovuşturmalara da. Onlar arasında iyi bireyler vardı, ama bizde de var; o zaman da, şimdi olduğu gibi en iyi bireylerin önemli bir yüzdesi sürgün hapis ve ölüm cezasıyla karşılaşıyordu. Eski Yunan uygarlığının bizim uygarlığımıza gerçekten de üstün bir yanı bulunduğu doğrudur; bu üstünlük, eski Yunan polisinin yetersizliğidir zira namuslu insanların önemli bir yüzdesi polisin bu yetersizliği sayesinde kaçıp kurtulabiliyordu. Avrupa’yı Asya’dan ayıran cezalandırma dürtülerinin tam anlamıyla ifadesine ilk fırsat veren şey, Konstantin'in Hıristiyanlığı kabul edişi olmuştur. Son yüz elli yıl içinde bir aralık kısa süreli bir liberalizmin görüldüğü doğrudur, ama beyaz ırklar, Hıristiyanların Yahudiler'den kalıt aldıkları teolojik bağnazlığa dönmektedirler. Ancak bir tek dinin doğru olabileceği fikrini ilk kez Yahudiler icat etti, ama bütün dünyayı bu dine döndürmeye niyetleri olmadığından, onlar sadece bu dinden olmayan Yahudileri cezaya çarptırıyorlardı. Yahudi inanışını özel bir vahiy yoluyla alıkoyan Hıristiyanlar bunu bir de Romalılar'dan aldıkları dünya egemenliği fikri ile Yunanlılar'dan aldıkları metafiziksel kurnazlık zevkini kattılar; bütün bunlar bir araya gelince dünya yüzünde şimdiye dek görülmüş en amansız din ortaya çıktı! Japonya’da ve Çin’de Şinto dini ile Konfüçyenizm’in yanısıra Budizm’in varlığı uysallıkla kabul ediliyordu: Müslümanlık dünyasında Hıristiyanlar’la Yahudiler’e haraçlarını verdikleri sürece kimse ilişmiyordu. Halbuki Hıristiyanlık dünyasında ortodoksluktan en ufak bir sapmanın cezası bile genellikle ölümdü. Faşizm ile Komünizmin hoşgörüsüzlüğünü beğenmeyenlerle, bu hoşgörüsüzlüğü Avrupa geleneğinden bir sapma olarak görmedikleri sürece beraberim. Ortodoks tutumlu hükümetlerin yarattıkları kovuşturma havası içinde boğulacak hale gelenlerimiz, Avrupa’nın daha önceki çağlarında, bugün Rusya ya da Almanya’da olduğundan daha rahat soluk alamazlardı pek. Sihirli bir yoldan geçmişe döndürebilseydik, acaba Isparta’yı bu modem iki ülkeden daha ileri bulurduk? Büyücülük olaylarına inanmadıkları için insanların ölüm cezasına çarptırıldıkları on altıncı yüzyıl Avrupası toplumlarına benzer toplumlarda yaşamak ister miydik? New England’ın ilk dönemlerindeki hayata, ya da Pîzarro’nun İnkalara yaptıklarına katlanabilir miydik? Bir yüz yıl içinde 100.000 cadının yakıldığı Rönesans Almanya’sında yaşamak hoşumuza gider miydi? Boston’lu ileri gelen ilahiyatçıların, Massachussets depremlerinin nedeni diye paratönerlerin dine aykırı oluşunu ileri sürdükleri on sekizinci yüzyıl Amerika’sını beğenir miydik? İnsanların aşağılık hayvanlara karşı bir görevleri bulunduğuna inanmanın küfür olduğu gerekçesiye Hayvanları Koruma Cemiyeti'ne yardımı reddeden Papa IX. Piua’a sempati duyabilir miydik on dokuzuncu yüzyılda? Ne yazık ki Avrupalılar ne derece zeki olurlarsa olsunlar. 1848 ile 1914 arasındaki kısa dönem dışında, hep korkunçtular. Ve ne yazık ki. Avrupalılar asıllarına dönüyorlar. Bertand Russel
(Aylaklığa Övgü, Cem Y. İstanbul 1997 s. 134-149. Çev: Mete Ergin)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR