Mutfakta babamı bekliyorduk. 3 yıl 10 ay sonra eve dönecekti. İkimiz de gergindik. Annem dayanamayıp bir kez daha tembihledi: “Aman oğlum, kavgayla ilgili bir şey sorma.”
Başımı tamam dercesine salladım. Kaçtır söylüyordu bunu, oysa bu uyarıya gerek yoktu. Ziyaret günlerinde de hiç sormamıştım o akşamı. Zaten her şeyi biliyordum: Meyhanede bir kavgaya karışmış babam. Arkadaşının hayatını kurtarmak için birini bıçaklamış.
Sivrisineğe bile zarar veremediği için annemin alay konusu olan babam, birini bacağından bıçaklıyor. Aklım almıyor.
Bıçakladığı genç, geçen yıl babamı ziyaret etmiş. “Ağabey, sen olmasan katil olmuştum” demiş. Babam da “İyileşmene sevindim. Bunu yapmak istemezdim” karşılığını vermiş. Bunu duyduğunda annem hafif sinirle gülümsemişti. O gence mi, babama mı, ikisine birden mi kızmıştı anlayamadım. Bu kadar kibarlığı biliyordunuz da ne hır gür çıkardınız, demeye getirmişti sanırım. Ziyaret günüydü, ağzını açıp tek söz söylemedi babama. Birine saldırdığı halde olaydan az bir cezayla kurtulan genç, ifadesinde babamı kollamış, ondan şikâyetçi olmamıştı. Yine de bu kadar zaman hapis yatmaktan kurtulamamıştı babam.
Karanlık çöktü. İkide bir ayağa kalkıp dışarıya bakıyordum. Aslında babam sabahtan beri özgürmüş. Bir işi çıkmış, akşama kalmış gelişi. Pes dedim, annem bunu söyleyince… Neredeyse dört yıldır hapiste olan birinin, özgürlüğünün ilk günü ne işi çıkar? Bekleyen hangi iş o gün biter? Annem sıkıştırınca söyledi. Meğer bir gün önce çıkan bir arkadaşının dükkânına yardıma gitmiş babam.
“Yine de rakı alsa mıydık?” diye sordum anneme. “Sana telefonda gerek yok demiş ama belli olmaz, canı çeker belki.”
“Çekmez” dedi annem kararlı bir sesle. “Hele sabah bir denizi görsün, belki yarın akşam…”
Annemin yanıtıyla, deniz kenarında yaptığımız son yürüyüş yine saplandı aklıma. O bahar sabahı babamla yürürken büyüyüvermiştim. Birdenbire öyle hissetmiştim. Ama o sırada babamla ne konuşuyorduk, işte onu hatırlamıyordum. Sonradan bu, içime öyle dert oldu ki… Sırf konuştuklarımızı hatırlamak için babamın yokluğunda o yürüyüşümüzü hemen her gün yeniden düşündüm, o bahar sabahını baştan yaşadım: Yatağımdan fırlıyorum… Babamın evden çıkmamış olmasına seviniyorum… Hemen giyiniyorum… Az sonra sahildeyiz. Bulduğum yassıca bir taşı denize fırlatıyorum… Tam dört kez kayıyor… Yürüyoruz… Babamın koyduğu adla Otel Çirkin’in duvarları görünmeye başladı mı, her zamanki gibi geri dönüyoruz…
Attığım taşın denizde kaç kez kaydığı bile aklımda. Ama ne konuşmuştuk, babam bana ne söyledi de büyümüştüm, öyle hissetmiştim, bunu bir türlü hatırlayamıyorum. Büyüdüğüm duygusu o kadar baskındı ki kendini hatırlatıyordu, kelimelerimiz ise tutunamamıştı zihnime.
Babamın yokluğunun ilk zamanlarında onun da o sabahı hatırladığını düşünüyordum. Kaç sefer, ziyaret günleri öncesinde kendime söz verdim. O yürüyüşümüzü ona soracaktım. Ama babamı görünce sözümden dönüyordum. Bunu sorarsam onun canını acıtacakmışım hissiyle doluyordum. İlk aylarda sorsam belki hatırlayacaktı. Sonra umudum cılızlaştı. Zaman akıp geçtikçe, o sabahı sormak anlamsız bir işe dönüştü.
Babamın çıkmasına aylar kala, kavuşma heyecanı büyüdükçe o sabah yürüyüşüyle ilgili boşluğun, içimi daha çok kemirmeye başladığını hissettim. Ne konuştuğumuzu yalnızca kendim için değil, babam için de hatırlamak istiyordum. Gelince ona anımsatacaktım. Bunun kendimce büyülü bir anlamı olacaktı. Giderken büyümeye başlamış bir oğul bıraktığını hatırlayacaktı babam, ne kadar olgunlaştığımı görecek, bu kez hem bir oğul hem bir arkadaş bulacaktı.
O bahar sabahı, bir kitabın ayracı gibi, babamla şu hayatta kaldığımız yeri imleyecekti.
O akşam, beklenmedik bir şekilde sessizdik. Babamın en sevdiği yemekler de fayda etmedi. Yaşamından çalınan 3 yıl 10 ay, soframızı sessizleştirmişti. Babam gitmeden önce yemeklerde konuşmadan duramıyordum herhalde. Geri geldiğinde ise sofradaki sessizliğe eşlik edebiliyordum artık.
Babam, yatmadan önce, “Sabah erkek erkeğe sahilde yürüyelim” dedi bana.
İçimi sevinç kapladı, anneme baktım. Annem gelmeyecek miydi?
Babamsız geçen koca yılların sonunda, hayatı öğrendiğimi sandığım yaşlara gelmiştim. Kalbimde kelebekler uçuşuyordu. Babamın; bunu sevgilisine, yani anneme değil bana söylemesini tuhaf bulmuştum. Oysa annem zaten hiçbir sabah yürüyüşüne gelmezdi.
Annem gülümseyerek karşıladı bakışlarımı. Beni heveslendirmeye çalışıyordu. Yeniden babama döndüm. Şaşırmış gibi bana bakıyordu. Annemden izin istediğimi sandığını hissettim. Oysa aklımdan bile geçmemişti böyle bir şey.
Hiç, hiçbir açıklama yapmadım. “Baba, annem de gelmeyecek mi” diyerek, derdimin başka olduğunu gösterebilirdim. Bıraktığı çocuk olmadığımın bundan güzel kanıtı mı olurdu?
Yapmadım.
“Tamam” dedim.
Bana birkaç saniye baktı babam. “O zaman sabah görüşürüz” dedi. Anneme de söylediğini belli ederek “İyi geceler” dedi ve uyumaya gitti. Yorgundu.
Annemle akşam yemeğinden sonra konuşmadık. Oysa gevezelik etmeyi severdik. Ne konuşacağımızı bilemedik. İkimiz de hem babamdan hem birbirimizden kaçtık. Ben ders çalışacağımı söyleyip odama çekildim. Annem hemen gitmedi kocasının yanına. Mutfakta gereksiz işlerle uğraştı. Babamın uyumasını bekledi.
Her şeyin aynı kalmasını bekleyecek kadar kısa, her şeyi değişmiş bulacak kadar uzun süreliğine yoktu babam. Herhalde, en somut değişim de bendeydi. Büyümemin çok önemli yıllarını kaçırmıştı babam. Ziyaret günlerinde görüşmüştük elbette; ama bu farklıydı. Onun beni evimizin içinde, bıraktığı yerde görmesi başkaydı. Yatmadan önce bana mahcubiyetle bakmıştı. Uyumaya çalışırken, büyüdüğüm için adeta utanıyordum.
Sabah, babam beni erkenden uyandırdı. Hiç uyandırmazdı aslında. Az sonra sahildeydik. Babamın beni ilk ne zaman denize götürdüğünü hatırlamıyordum, ama bir an için ben babamı denize ilk kez götürüyormuşum hissine kapıldım.
Gerinen birkaç köpekten başka kimsecikler yoktu ortalıkta. Babam gözlerini denize dikti. Ben de aynını yaptım. Gece dalgaları, sahile yosun yığmıştı. Çok sevdiğim ıslak yosun kokusu almıştı sahili. Uzaktan, balıkçı teknelerinin üzerinde uçuşan martıların çığlıkları yükseliyordu. Sessizce yürüyorduk. Babam, her dalga vuruşunun ayrı bir sesi olduğunu söylerdi hep. Bu değişken dinginlik, şimdi ikimizi de büyülüyor gibiydi.
Bir anda deniz, o unutulmaz bahar sabahındaki rengini aldı. Aynı dalgalar, aynı sırayla, aynı büyüklükte kıyıya vuruyordu sanki. Dalgaların sesleri bile, sürekli değişerek aynı kalmaya devam ediyordu. Her şey… Her şey, babama moral vermek için, hiçbir şey kaçırmadığını ona göstermek için, aynı olmak için yarışa girmişti. Kumlar, taşlar, gerinen köpekler, dalgalar, yosunlar, tekneler, martılar… Babam… Hapislikten yaşlanıp gelmemişti, aynen duruyordu. Yumuşacık huyuyla dönmüştü işte, hâlâ ışıl ışıldı gözleri.
Haşmetli çirkinliğiyle Otel Çirkin bile aynıydı.
Dönüş yolunda, “O günü hatırlıyor musun baba?” diye sordum birden.
Tepki vermeden sessizce yürümeye devam etti. Gözlerine bir an için bakınca, beni duyduğunu, sorumu yanıtlayacağını anladım. Duymazdan gelmiyordu. Soruyu denize bakarak, huzurla sindiriyordu. Fakat bir süre daha sessizce yürüyünce, tuhaf bir soru sorduğumu düşündüm. Öyle ya, babam, hangi günden bahsettiğimi nereden bilecekti?
Meyhanedeki kavgayı bile soruyor olabilirdim. Oysa bu, ona sormak isteyeceğim son şey olurdu. Bu düşünce beni telaşlandırdı.
“Sen gitmeden önce” diye açıkladım. “Yine böyle yürümüştük ya… O sabahı diyorum.”
Ne sessizce yürüyüşünü bozdu, ne de gözlerini denizden çevirdi. Babamın gözlerine bir an için yeniden bakınca, hangi günden bahsettiğimi anladığını, açıklamamın gereksiz olduğunu hissettim.
Neden sonra, “Hatırlıyorum” dedi. “Akşamdan çok hevesliydin ama sabah zor kalkmıştın.”
Şaşırdım. Bunu bile hatırlıyordu demek.
“Ne konuşmuştuk?” dedim. “Onu da söyle bakalım.”
Babam bir çocuk olmuş, ben bir yetişkinim, ona aklım sıra oyun oynuyorum. Ben çok iyi hatırlıyorum ama bakalım sen de hatırlayacak mısın, der gibi soruyorum.
Babamın ne diyeceğini beklerken merakla ona bakınca yüzünde küçük bir tebessüm yakaladım. Ama yaptığımı anladığı için mi, o bahar sabahı ne konuştuğumuzu gayet iyi hatırladığı için mi gülümsediğini anlayamadım.
“Hiç” dedi. “Bir şey konuşmadık ki… Yürüdük sadece…”
İşte bu olanaksızdı. Ben susmuş muydum yani?
Baktım kaldım babama.
“Neden sordun?” dedi.
“Hiç” dedim.
Bir süre daha sessizce yürüdük.
Birdenbire, “Çok özledim seni” dedim.
Denizden gözlerini ayırmadan, “Ben de oğlum” dedi. “Ben de…”
Biraz daha yürüyünce eskisi gibi gevezelik etmek istedim.
“Çok acıktım baba” dedim.
Hiç acıkmamıştım. Büyüyüvermek işime gelmiyordu.
“Tamam oğlum. Hemen gider kahvaltı ederiz şimdi. Annen sofrayı kurmuştur çoktan.”
Böyle bir şey söylemedi babam. Gülümsedi sadece.
Denizden ayıramadığı gözleri dolu doluydu.
Can Gazalcı
(26 Şubat - 4 Nisan 2013, Ankara, Bolu, Ankara)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR