Sabah saatlerinde uçağa yetişecek arkadaşımı havaalanına bırakmak için çok erken saatlerde geldim, Kızılay’a. Kaldığı otelde daha yeni uyanmış, hazırlıklarını yapar, bavulunu toplarken, sabahın serinliğinde, Ankara’nın ortasında yapayalnız kaldım.

Sonra Karanfil sokağın başında simitçi gözüme çarptı. Daha yeni açılmış dükkanda, masanın üstünden sandalyeleri toplanmamış, ortalığı paspas yapan insanların arasında oturdum, fırından çıkan ilk simitler, demlenen ilk çaylar ve gravyer peyniri ile Ankara’ya daldım.

Sabahın beşinde, ılık bir Ankara sabahı, ama gözüm Ziya Gökalp Bulvarı’ndan yukarı doğru gelecek arkadaşımda. Yıllar boyunca dolaştığım, ellerim cebimde sokaklarını arşınladığım, Kurtuluş’da Demir-Çelik Genenel Müdürlüğü'nde çalışırken günde 3-4 kere turladığım Ziya Gökalp Bulvarı.

Şaire sormuşlar; “Ankara’ya yılın hangi döneminde gidelim.” Şair yanıtlamış: “iki baharın birinde.” Ben de bir ekleme yapayım, “ama mutlaka baharın başında.”

Çayımı içip, Ankara simidini ısırırken hayali olarak Ziya Gökalp Caddesi’nde yürüyüşe çıktım.

Önce Karanfil Sokak’tan geçtim. Ankara’nın en kalabalık, en sıkışık mekanı. Mendilcisi, çiçekçisi, kitapçısı, saatçisi, çorapçısı ile diğer insanlara çarpmadan yürümenin zor olduğu mekan. İstanbul’un İstiklal Caddesi gibi. Dost Kitapevi her zamanki gibi cıvıl cıvıl. Kasanın önünde elinde kitabı ile ödeme yapmak için bekleyen insanlar umut verir insana. Hemen dışarıda birkaç genç sokak çalgıcısı. Karşısındaki bankta “erken doğmuşuz, şimdi genç olmak vardı” modundaki adamın efkarlı sigara içişi. Her zaman gençlerle dolu bir sokak.

Bana soracak olursanız, Ankara’nın en şanslı sokağıdır Karanfil. Kırtasiyeler, kitapçılar ve gençleri arasından Yüksel Caddesi’ne çıkılır. Çiçekçilerin, kokuların, renklerin, baharın arasından Sakarya’ya inilir. Yüksel Caddesi her zaman genç, dersaneden çıkan öğrenciler, cafelerde gençler, caddeye kadar sarkmış her türlü ihtiyacın satıldığı "bazaar"lar.


Ama Yüksel Caddesi’nin en önemli özelliği Ankara’nın en isyankar noktası olmasıdır. Sokakta kurulan standlar, broşür dağıtan, gazete satan genç kızlar, çeşitli özgürlükler adına imza toplayan üniversite öğrencileri. 

Bir de akşamı vardır Yüksel’in. Gece 23’den sonra birden ortaya çıkan sokak sergileri. İnsan ne ararsa bulabilir burada. Okunmuş kitaplar, eskimiş plaklar, çeşit çeşit antikalar, tablolar ve daha birçok şey. Eğilmiş ve aksesuarcılardan bileklik seçen genç kızlar, kullanılmış bir ayakkabıyı deneyen bir üniversite öğrencisi, sokak ressamının çalışabilmesi için katlanır sandalyede kımıldamadan duran bir adam. Ancak en farklı tarafı ise tüm bu sokak sergileri aralarına serpilmiş kokoreççiler, köfteciler ve çay ocakları. Bu tezgâhlardan çıkan keskin bir koku ve ortalığı saran duman.

Bunların orta yerinde önünde toplanan bozuk paralara bakmadan Neşet Usta’dan söyleyen bir bağlama üstadı ve Mülkiyeliler Birliği’nden çıkan kafası iyi, şen kahkahaları ile neşeli bir grup.

Karanfil Sokağın öbür yanı ise çiçekçilerin arasından Sakarya Caddesi’ne açılır. Bu cadde yıllardır Ankara’nın eğlence yükünü çeker. Öyle bir caddeki, döner kokuları, balık kokuları, çiçek kokuları, çöp kokularına karışır. Öyle bir mekan ki, tozlu parke taşlarının grisi, tezgahlardaki balıkların gümüş rengi, pasajlardaki dükkanların ışıklandırılmış vitrinleri, üst katlardaki barların kırmızı neon ışıkları, tezgahlardaki çiçeklerin renk cümbüşü. 

Sakarya Caddesi yıllardır Ankara’nın en önemli eğlence mekanı. Bulvar’ın köşesindeki Piknik’den bu yana mekanları güzeldir, ruhu güzeldir, huzuru güzeldir, insanları güzeldir, dost meclislerinde usülü ile içmesini bilen ağır abileri güzeldir. Yârin yanağından gayri, her türlü dostluğun ve muhabbetin paylaşıldığı 24 saat yaşayan bir mekan.

Yıllar geçer, insan Ankara’dan ayrılır, ama özler. Akşam üstü işten çıkışta yıllardır gittiği aynı mekanda tanıdık birkaç yüzle birlikte, soğuk bir birayı yudumlamayı özler.

Publarda ve pikniklerde her zaman aynı yüz ifadesi ile aynı masaya oturan müdavimleri görmeyi özler.

Dersaneden çıkan gençlerin cıvıl cıvıl sohbetlerle sokaktan geçişlerini özler. Yıllar geçse de aynı pos bıyığı ile servis yapan ve sizin biranızı tazeleyen 40 yıllık garsonu özler.

Hiç değişmeyen Kumsal ve Göksu’dan yayılan kahkahaları, Büyük Ekspresde maç seyreden insanları, sigara içmek için elinde rakı kadehi ile sokağa çıkan abileri, Tekel direnişini, bar çalışanları grevini özler. Şair demiş ya “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma”, işte Karanfil’den çiçek kokularının arasından geçince Sakarya Caddesi’nde özlemi görürsün, sakın şaşırma.

DTCF doçenti Behice Boran, yaptığı araştırmasında Ankara’nın sokaklarına ilişkin, “yalnız, eski kasaba izleri tamamen kaybolmamış” diyerek sokakları tariflemiş.

Doğrudur. Bir şehri en iyi sokakları anlatır. Bazıları her köşe başında çocukluğundan çıkıp gelen anılarını bulur. Bazıları üniversite yıllarının hatıralarını. Bazıları yıllar geçse de çocukluk arkadaşının hala orada oturduğuna hayret eder. Bazıları da ikinci kattaki esmer kız hala aynı yerde oturuyor mudur diyerek heyecanla pencerelere bakar.

Ama herkesin bir anısı vardır, Ziya Gökalp’e çıkan sokaklarda.

Oturduğum yerden yola devam ettim, Selanik Caddesi ile. Kızılırmak’tan başlayan barların ve lokantaların arasından Ziya Gökalp’e kadar gelen ve Sakarya’ya kadar süren.


Üniversite için geldiğim yıllarda buralarda üç katlı evler vardı. Bahçesi ve ortasında süs havuzu olan. Akşam saatlerinde güllerin ya da akşam sefalarının arasında ailelerin oturduğu, sohbet ettiği. Aşağıya doğru Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesi, Adalet Partisi Genel Merkezi, karşısında Tarhan Kitabevi ve Galeri Kültür ile yaya trafiğinin en yoğun olduğu caddelerdendir.

Ancak artık her yer cafe ve pub oldu. Ne havuzlu bahçeler kaldı, ne Adalet Partisi’ne giren lacivert takım elbiseli zevat ne de Tarhan’da İngilizce kitap arayan bir kitle.

Sonra Inkilap Sokak gelir. Ziya Gökalp’le kesiştiği noktada 1930’lardan kalma bir ev, hala ayakta. Şimdilerde Mado Dondurma olarak kullanılıyor. Çankaya Belediyesi ile arasından yürürsün, Can Balık’da ekmek arası hamsi bekleyenlerin kuyruğu, Net Piknik’te tek tek küçük masalara oturmuş öğle rakısı içen amcalar, Ormancılar Derneği’nden yayılan sultanı yegah sirto, Yeni Sahne’de bu ayki tiyatro programını inceleyen insanlar, kalabalığıyla Inkilap Sokak. Ama, Inkilap Sokak denince aklıma Tavukçu gelir. Kış günü Tavukçu’nun labirent misali mekanında Cemal Süreya, yaz günü bahçesinde Vedat Dalokay ve masasındaki akademisyenler. Bembeyaz masa örtüleri, ızgara hamsi kokuları, kapıda müşterilerini karşılayan İsmail Poyraz.

Hemen sonra Bayındır Sokak. Yukarda Felsefeciler Derneği. Hemen aşağıda kelle paça ya da bulabilirsen tuzlaması ile Rumeli İşkembecisi. Nil Bar’da her cumartesi davudi sesi ile Cem Karaca’dan ya da Elvis’den okuyan Ersin abi. Ama en çok da 3E. Tam 12 yıldır, bıkmadan usanmadan takıldığımız, hep aynı masa, aynı koltuklar, aynı meze ve aynı dostlarla ara vermediğimiz 3E ve sohbetleri.

Tüm heybeti ile Mithatpaşa Caddesi. Sıhhiye’den bakınca arabalar ve insanları ile cıvıl cıvıl bir cadde ve mekanın sonunda bütün ihtişamı ile Kocatepe Camii. Bir de Gökçek’în demir yığını köprüleri olmasa. Bizden bir önceki kuşağın 3-4 katlı ve bahçeli apartmanlarından bahsettiği, bizlerin ise 7-8 katlı apartmanlı haline rastladığımız güzelim cadde. Artık bu apartmanların tamamında bilumum tabelalar, her tarafı işyeri, onlarca dersane, yüzlerce büro.

Mithat Paşa’dan aşağıya doğru tüm ihtişamı ile Ziya Gökalp Bulvarı. Cemal Süreya söylemiş; “bende tarçın sende ıhlamur kokusu yürürüz başkentin sokaklarında”. Ancak Ziya Gökalp’de akasyalar bulunur, sokak aralarında at kestaneleri. Akşam gün batımına doğru dallarda binlerce serçe ötüşmeleri Kolejden dağılan çocukların gürültüsüne karışır. Huzur, yaşama sevinci, yürümek, düşünmek, hüzünlenmek ve geçip giden zaman.

Sonra hala severek dolaştığım sokaklar gelir. Ataç, Adakale, Mediha Eldem, Sağlık Sokağı. Gençlik yıllarımda Hüsnü abi ile satranç oynamaya giderdim Ataç Sokak’ta. Öğrencilik yıllarımda bir evin penceresinden piyano sesleri duymuştum. Hala öğrenemedim Mediha Eldem’in kim olduğunu. Ama bu sokaklar Kızılay’a bu kadar yakın olmasına rağmen, hala içinde ailelerin yaşadığı, balkonlarına çamaşırların asıldığı, akşamları evlerin ışıkları yanan sokaklar. Bu sokakların arasında kalmış bahçeli evler, koruluklar. Yaz akşamları balkonda oturanlar, güneş batınca esen hafif bir rüzgâr, rüzgara karışan yemek kokuları, sesler sesler karışır, yüzler yüzlere. Akşam 9 olunca ıssızlaşır. El ayak çekilir, insanla anlamlaşan bu sokaklar boşalır. Behice Hoca’nın dediği gibi kasabaya döner ortalık.    

Arkasından bir semte ismini veren Kolej gelir, her zaman kızlarına hayranlık duyduğum. Bozkırda yeşil bir yuva diye tarif edilen bu kentin en köklü eğitim kurumu. Her zaman bahçesinde basket oynayan çocuklar Hem kolejli olmak ayrıcalıktır, hem de Kolej semtinde oturmak. Her güzel şey gibi Kolej’de bitti. Taşındıktan sonra ne cıvıltıları ile öğrenci sesleri kaldı, ne onlara hizmet eden pastaneler, piknikler, kırtasiyeler. Artık İncesu ve Libya Caddelerinden gelen arabaların klakson sesleri duyuluyor.     

Ancak ne kadar motor ve klakson sesleri olursa olsun, gürültüyü içeriye geçirmeyen bir özelliği vardır Kurtuluş Parkı’nın. Kendini zamanla ve zorla sevdiren, gittikçe varoşlaşan bir semtin güzel kalabilmiş tek yeri. Sonbaharda bir başka güzel olabilen ve tıpkı üniversite kampüsleri gibi insanı şehirden çekip kurtaran bir mekan. Kurtuluş Parkı’nda tenis oynayan, paten kayan sporcular, halı sahadan gelen gürültüler. Banklarda oturan sonbaharın serinliği ile birbirine sarılmış çiftler, havuz başında piknik masalarından birinde, sigarasını tellendirirken, yaprakları suya değen söğüdü seyreden bir ihtiyar, pusetteki bebeği ile gezintide bir kadın, eşofmanı ve kulağında müziği ile hızla yürüyen bir genç, top oynarken ağaçların altına kaçan topu nedeniyle genç çiftleri rahatsız eden sevimli çocuk.  

İşte tam o sırada bavulunu sürükleyerek arkadaşımın otelden çıkışını görürsün. O anda sabahın serinliğini tekrar hissedersin. Arkadaşım gülümseyerek bana doğru gelirken kalan birkaç dakikayı daha Kurtuluş Parkında değerlendirmek istersin. Önündeki çay bardağına bakarak, parkın Kurtuluş tarafındaki piknik masalarına oturduğunu ve sana yaklaşan büfe sahibinin çayını tazelediğini düşünürsün. Akşam vakti Kurtuluş İtfaiyesi’nin arkasından güneş batmaya yüz tutar. El ele tutuşan bir çiftin Hukuk’ta mı, Siyasal’da mı okuduğunu düşünürsün. Yaşlı bir kadın güvercinlere ekmek atar, civarda oturan bir amca uzun tasması ile köpeğini dolaştırır ve Cebeci sırtlarından güneş batar.

Bir rüya ile birlikte Ziya Gökalp Bulvarı biter. Arkadaşının sana yaklaşır, yanına gelir. Çayında kalan son fırtı da çeker, masanın üstüne bir miktar para bırakır, dostun elini sıkar ve Ziya Gökalp Bulvarı’nı terk edersin.

Nadir Avşaroğlu

GERCEKEDEBİYAT.COM

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)