Ahmet Ümit yeni romanını anlattı
Ahmet Ümit'in yeni romanı 'Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde polisiye, arkeoloji ve mitolojiyi harmanlıyor. Berlin’de işlenen bir cinayetin izleri sürüldükçe halka halka genişleyen hikâye, Bergama’ya, Helenistik kültürün mirasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuru.
Ümit, “Bu romanda asıl anlatmak istediğim Anadolu’daki Helenistik kültür. Muhteşem bir miras var bu topraklarda. Amacım bir kültürel iklim oluşturabilmek, farkındalık yaratmak” diyor. Ahmet Ümit romanını şöyle anlattı: Polisiyenin imkânları üzerine konuşarak başlamak istiyorum. Nasıl kapılar açıyor polisiye, yazarına? Bir zamanlar “üvey evlat” muamelesi gören bir tür, ne oluyor da edebiyatın sularında kulaç atabiliyor bugün? Edebiyatta anlatım olanakları açısından yazarına en fazla alan tanıyan tür romandır. Öyküye, şiire ve denemeye nazaran hayatın gelişmelerine en uygun cevapları bulan türdür aynı zamanda roman. Ama özellikle polisiye roman, diğer roman türlerinin ötesinde olanaklar kazandı diyebilirim zaman içinde. Artık hayat çok hızlandı ve bu hızlanmayla beraber çeşitlendi. Polisiye romanın öyle bir özelliği var ki bu hıza cevap verebiliyor. Bu bağlamda değinebileceğim ikinci husus ise hayatın bu çeşitliliğine cevap verebiliyor olması. Yani her alanda polisiye roman yazmak mümkün. Bilimkurgu polisiye de, tarihte geçen bir polisiye de yazılabilir pekâlâ. Günümüzde geçen bir polisiye de, paranın suçun merkezinde olduğu bir polisiye de yazabilirsin ya da insan öldürmenin merkez alındığı bir polisiye… Polisiye roman hakkında tüm bu söylediklerim aynı zamanda edebiyatın da misyonuyla direkt bağlantılı. Romanın bir misyonu varsa eğer bana göre insan ruhunu anlamak ve anlatmaktır. Polisiye de bundan farklı bir rol üstlenmiyor. Pek çok yazar var bunu iyi yapan ama bende iki tanesi farklı yerde duruyor. Bunlardan biri Shakespeare ve onun suç üzerine kurulmuş oyunları; ‘Hamlet’, ‘Machbeth’, ‘III. Richard’. Diğeri ise Dostoyevski; ‘Suç ve Ceza’, ‘Karamazov Kardeşler’... Tüm bu hikâyelerde bir cinayet, öldürme, yok etme söz konusu. Evet, bir cinayet söz konusu ama bu yazarlar buradan yola çıkarak insana dair çok önemli meseleleri ele alırlar. ‘Hamlet’ örnekse iktidar ve insan ilişkisini, var oluş meselesini ele alır. ‘Suç ve Ceza’ya gelirsek Doğu-Batı ilişkisini ele alıp anlatır, aynı zamanda bir modernizm eleştirisidir. ‘Karamazov Kardeşler’de baba-oğul ilişkisi, din ve insan arasındaki ilişki ele alınır. Ama bunların hepsi edebî bir olgu olarak suç temelinde anlatılır. Benim yaptığım şey ise farklı. Tüm bu özelliklerinin yanında edebiyatın “kaçış” işlevini en iyi yerine getiren türün de polisiye olduğunu görüyor ve biliyorum. En çok tercih edilen tür olmasını da buna bağlıyorum. Bu hızla akan çağda, her şeyin her an değiştiği bugünde ve bu hızlı değişime rağmen monotonlaşan hayatlarda, polisiye ile insanları bu evrenden alıp kendilerini ve yazdığım kahramanları dinleyebilecekleri farklı bir dünyanın kapılarını açıyorum. Evet, polisiyenin “kaçış” işlevini burada kullanıyorum ama kesinlikle sadece burada kalmıyorum. Bugünden kaçırıyorum ama onları evrensel hakikatle yüzleştirmeye çabalıyorum. Bugünden kaçırıp, yine bugünün farklı bir boyutuna, aslında tam göbeğine sürüklüyorsunuz yani? Gerçekedebiyat.com
Tam olarak... Edebiyat da benim anlayışıma göre budur Eray. Edebiyatın işlevlerinden bahsediyoruz ya; eğlendirir, hoşça vakit geçirmeni sağlar, kaçış işlevi vardır ama aydınlatır da, eğitir de, yüzleştirir de... İşte benim yapmaya çalıştığım bu. Bunu yaparken de Türkiye’de yaşayan biri olarak, ülkemin bütün kültürel ortamından etkileniyorum. Kalemimden çıkanlar da bu memleketle doluyor. ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ de böyle daha önceki yazdıklarım da...
YORUMLAR