'Adam mezara, kitap mezata'! / Kanat Atkaya
'Beyefendi mezara, metrukâtı mezata' sözünü ilk kez yıllar önce Sahaf Simurg’un Hasnun Galip’te dükkân açtığı dönemde duymuştum, diye yazan Hürriyet Gazetesi yazarı Kanat Atkaya yazar ve sanatçıların öldükten sonra maddi sanat birikiminin ne olduğunu yazdı.
Hürriyet gazetesi yazarı Kanat Atkaya'nın yazısı şöyle: Haftanın belli bir günü Simurg’da toplanan eski tüfek entelektüellerin, “kitap muhibbân”ının merkeze sanatı ve kitabı alan, bol dedikodulu, içinden anılar akan bu sohbetlerini genç bir meraklı olarak çoğunlukla hiç sesimi çıkarmadan izlerdim. Çoğu bugün hayatta olmayan bu kıymetli isimlerin ortak bir tanıdıkları önemli bir sanatçımızın ölümünün ardından mirasçıları kitaplarını, resimlerini apar topar satmışlardı, bu laf da yaşanan olay üzerine sarf edilmişti. Sahaflar bu gibi konular açıldığında, bir koleksiyonerin birikimi parça parça satıldığı konusu açıldığında “Bu gözler neler gördü” derler ki, mütevazı bir koleksiyoner olarak ben bile neler gördüm neler... Yıllar içinde sahaflardan topladığım kitaplar içinde heyecanlı bir okura samimiyetle imzalanmış olanların yanı sıra, meşhur isimlerin birbirlerine imzaladıkları da vardır. Birlikte çalışma şansını yakaladığım rahmetli Orhan Duru’nun terekesinin, o bakmaya kıyamayacağınız harikulade Karagöz-Hacivat takımlarının vb satılması için birkaç ay ya beklenmişti ya beklenmemişti mesela... Böyle durumlarda “sahafa düştü” ifadesinin kullanılmasını yadırgayan, hatta ayıplayanlardanım... Çünkü sahaf, mesleğin usta isimlerinden Emin Nedret İşli’nin ifadesiyle “bir nevi kâğıt arkeoloğu”, bir “kültürel miras bekçisi” sayılır aynı zamanda. Terk edilmiş veya mirasçılar tarafından korumak yerine para karşılığı kurtulmak gereken bir yük olarak algılanan kıymetli eserleri toplar, kollar, gözetir, gerekirse onarır/onartır ve kıymetini bilecek bir başka kişiye devredene kadar sahip çıkar neticede. Emin Nedret İşli, yazılarını topladığı “Sahafnâme” kitabında sahaf, yazar, felsefeci rahmetli Arslan Kaynardağ’ın 1983’te yazdığı bir yazıdan alıntı yapar. Kaynardağ, ölümlerinin ardından terekeleri Sahaflar Çarşısı’na getirilerek satılan tarihimizin meşhur simalarından bazılarını şöyle sıralar: “Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Prens Sait Halim Paşa, Recep Peker, Şemsettin Günaltay, doktor Mazhar Osman...” Daha geçen gün Nâzım Hikmet’in üvey oğlu Memet Fuat’ın Arslan Kaynardağ’a imzaladığı bir kitabın satışta olduğunu gördüm, yani kitabın bekçileri olarak ölürüz ancak kitap macerasına devam eder. Şimdi bu yazıyı niye yazdığımı açıklayayım. Sevgili dostum İhsan Yılmaz, dün Hürriyet’te yayınlanan şahane makalesinde “Tiraje Dikmen’in mirasına ne oldu?” diye soruyordu. Tiraje Dikmen, memleketimizin uluslararası şöhrete ulaşmış ancak değeri sanatı ölçüsünde bilinmemiş bir sanatçısı, ikonik bir karakterdi. 2014’te vefat eden Tiraje Dikmen, bütün mirasını mezunu olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bırakmıştı ki, mirasın maddi değeri de tarihi değeri de inanılmaz büyüklüktedir. Sonra ne oldu peki? Büyükada’daki muazzam köşkün kapısına bir kilit vuruldu, başına da maaşı bile düzgün ödenmeyen bir bekçi dikildi... İhsan Yılmaz, Tiraje Dikmen’in evrâk-ı metrûkesinin sahaflarda ve müzayelerde satılmaya başlandığı yollu dedikodulardan yola çıkarak soruyordu sorusunu... İstanbul Üniversitesi daha önce Feyhaman Duran’dan kalan mirasın “kuzu edildiği” yollu söylentilere konu olmuşken, bir de Tiraje Dikmen’in mirası hakkında “lekelenmek” istemiyorsa bu mirasa sahip çıkmalıdır ve bir zahmet bu büyük sanatçının anısını layıkıyla yaşatmalıdır. Yapamıyorsa da bıraksın, artık Kültür Bakanlığı mı olur, güvenilir bir başka sanat kurumu mu olur, bu işi üstlensin. Yoksa yazık ki ne yazık... *(Sahafnâme, Emin Nedret İşli, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018)
YORUMLAR