Son Dakika



Kağan Güner, Modern Türk Sanatının Doğuşu adlı çalışmasında “Türk Modernizmi” ve “Türk Modern Sanatı”nın 1930’larda oluşmaya başladığını, Çağdaş Türk Sanatı’nın bu yıllarda Batı Modernizmiyle eleştirel ilişki ve Rus Modernizmiyle kendine özgü bir sentez içerisine girerek ‘halkçılık’, ‘ulusçuluk’ ekseninde kültür ve sanata kendi çizgisini oluşturduğunu yazar.

1930’lu yıllarda başlayan bu gelişme aynı anda entelektüel yeni birikimlerin edinilmeye başlanıldığı bir süreci içerir. Bu gelişme ile başlayan tartışmalar Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte gelenekten geleceğe, çağdaş sanatın yerelden ulusallığa, ulusallıktan evrenselliğe taşınma çabaları ile devam eder.

Tercüme Bürosu ve Kadro hareketi Türk modernizminin yazınsal alandaki karşılığıdır. 1916’da başlayan, 1938-1943 yılları arasında Türk Modern Sanatı’nın salt seçkinlerin tekelinden çıkarılarak, entelektüel birikimi yeterli olmasa da halkçılaştırılmak ve ulusallaştırılmak için kamusal anlamda devlet, sadece İstanbul çevresi ile sınırlı çalışan kimi ressamları Anadolu’ya göndermeye başlar. Modern Türk Resim Sanatı’nın göksel seçkinliği yerselleşir, herkesin anlayabileceği bir düzeye getirilir; Türk Resim Sanatı böylelikle ulaşılamaz olmanın ötesinde içselleştirilir. Bu aynı zamanda “Müstakiller” ve “D Gurubu” gibi yenilikçi akım temsilcilerinin resim algısıyla, klasik resmin “kübizm”, “Soyut Anlatımcılık” gibi yeni akımlarla varsıllaştırılması anlamına gelir.

Abidin Dino’ya göre 1920’li yıllarda Modern Batı Sanatı’na nasıl belli bir İspanyol gurubu yön vermişse, Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkan Modern Türk Sanatı’nı da halkçı ve ulusalcı Türkiye imgesine yön verecek Türk sanatçıları yaratacaktı.

Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümü şefliğine Leopold Levy, heykel bölümü şefliğine Rudolf Belling, mimarlık bölümü şefliğine de Bruno Taut’un getirilmesi ile 1936’da gerçekleşen Akademi reformu bu imgenin yaşama geçirilmesi için gereken koşulları sağlayacaktır.

Böylelikle “siyasal içerikli sanat” ve “entelektüel içerikli sanat” tartışmalarının önü açılmış olur.

1940’lı yıllarda yaşanan 2. Dünya Savaşı, dünyayı iki kutba ayırır. Bir yanda emperyalist imha silahlarıyla donatılmış giderek yükselen Nazizm/faşizm, öte yanda buna karşı direnen Sovyet tipi sosyalizm. Çatışan iki ana akımın, sosyalizm kutbunun temsilcisi olarak Türk Yazınında Nâzım Hikmet, Türk resminde de Abidin Dino’nun “Sosyalist Gerçekçilik” ile anılarak, isimlerinin ön planda olduğu görülür. Nâzım Hikmet “Sevdalınız Komünisttir” diyerek buna karşı çıkmazken, Abidin Dino, “gerçeküstücü” olduğu savıyla itiraz eder. Dino, mutlak gerçekçilik ile sanatsal gerçekçilik kavramlarının ayrı anlamlar içerdiği söyler.

Mutlak gerçekçilik, varlıkbilimsel ögeler içermesine ve diyalektik ilişkiler içerisinde gerçekleşmesine karşın, sanatsal gerçekçilik, yaratıcısının gerçekçilik algısı ile yeniden oluşturulan başka bir gerçekçiliği ifade eder. Buna örnek olarak Dino’nun D Grubu döneminde çizdiği el desenini gösterebiliriz. Dino’nun bu desenindeki el sanatsal gerçekçiliği temsil eder, bu bir insan eli desenidir, insan eli değildir. Mutlak gerçekçilik ise insan elini varlıkbilimsel ve onun bir parçası olarak kabul eder. İnsan vardır ve var olan insanın, onu maymundan ayırarak insanlaştıran iki eli de vardır, ancak desendeki ya da resimdeki el temsilidir ve Dino’nun “Nispi Gerçekçilik” kavramına denk düşer. 

ABİDİN DİNO'NUN AİLESİ

Abidin Celal Dino 23 Mart 1913’de, Osmanlı feodal bir ailenin beşince çocuğu olarak İstanbul’da doğdu. Aile Dino altı yaşındayken Avrupa gezisine çıktı ancak Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Türkiye’ye dönmedi, Cenevre’de, Leman Gölü kıyısındaki “Krallık Evi”ne yerleşti. “Krallık Evi” olarak bilinen apartmandaki duvarlar, anne ve babanın zevkine göre seçtiği tablolarla, kütüphanesi kitaplarla doluydu.

Ailenin Cenevre’deki yaşamını, Dino “Kısa Hayat Öyküm” adlı otobiyografik kitabında “Fellini ve Visconti kırması bir yaşam” olarak adlandırır. Bu bizim Cemal Reşit Rey’in bestelediği “Lüküs Hayat Opereti”ne denk düşer.

Gerçekten de Divanı Muhasebat Reisliği de yapan Rasih Bey ailesi Tepedenli Ali Paşa’dan kalan otlakıye parasıyla lüks hayat yaşar.  Dino bu lüks hayat içerisinde mutlu olmadığını söyler, ilk resim ve desen çalışmaları da bu dönemde başlar.

Cenevre’de devam ettiği okuldaki öğretmeni Dino’nun çalışmalarını beğenerek, onu desteklemektedir. 1925’de Türkiye’ye dönme kararı verilir, dönüş yolunda aile bir süre Korfu Adası’nda mola verecektir.

Anne ve babasını İstanbul’da yitiren Dino, şair olan ağabeyi Arif Dino’nun desteği ve yönlendirmesi ile hem yazına hem de resme olan çalışmalarına yoğunlaşır, karikatür de çizer. Çizimleri Yarın, yazıları Artist dergilerinde, söyleşileri Halkın Dostu gazetesinde yayımlanır. Ancak ne var ki Fellini ve Visconti kırması “Lüküs Hayat”ın da sonuna gelinmiştir. Yoğun bir biçimde yöneldiği hat sanatına olan ilgisinden dolayı, Dino kendini “hattat” olarak da nitelemekten büyük bir haz duyar.

Gerçekten de Abidin Dino’da çok yönlü bir sanatçıyı buluruz. Dino Türkiye’nin ilk avangard resim gurubu olarak bilinen “D Gurubu”nun da kurucuları arasında yer alır, üstelik akademik bir eğitim almadığından, mektepli değil alaylıdır ve gurubun içinde dışarıdan biri olarak yer alır. Bu dönemde Nâzım Hikmet’in “Sesini Kaybeden Şehir” kitabına desenler çizer. Sanat Edebiyat Sosyoloji (SES) dergisinin yayınlanmasına emek verir. 1933’de “Türkiye’nin Kalbi Ankara” adlı belgesel filmi çekmek için Türkiye’ye gelen Sergey Yutkeviç, Dino’nun hareket duygusu uyandıran parmak desenlerine büyük ilgi gösterir ve onu film çalışmalarına katılmak üzere Rusya’ya davet eder.

PARİS'E YERLEŞME

Yönetmenin de desteği ile orada bir sergi açar. 1938’de ucuz otellerde kalarak Paris’te desenlerini satarak yaşamaya başlar. Ünlü bir koleksiyoncu olan Şutişkin’in ilgisiyle Paris’te sanat çevreleri içine girecek, Dada akımının öncüllerinden Tristan Tzara, Dino’ya hamilik yapmayı üstlenecektir. Picasso da Dino’nun desenleri karşısında kayıtsız kalamayacaktır.

Nâzım Hikmet, “Saman Sarısı” şiirinde “Küba’dan döndüm bu sabah / Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir / çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya / sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / işin kolayına kaçmadan ama / gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil / ne de ak örtüde elmaların / ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin / çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının / resmini yapabilir misin üstat / yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin” diyordu.

Dino Nâzım’ın sözcüklerle çizdiği mutluluk tasarımının resmini yapamadı ama acının resmini yaptı. Yedi yıllık bir sürgün yaşamından sonra, onu yaşamdan bütünüyle sürgüne gönderecek ölümcül hastalığı sırasında Montpellier hastanesinde “Acıyı Çizmek” adı altında acının desenlerini çizmeye başladı. 7 Aralık 1993’te Paris’te yaşamını yitirdi.

Abidin Dino’nun yaşamı resim ve yazıya adanmıştı. Belki de Nâzım’ın sözünü ettiği mutluluğu Dino yazıda ve resimde bulmuştu.

Belki de mutluluk diye bir şey yok!

Halit Payza
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)