2000’lerde Kralın Türküsü Ne Kadar Yok! / Zafer Zorlu
1/
[i] Ali Özgür Özkarcı, Cetvelle Çizilmiş Dağınıklık, 160. Kilometre, 2014, s.179
Tek tük istisnaları saymazsak Türk şiirinin tarihe adını yazdırmada "sistem-içi" bir tavır sergilediği ve bu "sistem-içi" şiirin hem poetik hem de politik olarak merkez tarafından sürekli tavsiye edildiği, ayrıksı, anti-kitabî ve anti-resmî seslerin ise tasfiyesine çalışıldığı görülür.
Kendi dönemlerinde bu tip tasfiye çabalarına maruz kalmış Nâzım Hikmet'in "Putları Yıkıyoruz"’u ile Garip’in poetikasızlığı hariç 2000’lere kadar bu "sistem-içi", merkezci, oturan şiirin hükümdarlığı mevcuttur.
Her ne kadar, Garip’in rafa kaldırdığı Türk şiirinin kadim müreffeh duruşunu yeni baştan yaratmış olsa da II. Yeni, "dünyaya açılmak" "motto"suyla şiirde çıtayı epey yükseğe çıkarmıştır. Ancak şunu da belirtmek lazım: II. Yeni, II. Yeni olmaktan çıktığı ölçüde bu müreffeh duruştan uzaklaşmaya, daha yaratıcı ve anlamı, gerçeği daha önemser bir hâl almaya başlamıştır.
Çünkü ilk başta tüm alışılmamış bağdaştırmaların, sözdizimlerinin, imajların niyeti yıkılmaz-bükülmez bir kanon-şiir meydana getirmekti.
Devamında, en güçlü sesini İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nda bulmuş, 60’ların daha "sağlıklı bir Marksizm"le ilişki kurabilmiş toplumcu şiiri de esasında bu "sistem-içi" şiirin bir halkası durumundadır.
Çünkü II. Yeni’nin getirilerinden sonuna kadar yararlanılmıştır —İsmet Özel, Türk şiirinin Apolloncu ve Dionysosçu olmak üzere iki kanalından bahsedip kendi şiirinin Dionysosçu kanalı temsil ettiğini söylemiş ve bu yolla kendi şiirine "devrimci" bir misyon yüklemek istemişse de durum değişmemiştir. Çünkü tüm coşkusuna, politize edilmiş yaşam arzusuna rağmen bu şiirin içinden imgeyi alıp çekersek elimizde pek bir şey kalmayacaktır; coşku ve arzu, imgenin hizmetkârları, değişkenleri kılınmıştır.
Oturup kurulduğu yerden doğrulabilmesi için gücü, enerjiyi kendinde bulamamış, bilhassa Hilmi Yavuz şiirinin belirlediği sınırların bırakın dışına çıkmayı o sınırlara yaklaşabilmeyi dahi başaramamış 80 Kuşağı ise Türk şiirinin en uysal ve "vefalı" dönemidir —Hilmi Yavuz’dan ziyade Ece Ayhan’la organik bir bağ kuran şairler de var elbette ama Ece Ayhan’da kendini açıkça belli eden "resmi ideoloji" karşıtlığı burada işlevsel hale gelememiştir. Her ne kadar 12 Eylül karanlığında sokaktan eve çekilmiş olması anlaşılır bir durum olsa da bu şiir kendine kapandığı yerde de bir canlılık sergileyememiştir. Tuğrul Tanyol, Metin Celâl, V. Bahadır Bayrıl, Ali Günvar, Osman Hakan A. bu şiirin/kuşağın tipik inşacılarıdır. Bu şairlerin dışında olduğu çok net olan ama yine de kuşağın tipik şairlerinden sayılan Haydar Ergülen’in hayatın içinden gelen farklı bir reaksiyon göstermesi, onu kategorinin dışında tutmamızı sağlıyor. Nitekim, Ali Özgür Özkarcı da şöyle diyor:
‘’Ergülen, Yavuz’un açtığı yolu daha da derinleştirmekle kalmamış, neredeyse modern lirik şiirin yaşamla olan bağını yeniden kuran/devam ettiren yegâne isim olmuştur.’’[i]
Sami Baydar, Ahmet Güntan, Lâle Müldür, küçük İskender, Haydar Ergülen, Hüseyin Ferhad, Gülseli İnal ve Seyhan Erözçelik dönemin hakim argümanlarına uzak durabilmiş şairler—ancak 80 şiirinin argümanlarından çok net ayrılmıştır diyebileceğimiz sadece Güntan ve Baydar var.
Bu şairleri dışarıda bırakırsak genel bir kuraklıktan bahsedebiliriz. Bilhassa Güntan, küçük İskender ve Ergülen, 2000’ler şiirinin oluşumunda pay sahibidirler. Baydar ise özellikle günümüz genç şairleri üzerinde büyük bir etki sahiptir.
80 Kuşağının hakim argümanlarına karşı bu olumsuz tavrım elbette onların "apolitize" hayatlarıyla, apolitik davranmalarıyla ilgili değil, şiir adına yeni bir şey yaratamamış, yaratamamakla kalmayıp önerememiş olmalarıyla ilgili.
"İmge", "tek başına şiir" denilerek yeni bir şey inşa edilemezdi, çünkü II. Yeni "imge"nin çıtasını zaten epey yükseltmiş, ulaşılamayacak bir noktaya çıkarmıştı. Bu yüzden 80 Kuşağı şairlerinin şiirleri düzeyinde poetik yazıları da bir kuraklığa, karşılıksızlığa denk düşmektedir. Devamında Sovyetlerin çözülüşü, kapitalizmin neo-liberal kılıfı, din odaklı projelerin hayata geçirilmeye başlanması, Ortadoğu-Türkiye özelinde İslâm’ın kendi menfaatleri doğrultusunda insanî değerleri tanıtlayan kavramlara, deyim yerindeyse hümanizmaya çöreklenmeye başlaması gibi etkenler Dünya’da ve Türkiye’de yeni denge ve mevzilerin oluşmasına önayak olmuştur.
Hayatın her alanına sıçrayan yeni mevziler bulma ihtiyacı ister istemez şiiri de etkilemiş ve 90’larla beraber dini referanslar ve kimlikler/kimliksizlikler şiire bolca girmeye başlamıştır. Ancak Güntan, Baydar, Ergülen, Ferhad, Müldür gibi şairlerin en iyi verimlerini bu dönemde ortaya koyması ve yeni yüzyılın şiir adına başka bir düzlem ifade edecek olması, bu kuşağın bir koridora dönüşmesine, sıkışmışlığına ve nefessiz kalmasına neden olmuştur —Güntan’a bu da "yetmeyecek" ve yeni yüzyılla beraber şiirini başka bir yere taşıyacaktı.
2/
2000’lerle beraber yaşamın her alanında köklü değişimler yaşanmış; tozlu mektuplarla, tren yolculuklarıyla ağır ağır işleyen ve ilerleyen yaşlı dünya bir anda dijital bir distopyaya evrilmiştir. Bu distopyada ikiz-kuleler vurulacak, tek kutuplu dünyanın tek merkezin ilelebet süreceği fikri darbe yiyecekti. Anti-tarihselcilik bir kuram, bir fikir olmaktan çıkıp yaşamın her alanına nüfuz edecekti. 21. Yüzyılı her ne kadar "tüketim çağı" diye tanıtlasak da tarihin kısır olgularını hak ettikleri çöplüğe yollayan, tarihi işlevsiz kılan bir çağ olması bakımından önemlidir. Bu çağın bir "tüketim çağı" oluşuna üzüldüğümüz ölçüde tarihi tüketmesine sevinebilmeliyiz.
2000’lerle gelen bu büyük sıçrama elbette şiire de yansıyacaktı, öyle de oldu. 2000’ler şiir adına bir kırılmaya, bir yeniden mevzilenmeye işaret eder. Ama ilginçtir ki, bu kırılma ve yeniden mevzilenme farklı farklı anlayışların, kişiliklerin, poetikaların koalisyonuyla, kolektif bir güç meydana getirmeleriyle gerçekleşmiştir.
Tabii, 2000’lerde konvansiyonel şiirin sürdürücüleri, kötü örnekleri de azımsanmayacak derecededir.
ANTOLOJİ
Cenk Gündoğdu da hazırladığı antolojiyle bir kırılmayı, sıçrama yahut "tökezlemeyi" birlikte gerçekleştirebilen bu farklı şiir anlayışlarını, bileşenlerini bir araya getirmiş. Antolojiye baktığımızda, bu kolektif gücün bileşenleri arasında, olgulardan ziyade olaya eğilen; gözlem ve birebir anlatımı önceleyen ve hatta biricik kılan; lirizmden ve imgeden elden geldiğince kaçınan "deneysel" -somutçu şiir toplumcu şiirin geleneksel algılayışından uzaklaşarak toplumu ve bireyi kolektif bir "tek" bilinç ekseninde kanıt’layan, lirizm ve imgeden de yararlanabilen, politikasını kanıt’lar sunarak oluşturan "yeni politik" şiir; dille, 20. yy dil-felsefe ilişkisiyle, psikanalizle, feminizmle, dilbilimcilerle/filozoflarla kurduğu ilişki üzerinden sentetik bir alanı organikleştiren şiir; erkeksi güçlerin ve tahakkümün hüküm sürdüğü, erkek olmanın utancından daha iyi bir yazma sebebinin olamayacağı bir dünyada hayvanlara, doğaya, ilkel felsefeye, yüzeyin yayılım arzusuna inanan ve çoğunlukla "anti-Freudcu" olan şiir sayılabilir.
Tüm bu farklı şiir anlayışlarının ortak paydası denilebilir ki politik olmalarıdır. Görülüyor ki,
Cenk Gündoğdu 2000’ler şiirini, politik, duyarlı, anlamı ve gerçeği önemseyen, hayatın merkezinden başlayarak yol alan ve aldığı yol boyunca genişleyen, atak bir yaratım olarak alımlıyor. Cenk Gündoğdu bunu şöyle açıklıyor:
"Bugünün ihtiyacına cevap verecek şiirin, toplumsal meselelere açık ve estetik katmanlara sahip bir enerjinin içinden dönüşeceğinin inancındayım. Bu gerçekçi enerjinin iyi bir mukavemetle mevcut durağanlığı yıkarak atak bir şiir ortaya koyacağını düşünüyorum." [ii]—sözcüklerin altı tarafımca çizilmiştir.
Esasında insanoğlu bu çağda olduğu kadar politik de olamamıştır hiçbir dönem. Bu savımıza ve onun gerçekliğine ve antolojiye alınan şairlere-şiirlere baktığımızda Cenk Gündoğdu’nun doğru bir yerden gördüğü, doğru bir yerden işittiği ve antoloji hazırlamanın zorluklarına, bu zorluklarla başa çıkılabilmesi için gereken cesarete kani olduğumuzda tabiki doğru bir iş ve seçim yaptığı görülür.
Antolojideki kapsamlı yazısı okunduğunda Cenk Gündoğdu’nun şairlerin özellikle bir temsiliyetlerinin olup olmadığıyla ilgilendiği, antolojiye aldığı veya almadığı isimler konusunda bunu temel referans noktası kabul ettiği ve bu temsiliyetin eski olanı sürdürmek değil yeni bir yaratım şeklinde ortaya çıkmasını önemsediği görülür.
Antolojiye alınan isimlere ve şiir örneklerine baktığımızda bunun çoğunlukla sağlandığını görürüz.
Ancak yenilik bağlamında bir aksaklıktan bahsedebiliriz. Yani bir yenilik taşımamalarına rağmen sadece eski’yi sürdürmek üzerinden bir temsiliyet edinmiş olmaları hasebiyle antolojiye girebilmiş kimi isimler de mevcut.
Onur Caymaz, Zeynep Köylü, Ercan Yılmaz, Derya Önder gibi isimler bu bağlamda sayılabilir.
Ama buna rağmen, Cenk Gündoğdu’nun hem yazısı hem de seçtiği şairler/şiirler 80 Kuşağından kesin bir kopuşu, 2000’lerden öncesinin artık "aşınmış bir söylem" olarak göründüğünü, "eski dille bu yolun yürünmeyeceğini" imliyor. Ancak bu kopuşu Mustafa Bayram Mısır’ın antolojideki yazısında dediği gibi okumak gerek:
"Kuantum Newton’u çürütmediği gibi kaos bilimi de Newton’u ve kuantumu çürütmez, aksine yeni yollar açarak zenginleştirir. Bu yeni şiir de eski şiiri eskitmez, daha da güzelleştirir." [iii]
Antolojideki şairlerin –bir iki istisna hariç— temsiliyetlerini kendi yaratabildikleri ölçüde edinebilmiş olmaları antolojiyi değerli ve tarafsız kılan en önemli özellik.
Sözgelimi, dili tamamen kırıp geçiren Huyname adlı şiir kitabıyla bize Alice’in tuhaf evreninde tuhaf şarkılarıyla rehberlik etmiş olan Murat Üstübal’ın, bizi Judith Butler’ın "sıkıcı" metinlerinden kurtarmakla kalmayıp feminizmi dilin başka olanaklarıyla örgütleyebilen Anita Sezgener’in, hayata en ölümcül zehri enjekte etmekle meşgul insan’ın pençelerinden çekip bizi hayvanların, bitkilerin merhametli kollarına savuran Elif Sofya’nın, hem Kürt kökenli hem de sosyalist olunabileceğini gösteren Mehmet Said Aydın’ın, post-derviş bir sima olarak Celal Fedâi’nin, Hayriye Ünal’ın, Mehmet Erte’nin, Cenk Gündoğdu’nun, Cihat Duman’ın, Mehmet Öztek’in, Emrah Altıok’un vs. eskiyle, gelenekle, 80 Kuşağıyla bir alışverişlerinin olmadığı ve temsiliyet güçlerinin yaratımcı bir nitelik taşıdığı açık.
Genel olarak Cenk Gündoğdu’nun bu zor, altına girilmesi cesaret ve sorumluluk isteyen ve bir ihtiyaç olarak ortada duran yükün altından —antoloji hazırlama işinin doğası gereği taşıdığı öznelliğe rağmen— nesnel kalmaya çalışarak ve bunu başararak kalkabildiğini görüyoruz. Cenk Gündoğdu bu çalışmayla hem kendi hem de 2000’ler şiirinin omzuna bir ağırlık taşımış oldu.
2000’ler şiirinin bu ağırlığın altında unufak olmaması için Osman Çakmakçı’nın da antolojideki yazısında belirttiği gibi "yenilik fetişizmi"ne kapılmadan yeni ve diri kalmayı başarabilmesi lazım gelir. Osman Çakmakçı’nın antolojiye yazdığı yazının son cümlesi:
"...artık şiir yazmak yetmiyor; bir de onu çaldırmamak, başka bir şeye dönüştürülerek insana karşı kullanılmasını engellemeye çalışmak da gerekiyor.
[ii] 2000’ler şiiri antolojisi, Hazırlayan Cenk Gündoğdu, Kırmızı Kedi, 2016, s.46
[iii] Age, s.414
YORUMLAR