Son Dakika

kabileden-sosyalizme-alp-in-seruveni-459375.webp


“Soylu ve vahşi” başlıklı bir önceki makalem üzerine kimi soru, itiraz ve eleştiriler geldi.

Sınıfsız ama ilkel ve tarihsel işlevini çoktan yitirmiş geri bir kabile toplumunun değerlerini, insanlığın her bakımdan alabildiğine geliştiği, yetkinleştiği modern çağda savunmak ne kadar mümkün ve doğru?

Doğal insan ne demek, çağdaş insandan farklı mı, farklıysa nedir bu fark?

Bazı çevrecilerin savunduğu doğaya dönmenin bir mantığı var mı, ilkel çağlara, mağara devrine götürmez mi bu bizi?

Bizim bildiğimiz soylu, ortaçağın toprak ağaları, derebeyleri, aristokratları değil mi? Yoksa iki farklı soyluluktan mı söz etmemiz gerekir?

Yüksek ahlaki karakter anlamında soyluluğun kökeni olarak gösterilen ilkel komünal (kamucu) toplumun ahlaki değerleri ile kapitalizmin alternatifi komünist (sınıfsız) toplumun ahlaki değerleri inşa edilebilir mi? Bizde, örneğin göçebelikten yerleşik düzene geçmeye direnmenin simgesi olarak Avşar ozanı Dadaloğlu gerici, yerleşik düzeni temsil eden Osmanlı ilerici mi, ya da tersi mi doğru olan?

Yoksa biz de mi, bugün hâlâ, kapitalizmle en olgun ve nihai noktasına ulaşan uygarlıktaki insanlık dışılığı ve çürümeyi eleştirmek için ilkel insandaki ahlakı soyluluğu, erdemi yücelten “Rousseau'nun çelişkisi”ni yaşıyoruz?

Ve ilerlemenin menzilini Batı'da noktalayan kaba determinist mandacı mantığa kilitlenmiş Celal Şengör gibi kimi aydınların yaptığı gibi, onu, “erdemsiz bir bilim ve akıl düşmanı”, mağara devrine dönmenin kuramcısı olarak suçlayıp alaya mı alacağız?

'O GÜZEL İNSANLAR...' VE ALP

Bunları düşünüp soruların yanıtını bulmak için kıvranırken, Yaşar Kemal'in Çukurova romanlarında “O güzel insanlar, güzel atlarına binip gittiler...” sözü aklıma takıldı. Onun, özellikle İnce Memed, Kimsecik ve Binboğalar Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi ve Ağrı Dağı Efsanesi'nde yücelttiği “güzel insanlar” kimdi acaba?

Onlar, töreye bağlı, yiğit, namuslu, dürüst, gururlu, soylu, erdemli, mazlumu koruyan alp kişiliklerdi. Kimi sığ yorumcuların feodalizmin yüceltilmesi olarak eleştirdiği Yaşar Kemal'in bu karakterleri ve betimlemeleri, hiç de öyle düz, mekanik, kaba ekonomist ve kibirli bir entel mantıkla kıyısından köşesinden çekiştirilerek ve burun kıvırarak aşılabilecek şeyler değildir.

Anadolu efsaneleri konusunda en çok araştırma yapan, eserler veren bir yazar olarak Yaşar Kemal, Türklerin kabile eşitlikçiliği ve paylaşmacılığından feodalizme geçiş sürecinin kültürel motif ve değerlerini, davranış biçimlerini, gözlemleriyle, araştırmalarıyla ve yüksek sanatçı sezgisiyle çok iyi tanımlamış, betimlemiştir. O, Anadolu insanının özellikle ruhsal dünyasını, çağdaşlaşma sürecinde geçirilen inişli çıkışlı değişim, dönüşüm ve çatışmaları son derece derinlikli bir anlatımla yansıtabilmiştir.

Yaşar Kemal'in soylulukla ilgili betimlemeleri ikili bir nitelik taşır. Hem sınıflaşma öncesinden gelen, Türklerde Alplik geleneği olarak bilinen yüksek insani erdemlere yapılan yüceltici vurguyu içerir. Hem de feodal mülkiyetin gelişmesiyle görünüşte bu değerler şeklen korunsa da, gerçekte kökenlerindeki içerik ve anlama yabancılaşarak nasıl bir bozulma, yozlaşma ve sahteleşme sürecine girdiğini. Bu bağlamda Alplik, Soyluluk ve Erdem kavramları da, ortaya çıkış temelleri ve özleri aynı olmakla birlikte, ilkel komünizm ya da kamuculuktan bilimsel sosyalizme, sınıflı toplum uğraklarından geçen uzun tarihsel süreçte, farklı egemen sınıfların ideolojik tezgahlarında farklı damgalarla içeriklerinde değişikliklere uğramış, kirlenmiş ve yozlaşmış olarak, saygınlıkları ve etkileri büyük ölçüde aşınarak, insanlık kültüründe yer almışlardır.

Görünüşte ileri/ci olan ile geri/ci olanın hiç de toplumların gerçek gelişimini ve özgürleşme ve yetkinleşme dinamiklerini tam yansıtmadığı, hatta tersten yanıltıcı yansıttığı bir tarihsel dönemin üst üste yığılmış karmaşık ve derin sorunlarını yaşıyoruz bugün.

Üstelik bazı olgular öyle bir labirent oluşturuyor ki, bazı tarihsel olay ve kişilikleri öyle kolayca gerici ve ilerici tanım kalıplarına sığdırmak mümkün değil.

Örneğin, İslam devriminin değer ve ideallerinin en soylu temsilcisi Hz. Ali mi ileriyi ya da hakikati, doğruyu temsil ediyordu, yoksa İslamdan (feodal) bir devlet kurarak Resmi İslama damgasını vuran Arap toplumunu ekonomik, siyasal olarak belli ölçüde geliştiren bir düzen kuran, kılıç zoruyla da olsa İslamın yayılmasına hizmet ettiği iddia edilen Muaviye-Yezid ve Emeviler mi? Yoksa, ikisi de feodal iktidar için mücadele ediyordu deyip tartışmanın üstünü örtüp, kestirip atalım mı?

Şeyh Bedreddin mi tarihi ilerleten bir düşünce ve eylemin temsilcisiydi, yoksa henüz genel olarak Anadolu ve Balkanlarda adaletli bir toprak ve vergi sistemi uygulayarak üretici güçleri geliştirme enerjisini tüketmemiş olan Osmanlı feodal düzeni ve devleti mi?

Özetle, Aydınlanmanın, Bilimsel Devrim ve Sanayi Devrimlerinin zirvesinde üretici güçleri geliştiren kapitalizm ve onun ahlakı mı ileriydi, yoksa Rousseau'nun “doğal insan”da gördüğü, kökü kabile/boy eşitlikçiliğine ve onun Alplik kurumuna dayanan ahlaki değerler mi?

Bu soruların bugün tekrar gündeme gelmesinin, bence de özellikle tartışılmasının en önemli nedeni, başta insanlığın, derin bir yabancılaşma, yapaylaşma, başkalaşma ya da sahteleşme alçalışı içinde kıvranmasıdır. İkincisi de insanın doğallığının en temel güvencesi ve koşulu olan doğanın atmosferin, dağların, ormanların, suların, toprakların kirlenmesi, zehirlenmesi ve yok olma tehlikesini yaşamasıdır. Kuşkusuz kapitalizmin doğaya yönelik bu yıkıcılığı, insanı ve insani değerleri de kirletip, zehirleyip yıkıma uğratmaktadır.

Son üç yüz yıldır Aydınlanma ve akılcılıkla, bilimsel devrimle doğrudan bağlantılı olan kapitalizmin ve bireyin gelişmesi nesnel, vazgeçilemez bir zorunluluk olarak yaşandı. İnsanlık kendini geliştiren bu zorunluluğun kuşatıcılığında işin nereye varacağını süreç içinde, henüz tehlike çanları çalmadan sezse bile yüksek bir kesinlikle öngöremezdi.

Kapitalizmin yıkıcılığı konusunda en yüksek kesinlik taşıyan öngörüyü yapan Marks ve Engels bile, özellikle doğanın yıkımı konusunda, ancak sezgisel ve sınırlı bir fikre sahiptiler. Üstelik olağanüstü artan nüfus ve getireceği sorunlar konusunda, nüfus artışının bir tehlike olmadığını ileri süren kimi hatalı yaklaşımlar gösterdiler.

SINIFLI TOPLUMLAR

Öncelikle, bir önceki yazımda özünü yansıttığım buradaki düşüncemin felsefi, teorik temelini biraz daha açmak istiyorum. Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel ve Diyalektik Materyalist (tez-antitez-bir üst düzeyde sentez) yöntemine göre, ilkel komünal toplumların (temel veri, tez) sınıflı toplumlarla yadsınması (anti tez) ve sınıflı toplumların ve insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının son biçimi olan kapitalizmin, sömürücü özel mülkiyetin aşılmasıyla (inkar) bir üst düzeyde sentezin gerçekleşmesi öngörülür.

Yani sınıflı toplumlar insanlığın gelişmesinde önlenemez, kaçınılmaz, zorunlu bir ara aşamadır. Bu zorunluluk insanın bireysel yetileri açısında gelişip yetkinleşmesi bağlamında, kamunun artı emekten elde ettiği birikimle sağlanan, işbölümü gereği oluşan örgütlülük, hiyerarşi ve kurumlaşan entelektüel zümre, yani yöneticilik, güvenlik, bilimsel ve sanatsal etkinlik için gerekliydi.

Söz konusu zorunluluğun geleceğe dönük ucu, mekanik, ekonomist nedenselliğe bağlı bir zorunluluk değildir. İçinde yaşadığımız çağda sosyalizm olarak birçok deneyimin yaşandığı, sayısız rastlantısallığı, seçeneği içinde barındıran ve dolayısıyla insanlığın örgütlü öznel iradesinin, bilinçli çabasının tayin edici rol oynadığı bir zorunluluk sürecidir. Yani her zorunluluk belli rastlantısallıkları içerdiği gibi, her rastlantı da belli bir zorunluluğu içerir. Kuşkusuz doğa ve toplum yasalarına dayanan nesnellikler, toplumların devrimci değişim süreçlerinde belirleyici olan insanın bilinçli öznel çabasını da bir zorunluluk olarak içerir.

Aynı zamanda, belli bir artı ürünün yaratılması, bilimin ve teknolojinin gelişmesine bağlı olarak kaçınılmaz olan işbölümü ve nihai olarak toplumun sınıflara bölünmesi, insanlığın bir başka alanda ödediği bedel pahasına gerçekleşmiştir. İşte ödenen o bedel, insanlığın ahlaki düzlemde alçalmasıdır, yani insanlığın bazı soylu değerleri, erdemleri kaybederek ahlaki olarak yozlaşması, kirlenmesidir. Kuşkusuz toplumu yöneten egemen sınıfların temsil ettiği bu alçalışa direnenler, geçici olarak yenilseler de hep var olmuştur. Sınıflı toplumların, özellikle kapitalizmin dayattığı bireysel çıkarlarla bağlantılı ikiyüzlülük, yalan, bencillik, zayıfları aşağılama, mülk sahibi ya da daha zengin olmanın getirdiği kibir, güçlüye yaltaklanma, sözünün eri olmama, dostunu satma gibi davranışlar, bu insani alçalışın değişik biçimleridir. Özetle, emek ürünü olmayan her servetin karşılığı, ahlaki, insani, vicdani değerlerde bir alçalıştır.

İNSANIN ÖZGÜRLEŞMESİ

Kuşkusuz konumuz açısından bu sürecin en önemli ve amaçsal sorunu ya da dinamiği temelinde ekonomik sömürü ve köleliğin olduğu sınıfların oluşması ve devletleşmeyle başlayan üreten insanın emeğine ve doğaya yabancılaşmasına son verilmesidir. Emeğin ve insanın bu yabancılaşmadan kurtulması, kendi olması, kendi bütünlüğüne kavuşması, yani gerçek anlamda özgürleşmesi sorunudur.

Özetle ilkel sınıfsız toplum, sınıflı toplum ve ileri sınıfsız toplum anahtar kavramları temelinde, aynı kökten ayrışan iki tür soyluluğun karşıtlığının ve çatışmasının yaşandığı bir tarihsel evredeyiz. Konumuzun can damarını, kökü binlerce yıllık sınıfsız toplumlarda olan insani soyluluğun, “soylu ruhun”, erdemliliğin, sınıflı toplumların içinden savaşarak, yetkinleşerek geçtiği inişli çıkışlı uzun serüveni oluşturuyor.

Bütün nitelikli vecizler, özdeyişler, aforizmalar, kahramanlıklar, bilgelikler, dervişlikler, peygamberce tavır ve davranışlar, hepsi de insanın insanlaşma süreci dediğimiz bu büyük serüvenin trajedik, dramatik ifadeleri, biçimleridir. Bütün sanatsal etkinlikler ve sanat yapıtları, özünde bu uzun dağdağalı serüvenin trajik, dramatik ve komik biçimler alan gerçekliğini açıklar.

50 hatta 100 bin yıllık homo sapiens (akıllı) insanın insanlaşma sürecinde ürettiği, bilinçaltına kodlanmış ve en üst ahlaki biçimi kabile -daha sonra kamu, devlet, ulus- için bireyin kendini feda etmek olan yüksek, yani soylu ahlaki erdemler, işbölümü ve sınıflı toplumlar sürecinde gerçek ve sahte ikili bir karaktere bürünmüştür.

Ve uygarlıkların, dinlerin literatürüne, edebiyatına, sanatına, ahlakına giren, yalan, ikiyüzlülük, hile, sahtekarlık, alçaklık, şerefsizlik olarak adlandırılan bütün insani alçalışlar ve kirlenmeler bu sınıflı toplumlar sürecinin ürünüdür. Bütün bunların da temelinde, Kuran ve İncil'in de özünü, ruhunu oluşturan, emeğin ürünü olmayan, haksız mülk edinme, başkalarını sömürme ve köleleştirme yatar.

TÜRKLERDE ALPLİK

Peki, Türklerde Alplik kurumu ile ifade edilen bu yiğitlik, mertlik, dürüstlük, alçak gönüllülük nasıl olmuş da, mülk sahibi, mazlumu ezen, sömürücü, kibirli sahte soyluya, daha doğrusu ata mirası çakma soyluya, daha sonra ahlaki olarak soysuz bir kişiliğe evrilmiştir?

Bunun sırrı, kuşkusuz kan bağının bu değerleri aynen taşımaya yetmediği, kan bağına bakmaksızın halkın vicdanında ve bilincinde toplumsal pratiğin her zaman belirleyici olduğundadır. Bu nedenle atadan soylu kişiliğin, sınıflaşma ve mülk edinme süreciyle birlikte tam karşıt niteliklere dönüşebilmesidir işin aslı.

“Soylu” kavramının Türkçe sözlükteki karşılığı, “köklü bir aileden gelmek, iyi bir eğitim görmek ... vb” olarak geçer. Toplumumuzda somut biçimi “bey”, “ağa” olan bu tanım, feodal ve kapitalist toplumda, dolayısıyla bizim ülkemizde egemen ve büyük mülk sahibi sınıflara yakıştırılan, çoğunlukla ekonomik ve siyasal gücü ifade eden bir kavramdır.

Oysa “köklü bir aileden gelme”nin üstündeki örtüyü kaldırdığımızda, o köklülüğün temelinde, kabile eşitlikçiliği ve kültürüne özgü, saygınlığını kahraman, yiğit, namuslu, dürüst, sözünün eri, paylaşmacı, mazluma el kaldırmayan, koruyucu Alp kişiliğiyle kazanmış Boy Beyi ya da Han çıkar. Bu kişiliklerin ve temsil ettikleri kültürün en son ve çarpıcı örneklerini Dede Korkut Destanında da görürüz.

Türklerin töresinde “Ağa” ise, kabile/boy beyi Hanın temsil ettiği saygınlığın, Ata kültü bağlamında Han ailesinin en büyük erkeği olarak boy/aşiret beyi olmasından kaynaklanır. Genellikle seçimle gelen boy beyleri töresi giderek sınıflaşmayla birlikte yozlaşmış, eski alp kültürünün özelliklerini fazla taşımayan ve saygınlığını, kamu için hayatını ortaya koyan savaşçılığı ve yiğitliğinden değil, babadan kalma büyük mülkün sahibi olmaktan alan ağalık kurumuna dönüşmüştür. İşte Yaşar Kemal'in romanlarında, aynı kişide veya farklı karakterlerde yansıttığı şey, bir taraftan kökensel gerçek soyluluğu şeklen koruma gösterisi sürdürülürken, diğer yandan soyluluktaki bu çürüme ve yozlaşmanın çeşitli biçimlerinin anlatımıdır.

Böylece, gerek Türklerin kitleler halinde Anadolu'ya yerleştiği Selçuklu döneminde, gerekse Osmanlının kuruluş yıllarında tanık olduğumuz, kamu, kavim, boy ve İslam için savaşmak dışında hiç bir beklentileri olmayan Alpler, alperenler, aptallar, dervişler, deliler, zamanla önemini ve saygınlığını yitirmiş, kalanlar da büyük bir değişime uğrayarak çoğunluğu yerel derebeyliğe, ağalığa ve ayanlığa dönüşmüştür.

İnsanlık için anlamını ve önemini koruyan hiç bir değer, kavram ve kurum, bir dönem üstü küllenip tarih sahnesinden çekilmiş görünse de kaybolmuyor. Belli bir akış yatağı bulamayan suyun bir başka yerden çıkmak üzere toprağın derinliklerine aktığı gibi, yüksek insani değerler de tarihin derinliklerinde yeniden filiz verip yeşereceği uygun tarihsel-toplumsal koşulları bekler; acelesi yoktur.

Bizim Alplik töresine dayandırdığımız soylu, kamu için hayatını ortaya koyan, mülk edinme diye bir derdi olmayan, hatta mülk edinmeyi ahlaki bozulma olarak gören, dürüst, namuslu, sözünün eri, mazluma, kadına ve çocuğa kılıç kaldırmayan yiğit kişilikler, kahramanlar ve halk bilgeleri geçtiğimiz son bin yılda kurum olarak ciddi bir değer kaybetse de, halkın gönlünde soylu ve saygın yerlerini hep korumuştur. Yani alplik, yiğitlik, dürüstlük, sınıflaşmayla birlikte toplumun tepelerinden, aristokrat ayrıcalıklar dünyasından halkın, emekçilerin dünyasına doğru sürülmüştür.

MODERN ÇAĞDA SOYLU KİŞİLİK

Soylu değerlerin ve soyluluğun bu sürgünü, aslında sürgünden çok asli sahiplerine dönmesidir. Böylece, eşitsizliklerin ve eşitsizlik temelli adaletsizliklerin ipini koparıp kol gezdiği modern çağda soylu kişilik ile “vahşi”, “yabani” kişilik bütünleşmiş olarak egemen sömürücü sınıfların karşısında kendini yeniden yaratmaktadır. “Vahşi”, “yabani”, “eşkıya”, artık, gerçek haydut kapitalist tekellerin sömürü ve yağma çarkına taş koyan, namuslu, yiğit halk önderleridir.

Kapitalist emperyalist sistemin ideologları, besleme trolleri ve tetikçileri istedikleri kadar anarşist, terörist, eşkıya vs. desin, mevcut sisteme karşı duruşun ve mücadelenin gerisindeki gerçek etik/ahlaki duruş değişmez.

Başlangıçta, kabileden feodalizme geçişte eski geleneksel eşitlikçi düzeni ve değerleri koruma mücadelesi veren soylu, erdemli kişi, şimdi, mevcut eşitsizliklere ve ahlaki çürümeye dayanan geleneksel sömürücü, soygun ve talan düzenini yıkma mücadelesi veriyor, vermek zorunda.

Bu çağda soylu, erdemli, yiğit, kahraman kişiliğin, çağdaş Alp'in hangi biçimlerde ortaya çıktığını saymaya bile gerek yok. Adı, kapitalizm ve emperyalizmi, her türlü toplumsal eşitsizliği ve adaletsizliği ortadan kaldırmaya and içmiş, devrimcidir, sosyalisttir, işçi önderidir, halk önderidir; adı, tam bağımsızlıkçı, vatansever, milliyetçi gerçek bir Kemalisttir; adı, kadın cinayetlerine, katliamlara son vermeye and içmiş, başkaldırmış gerçek bir Cumhuriyet kadını ve erkeğidir; ve adı, doğanın yıkımına son vermeye and içmiş ve bu nedenle yurtsever ve anti kapitalist gerçek bir çevrecidir.

Toparlarsak, Spartaküs'ten, Hz. Ali'ye, Hallacı Mansur ve Karmatilerden Babekilere, Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa'dan Pir sultan Abdal ve Dadaloğlu'na, Resneli Niyazi'den Mustafa Kemal'e, soylu, yiğit, kamucu alp ruhu, halkın ve ulusun bağrından, zengin, verimli gönül dünyasından beslenerek kendini yeniden yeniden yaratmakta ve üretmektedir.

İnsanlık için ve inançları uğrunu başlarını veren o büyük insanlar fiziki olarak yenilirken ve katledilirken ideallerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine, insanlığın galip geleceğine derin bir inançla gülümsüyorlardı.

Çünkü haklıydılar, çünkü sezgileriyle, yürekleriyle, bilinçleriyle on binlerce yıllık insanlaşma birikiminin vicdanlarda yoğunlaşmış büyük enerjisinden güç alıyorlar ve insan olmanın büyük ideallerinin savaşçısı olduklarını biliyorlardı.

Tarihin diyalektik akışı, maddi yenilginin asla bir yenilgi olmadığını, tam aksine bu yenilgilerin, her zaman gerçek, haklı, doğru fikirlerin manevi zaferinin kaçınılmaz temelini, kaldıracını oluşturduğunu biliyorlardı.

Hepsi bir devrimci altüst oluş ve atılımla gerçekleşen büyük uygarlık değişimlerinde İbni Haldun'un “Asabiye”, Marksistlerin “Barbarlık aşısı” olarak tanımladığı eşitikçi kabile dayanışmasındaki passioner yüksek enerjinin temsilcisidir Alplik, soylu kişilik.

Her bakımdan ve ahlaken çürüyen Roma'nın yıkılışında Attila ve Hunların, ayrıca Cermenlerin temsil ettiği Barbarlık, İslamın doğuşundaki Hz. Ali'nin temsil ettiği bilge savaşçılık, keza Osmanlının kuruluşundaki Alperenlik, Abdallık, Dervişlik, Ahilik, Delilik, hepsi de Alpliğin, soylu kişiliğin ete kemiğe bürünmüş biçimleridir.

Bugün insanlığın binlerce yıllık deneyimlerle biriktirip ördüğü, dokuduğu, damıtıp süzdüğü, soylu, yüce, yüksek insani değerler artık dağa çıkmıştır, isyandadır. Bu dağa çıkış, illa ki elde silah, fiziki, gerçek bir dağa çıkma değildir elbette. Gerçek dağlar, yani doğa hâlâ manevi arınma için en önemli sığınağımızdır. Böyle olsa da, O, ruhumuzdaki, gönlümüzdeki, insanlık, eşitlik, özgürlük, kardeşlik değerlerinin teslim olmaz, boyun eğmez mekânlarıdır. Gönlümüz dağdaysa eylemimiz de orada olmak zorundadır.

Bugün, asla teslim alınamaz, ele geçirilemez, kirletilemez doğal insani özümüzün, onun soylu, erdemli değerlerinin mekânı, üssü, karargâhı ezilenlerin, mazlumların, emekçi halkın ve namuslu aydınların gönlüdür, vicdanıdır.

Hak ve adalet için, özgürlük ve eşitlik için mücadele, ezilenlerin gönlünde yurt tutan soylu insani vicdanın akılla, bilimle, sanatla ve doğayla birleştiği bir mücadele olacaktır.

Mehmet Ulusoy
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler