alper-erdik-post-truth-13062025215913.jpg


Neoliberal kapitalist sistem, devletlerin temel ekonomik yöneliminde uzunca süredir egemen paradigmadır. Bu da toplumsal yapı, politika, gündelik yaşam pratikleri ve kültür gibi başlıkların da bu sistemin ideolojik formasyonuna uygun olarak şekillenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde siyaset yapma iddiasındaki aktörler de bu yüzden birbirine benzemektedir. Dünyanın pek çok yerinde söylemlerini meşrulaştırmak, seçim süreçlerinde başarı kazanmak, rakiplerini itibarsızlaştırmak için yalana, çarpıtmaya, suçlamalara yönelen (birbirlerinin karşıtı gibi görünseler de birbirlerine hayli benzeyen) yeni politikacılar bu aşamanın ürünüdürler. Bu ekonomik temelin sağladığı olanaklarla ortaya çıkan ve adeta bu temeli tahkim etmesi amacıyla kullanılan yeni medya araçlarıysa bu dönemin siyaseti ve siyasetçileri için önemli bir enstrümandır. Çünkü yeni medyanın temel ayırıcı özellikleri olan hız, etkileşimlilik, bağlantısallık gibi unsurlar geniş kitlelere ulaşmak ve onları yönlendirmek için oldukça önemlidir. Post-truth kavramı ile tanımlanan hakikatin önemsizleştirilmesi, yalanın ve yanlışın normalleştirilmesi, kitlelerin doğruyla bağının koparılması eylemlerinin pek çoğu yeni medya üzerinden yapılmaktadır.

Oxford Sözlükleri’nde “nesnel olguların, kamuoyu oluşturmada, duygulardan ve kişisel inançlardan daha az etkili olması durumu” olarak tanımlanan ve 2016’da “yılın kelimesi” seçilmesi sonrasında daha çok konuşulur olan post-truth kavramı ilk kez 1992’de yazar Steve Teisch tarafından kullanılmış, kitap boyutunda ayrıntılı biçimde ise 2004’te Ralph Keyes’çe ele alınmıştır. Post-truth sürecini besleyen etkenleri postmodernizm, yeni medya düzeni, demokrasiye duyulan güvenin azalması ve popülizm olarak sıralayan Yalın Alpay’a göre, “hakikatlerin önemsizleşmesi döneminde, herkes için aynı anda kabul edilebilir, nesnel hakikatler önemini yitirmiştir. Kitlelere en popülist yöntemlerle yöneltilen, kitlelerin inançlarına, duygularına, toplumsal değerlerine oynayan ifadeler, bir süre sonra hakikate dönüşebilmekte ve o kitle için başka bir hakikatin anlamı ve önemi kalmamaktadır” (Yalanın Siyaseti, Destek Yayınları, 2017, s. 33).

Nilgün Tutal da kavramın bu yönüne ilişkin olarak post-truth döneminde gerçek ile gerçeğin insan zihnindeki yansıması arasındaki bağlantının kaybolduğunu; insanın gördüğünü, düşündüğünü veya hissettiğini gerçeğe sadık kalarak ifade etmesine dair ahlaki ve etik ilkenin umursanmadığını ve bir anlatıcının anlatısında ya da tanıklığında olguya sadık kalmayıp samimiyeti ve dürüstlüğü önemsemediğine işaret etmektedir (“Post Gerçek: Şeytanla İmzalanan Yeni Sözleşme”. Varlık, 1316. sayı, s. 6).

Hakikat sonrası çağda söylemlerin toplumun duymak istediği biçimde tanzim edildiği ancak arkada çok farklı bir gerçeklik olduğunu belirtmek gereklidir” (Yeşim Hafızoğlu, Hakikat Sonrası Çağda Kadın ve Siyaset, Gazi Kitabevi, 2001, s. 21). Zira “ekonominin küreselleşmesiyle ve ulus devletin zayıflamasıyla bağlantılı olarak, halk, politik, ekonomik ve kültürel elitin kendisini kaderine terk ettiğine kanaat getirmektedir.” (Nilgün Tutal, agy) Bu yüzden insanlar kendilerine sunulanın doğruluğunu sorgulamaktan uzaklaşmakta ve bir anlamda yalanın sıradanlaşmasına göz yummakta, hatta bazı durum ve olaylarda yalan üretim sürecinin parçası olmaktadırlar.

Hakikatin önemsizleştirilmesi sürecinde yeni medya ortamlarının rolü de sıkça tartışılmaktadır. Platformların yararlarının yanında getirdiği olumsuzluklardan da biri de post-truth bağlamında ele alınmaktadır. Konuyla ilgi, Orhan Şener, “içerik bombardımanı karşısında paralize olan ve ilgisini nereye yönelteceğini bilemeyen kullanıcının dikkatini çekmek için türlü yollar deneyen içerik üreticiler, rasyonel argümanın sıkıcılığındansa daha etkili olduğunu düşündükleri (ve gerçekten genelde daha etkili olan) sansasyonel, kısa, yüzeysel, spekülatif içerikler üretiyor ve dolaşıma sokuyorlar” (“Post Gerçek Dönem: Sebepler ve Sonuçlar”, Varlık, 1316. sayı, s. 17) demektedir.

Yeni medya ortamlarının kullanıcılara sunduğu hızlı iletişim ve etkileşim gibi olanaklarla beraber, üretilen içeriklerin doğrulanmasının vakit alması, kaynakların çoğu kez anonim olması; bunun yanında, değişen sosyokültürel yapı nedeniyle alıcıların da dezenformasyona çoğu zaman bir itirazının bulunmaması post-truth döneminin öne çıkan noktalarıdır.

Post-truth kavramını klasik yalan üretme eyleminden ayıran da budur. Bu dönemde etik ve ahlaki anlayışlar yerini pragmatizme terk etmiştir. Muarız olarak etiketlenen kişi ve odaklara karşı başarı sağlamak, üstünlük kurmak niyeti ile girişilen çarpıtma süreci yeni medyanın sağladığı koşullarda büyüme olanağı bulmuştur. Çünkü kötüleşen ekonomik koşullar nedeniyle mağdur kitleler, popülist lider ve odaklarca kolayca kandırılmakta ve yönlendirilmektedir. Somut şartları somut biçimde analiz etme amacı olmayan bu kesimler, var olan her olgu düzleminde kendilerine kolayca bir “düşman” bulabilmekte ve yeni medya ortamlarında bu “düşman”lara karşı savaşabilmektedir.

Teknolojik gelişimi kendi konumlarına zarar vermediği müddetçe destekleyen egemen sınıfların bu süreçte asıl kazanan olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Bu sayede çünkü yoksunluk, yoksulluk, sömürünün üzerine bir perde çekilmektedir. Bu perdeyi indirmek için öncelikle yapılacak olansa yeni medyanın bu süreçteki etkisinin objektif biçimde ele alınarak değerlendirilmesi, insanlığın gelişiminin bir sonucu denilerek sunulan her şeyin ekonomik-politik sistem içerisindeki yerinin doğru analiz edilmesidir.

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler