Post-truth kavramı bağlamında yeni medya
Neoliberal kapitalist sistem,
devletlerin temel ekonomik yöneliminde uzunca süredir egemen
paradigmadır. Bu da toplumsal yapı, politika, gündelik yaşam
pratikleri ve kültür gibi başlıkların da bu sistemin ideolojik
formasyonuna uygun olarak şekillenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu
dönemde siyaset yapma iddiasındaki aktörler de bu yüzden
birbirine benzemektedir. Dünyanın pek çok yerinde söylemlerini
meşrulaştırmak, seçim süreçlerinde başarı kazanmak,
rakiplerini itibarsızlaştırmak için yalana, çarpıtmaya,
suçlamalara yönelen (birbirlerinin karşıtı gibi görünseler de
birbirlerine hayli benzeyen) yeni politikacılar bu aşamanın
ürünüdürler. Bu ekonomik temelin sağladığı olanaklarla ortaya
çıkan ve adeta bu temeli tahkim etmesi amacıyla kullanılan yeni
medya araçlarıysa bu dönemin siyaseti ve siyasetçileri için
önemli bir enstrümandır. Çünkü yeni medyanın temel ayırıcı
özellikleri olan hız, etkileşimlilik, bağlantısallık gibi
unsurlar geniş kitlelere ulaşmak ve onları yönlendirmek için
oldukça önemlidir. Post-truth kavramı ile tanımlanan hakikatin
önemsizleştirilmesi, yalanın ve yanlışın normalleştirilmesi,
kitlelerin doğruyla bağının koparılması eylemlerinin pek çoğu
yeni medya üzerinden yapılmaktadır.
Oxford Sözlükleri’nde
“nesnel olguların, kamuoyu oluşturmada, duygulardan ve kişisel
inançlardan daha az etkili olması durumu” olarak tanımlanan ve
2016’da “yılın kelimesi” seçilmesi sonrasında daha
çok konuşulur olan post-truth kavramı ilk kez 1992’de yazar
Steve Teisch tarafından kullanılmış, kitap boyutunda ayrıntılı
biçimde ise 2004’te Ralph Keyes’çe ele alınmıştır.
Post-truth sürecini besleyen etkenleri postmodernizm, yeni medya
düzeni, demokrasiye duyulan güvenin azalması ve popülizm olarak
sıralayan Yalın Alpay’a göre, “hakikatlerin önemsizleşmesi
döneminde, herkes için aynı anda kabul edilebilir, nesnel
hakikatler önemini yitirmiştir. Kitlelere en popülist yöntemlerle
yöneltilen, kitlelerin inançlarına, duygularına, toplumsal
değerlerine oynayan ifadeler, bir süre sonra hakikate
dönüşebilmekte ve o kitle için başka bir hakikatin anlamı ve
önemi kalmamaktadır” (Yalanın Siyaseti, Destek
Yayınları, 2017, s. 33). Nilgün Tutal da kavramın bu
yönüne ilişkin olarak post-truth döneminde gerçek ile gerçeğin
insan zihnindeki yansıması arasındaki bağlantının kaybolduğunu;
insanın gördüğünü, düşündüğünü veya hissettiğini
gerçeğe sadık kalarak ifade etmesine dair ahlaki ve etik ilkenin
umursanmadığını ve bir anlatıcının anlatısında ya da
tanıklığında olguya sadık kalmayıp samimiyeti ve dürüstlüğü
önemsemediğine işaret etmektedir (“Post Gerçek: Şeytanla
İmzalanan Yeni Sözleşme”. Varlık, 1316. sayı, s. 6). “Hakikat sonrası çağda
söylemlerin toplumun duymak istediği biçimde tanzim edildiği
ancak arkada çok farklı bir gerçeklik olduğunu belirtmek
gereklidir” (Yeşim Hafızoğlu, Hakikat Sonrası
Çağda Kadın ve Siyaset, Gazi Kitabevi, 2001, s. 21). Zira
“ekonominin küreselleşmesiyle ve ulus devletin zayıflamasıyla
bağlantılı olarak, halk, politik, ekonomik ve kültürel elitin
kendisini kaderine terk ettiğine kanaat getirmektedir.”
(Nilgün Tutal, agy) Bu yüzden insanlar kendilerine sunulanın
doğruluğunu sorgulamaktan uzaklaşmakta ve bir anlamda yalanın
sıradanlaşmasına göz yummakta, hatta bazı durum ve olaylarda
yalan üretim sürecinin parçası olmaktadırlar. Hakikatin önemsizleştirilmesi
sürecinde yeni medya ortamlarının rolü de sıkça
tartışılmaktadır. Platformların yararlarının yanında
getirdiği olumsuzluklardan da biri de post-truth bağlamında ele
alınmaktadır. Konuyla ilgi, Orhan Şener, “içerik
bombardımanı karşısında paralize olan ve ilgisini nereye
yönelteceğini bilemeyen kullanıcının dikkatini çekmek için
türlü yollar deneyen içerik üreticiler, rasyonel argümanın
sıkıcılığındansa daha etkili olduğunu düşündükleri (ve
gerçekten genelde daha etkili olan) sansasyonel, kısa, yüzeysel,
spekülatif içerikler üretiyor ve dolaşıma sokuyorlar”
(“Post Gerçek Dönem: Sebepler ve Sonuçlar”, Varlık,
1316. sayı, s. 17) demektedir. Yeni medya ortamlarının kullanıcılara
sunduğu hızlı iletişim ve etkileşim gibi olanaklarla beraber,
üretilen içeriklerin doğrulanmasının vakit alması, kaynakların
çoğu kez anonim olması; bunun yanında, değişen sosyokültürel
yapı nedeniyle alıcıların da dezenformasyona çoğu zaman bir
itirazının bulunmaması post-truth döneminin öne çıkan
noktalarıdır.
Post-truth kavramını klasik
yalan üretme eyleminden ayıran da budur. Bu dönemde etik ve ahlaki
anlayışlar yerini pragmatizme terk etmiştir. Muarız olarak
etiketlenen kişi ve odaklara karşı başarı sağlamak, üstünlük
kurmak niyeti ile girişilen çarpıtma süreci yeni medyanın
sağladığı koşullarda büyüme olanağı bulmuştur. Çünkü
kötüleşen ekonomik koşullar nedeniyle mağdur kitleler, popülist
lider ve odaklarca kolayca kandırılmakta ve yönlendirilmektedir.
Somut şartları somut biçimde analiz etme amacı olmayan bu
kesimler, var olan her olgu düzleminde kendilerine kolayca bir
“düşman” bulabilmekte ve yeni medya ortamlarında bu
“düşman”lara karşı savaşabilmektedir. Teknolojik
gelişimi kendi konumlarına zarar vermediği müddetçe destekleyen
egemen sınıfların bu süreçte asıl kazanan olduğunu da
belirtmek gerekmektedir. Bu sayede çünkü yoksunluk, yoksulluk,
sömürünün üzerine bir perde çekilmektedir. Bu perdeyi indirmek
için öncelikle yapılacak olansa yeni medyanın bu süreçteki
etkisinin objektif biçimde ele alınarak değerlendirilmesi,
insanlığın gelişiminin bir sonucu denilerek sunulan her şeyin
ekonomik-politik sistem içerisindeki yerinin doğru analiz
edilmesidir.
Gercekedebiyat.com