Son Dakika

selim-esen-ataturk-bulvar-1022024224455.jpg


Bilindiği üzere, iletişim bir davranış biçimidir. Yemek yeme, hareket etme uyuma, uyanma gibi… İnsanoğlu, ateş, duman Afrika tamtamları, haberci güvercini derken, ışık aracılığıyla, elektrikle. Sonra da bilgisayar, internet derken dijital çağla, son olarak da yapay zekâ ile tanıştı. Ama bu saydıklarımız arasında kullandığımız bir haberleşme alışkanlığı var ki, yıllar geçse de değerinden hiç kaybetmiyor.

 Mektup…

 Uzaktaki arkadaşa, sevgiliye, dosta ya da bir yakına yazılan kısa-uzun satırlar. Mektup’ ta duygular, düşünceler ve anlatılmak istenen konular yer alabilir. Kullanılan dil gönderilen kişiye göre değişebilir. Çünkü mektubun kime hitap ettiği önemlidir.

 Günümüzde mektup artık zarfa konma özelliğini kaybetse de önemini yitirmedi. Hitapla başlanır mektuba. Bu yazılan kişiyle yazan kişi arasındaki ilişkiye göre değişir. Hitap sözü, tarih ve yerin yazıldığı hizadan biraz aşağıda sol üst köşede satır başı yapılarak yazılır. Mektup zarfa konur. Gönderenin adresi sol üst köşede, alıcının adresi sağ alt köşede yer alır.

 

 NAZIM HİKMET'TEN ATATÜRK'E MEKTUP

 Gelelim belleğimizde yer eden bazı mektuplara…

 Nazım Hikmet, Türkiye Komünist Partisi’nin içinde aktif faaliyetlerde bulunmaktan tutun da Harbiyeli iken, Türk Ordusunu “isyana teşvik” suçlamasına, Hopa’dan ülkeye kaçak girişine kadar bir dizi suçlamalardan dolayı yargılanmış, ceza almış ve hapis yatmış büyük şairimizdir. Edebiyat eleştirmenleri ve tarihçileri tarafından “Romantik Sosyalist” ya da “Romantik Devrimci” olarak da anılan Nazım Hikmet, bu suçlamalardan dolayı aldığı yirmi yıl ceza karşısında annesi ressam Celile Hanım ile birlikte 1938 yılında Atatürk’ten af dileyen bir mektup kaleme aldı. Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde yer alan ve hastalığı nedeniyle Atatürk’e ulaştırılamadığı söylenen 18 Ağustos 1938 tarihli mektup “Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek Katına” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:

 “Türk Ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını ‘isyana’ teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılabına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim… Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”

 

 ADOLF HİTLER'İN İNÖNÜ'YE MEKTUBU

 Bir büyük şair bir cumhurbaşkanına mektup yazarken, bir başka Devlet Başkanı, muhatabı bir başka ülkenin cumhurbaşkanına mektup yazabiliyor. İşte dünyayı kana bulayan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri, Şansölye, diktatör Adolf Hitler’in İnönü’ye mektubu:

 “Türkiye Cumhurbaşkanı,

 Ekselâns Bay İsmet İnönü / Ankara

 Bay Başkan,

 Alman Hükümeti’nin arzusu hilâfına ve İngiltere ve Fransa’nın 3 Eylül 1939’daki savaş ilânı kararıyla Alman halkına empoze edilen savaşta, Alman Reich’ının şu sıradaki hedefi, Avrupa kıt’asında İngiliz nüfuzunu bertaraf etmektir. Bu asırlardan beri devam eden, Avrupa’daki devletleri birbirine karşı oynayarak yıpratma metoduna son vermenin bir şartını teşkil etmektedir. İngiltere’nin, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde askeri nüfuz kazanma yolundaki gayretleri, Alman Reich’ını, bu bölgelerde, toprak kazanma yönünde veya siyasi mahiyette herhangi bir başka maksada matuf olmayan önleme tedbirleri almağa mecbur kılmaktadır. Bu bakımdan Ekselâns, size, Yunan topraklarına yerleşme yolundaki İngiliz tedbirlerinin gitgide tehditkâr bir mahiyet aldığı şu sırada, bu şartların gerektirdiği muayyen mukabil tedbirleri almağa karar verdiğimi açıklamak isterim.

 Bu sebeple Bulgar Hükümeti’nden, Alman Silahlı Kuvvetleri’nin bir kısım birliklerine, bu yoldaki belirli emniyet tedbirlerini uygulamak için müsaade etmesini rica etmiş bulunuyorum. Öteden beri Almanya’ya karşı dostluk münasebetleri içinde bulunan Bulgaristan, bu münasebetleri, Üçlü Pakta katılmak suretiyle daha da takviye etmiş ve alınacak tedbirlerin Türkiye’ye yönelmeyeceğinden emin olarak, bunların uygulanması için gerekli müsaadeyi vermiştir.

 Ben de Ekselâns, size, bu fırsattan istifade ederek resmen bildiririm ki, Almanya’nın bu tedbirleri, hiçbir şekilde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne veya siyasi bütünlüğüne yönelmiş değildir. Aksine, birlikte yürüttüğümüz büyük ve hayati savaşın hatıralarıyla ve bu savaşı takip eden ızdıraplı yılların hatıralarıyla meşbu olarak, size, Almanya ve Türkiye arasında gerçek dostluğa dayanan bir iş birliği için istikbalde dahi bütün şartların mevcut olduğuna kesin olarak inandığımı belirtmek isterim. Zira:

 1) Almanya bu bölgelerde hiçbir toprak menfaati peşinde değildir. Alman birlikleri, bahis konusu tehlikelerin giderilmesinden hemen sonra Bulgaristan’ı ve -Devlet Başkanı Antenoscu ile mutabakat halinde- Romanya’yı terk edeceklerdir.

 2) Savaşın sona ermesinden sonra Avrupa’nın yaralarını sarma yolunda başlayacak ekonomik gelişme, Almanya’yı ve Türkiye’yi zaruri olarak, tekrar yakın münasebetler içine sokacaktır. Bu alanda önemli bir faktör, Almanya’nın menfaatini, sadece kendi endüstri mallarının satışında görmediği, aynı zamanda en büyük alıcı olma eğilimini de taşıdığıdır.

 Bunların dışında inanıyorum ki, savaştan sonra gerçekleşecek yeni sınırlar nizamı, Almanya’yı hiçbir şekilde Türk hükümetinin hedefleriyle karşı karşıya getirmeyecek, aksine iki devletin yakınlaşması, bu alanda da hem Türkiye’nin, hem de mihver devletlerinin menfaatine olacaktır.

 Bu bakımdan ben şimdi olduğu gibi istikbalde de, Almanya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirebilecek hiçbir sebep olamayacağı görüşündeyim. Bu düşüncelerle, Bulgaristan’da ilerleyen Alman birliklerinin, Türk sınırından, orada bulunmalarının maksadı hakkında yanlış bir yorumda bulunulmasına meydan vermeyecek kadar uzak kalmalarını emrettim.

 Şu kayıtla ki, Türk hükümeti, bizi, bu tutumumuzda bir değişiklik yapmağa mecbur edecek tedbirlere tevessül etmeyi lüzumlu görmesin.

 Ancak böyle bir hal dahi, Almanya’nın Yunan topraklarına yerleşme maksadını taşıyan İngiliz tedbirlerine karşı çıkma hususundaki azminde bir değişiklik yapmayacaktır. Bu mektubumu Ekselâns, Almanya ile Türkiye arasındaki münasebetleri hiçbir şart altında kötüleştirmemek, aksine, mümkün olan her şekilde iyileştirmek ve uzak istikbalde dahi iki taraf için verimli olacak şekilde tanzim etmek yolundaki samimi arzumun bir ifadesi telakki ediniz.

 Adolf Hitler

 Özel Tren, 1 Mart 1941, Saat 1.00

 Dışişleri Bakanlığı Şifre Bürosu N:128”

 

 JOHNSON'UN İSMET İNÖNÜ'YE MEKTUBU

 Bir devlet Başkanı’ndan bir Devlet Başkanı’na bir başka örnek… Yaşı 70-80 ya da üzerinde olanlar anımsayacaktır, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup:

 “Sayın Başbakan,

 Büyükelçi Hare aracılığıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan, Türk Hükümeti’nin Kıbrıs’ın bir bölümünü işgal etmek için askerî güç kullanarak müdahale kararı almayı düşündüğüne dair aldığım bilgilerden ciddi şekilde endişe duyuyorum. Tamamen dostça ve samimiyetle vurgulamak isterim ki, Türkiye’nin bu kadar geniş kapsamlı sonuçlarla dolu böyle bir hareket tarzının, hükûmetinizin önceden bizimle tam olarak istişare etme taahhüdü ile tutarlı olduğunu düşünmüyorum. Büyükelçi Hare, benim düşüncelerimi öğrenmek için kararınızı birkaç saatliğine ertelediğinizi belirtti. Aslına bakılırsa, Türkiye için Amerika Birleşik Devletleri gibi, yıllar boyunca sadakatle desteğini gösteren bir müttefike, birçok sonucu olacak tek taraflı bir kararı sunmanın, hükûmetiniz için uygun olduğuna gerçekten inanıp inanmadığınızı kişisel olarak soruyorum. Bu nedenle, böyle bir adım atılmadan önce sizin Birleşik Devletler ile müzakereleri tamamlama sorumluluğunu kabul etmeniz için ısrar etmeliyim.

 İzlenimim odur ki bu tip müdahalelerin 1960 tarihli Garantörlük Anlaşması dahilinde kabul edilebilir olduğuna inanıyorsunuz. Fakat dikkatinizi çekmeliyim ki, bizim anlayışımıza göre Türkiye tarafından önerilen müdahale Ada’nın bir şekilde bölünmesini sağlamak amacıyla olacaktır ki, bu çözüm Garantörlük Anlaşması ile özellikle kapsam dışında bırakılmıştır. Dahası, bu anlaşma, garantör devletler arasında müzakere gerektirmektedir. Birleşik Devletlerin görüşü, bu durumda böyle bir müzakere olanağının hiçbir şekilde tüketilmediği ve bu nedenle, tek taraflı harekete geçme hakkının saklı tutulmasının henüz uygulanabilir olmadığıdır.

 Ayrıca NATO yükümlülüklerine dikkatinizi çekmeliyim Sayın Başbakan. Kıbrıs’a Türk müdahalesinin Türk ve Yunan güçleri arasında bir askeri muharebeye neden olacağına dair şüpheniz olmasın. Rusk şehri başkanı, Lahey'deki en son NATO Bakanlık Konseyinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşın “tam anlamıyla imkânsız” olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamıştı. NATO’ya bağlılık, özünde NATO ülkelerinin birbirlerine karşı savaş ilan etmeyecekleri anlamına gelir. Almanya ve Fransa yüzyıllardır süren kin ve nefreti NATO müttefiki olmak için unuttular, Yunanistan ve Türkiye’den daha azı beklenemez. Üstelik Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesi Sovyetler Birliği’nin doğrudan dahline neden olabilir. Umarım NATO müttefiklerinizin, Türkiye NATO müttefiklerinin tamamının kabulü ve onayı olmaksızın Sovyet müdahalesi ile sonuçlanacak bir adım atması hâlinde Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı koruma sorumluluklarının olup olmadığını değerlendirme şanslarının olmayacağını anlayacaksınızdır.

 İlaveten Sayın Başbakan, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak sahip olduğu sorumluluklarına dair endişeliyim. Birleşmiş Milletler barışı sağlamak için Ada’da kuvvetler bulunduruyor. Görevleri zor ancak geçen birkaç hafta boyunca, Ada’daki şiddet olaylarını azaltmakta giderek başarılı oldular. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz görevini tamamlamadı. Birleşmiş Milletler’ in genel üyeliğinin, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler’ in çabalarına karşı koyacak ve Birleşmiş milletler’ in Türkiye’ye bu zor sorunun makul ve barışçıl bir çözüm bulunmasına yardımcı olabileceği ihtimalini ortadan kaldıracak tek taraflı eylemine en güçlü şekilde tepki vereceğinden hiç şüphem yok.

 Ayrıca Sayın Başbakan, Birleşik Devletler ile Türkiye arasındaki askerî destek alanında imzalanan ikili anlaşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye ile Temmuz 1947 tarihli Anlaşmanın IV. Maddesi uyarınca, hükûmetinizin, askerî yardımın, bu yardımın sağlandığı amaçlar dışında kullanılması için Birleşik Devletler’ den onay alması gerekmektedir. Hükûmetiniz, birçok kez Birleşik Devletlere bu şartları tamamen anladığını ikrar etmiştir. Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki Birleşik Devletler, mevcut şartlar altında Kıbrıs’a Türk müdahalesi için Birleşik Devletler tarafından sağlanan herhangi bir askerî ekipmanın kullanılmasını kabul edemeyecektir.

 Tasarlanan Türk hareketinin pratik sonuçlarına gelince, böyle bir Türk hareketinin Kıbrıs Adası’nda on binlerce Kıbrıslı Türk’ün katledilmesine yol açabileceği gerçeğine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek zorunda hissediyorum. Sizin açınızdan böyle bir eylem öfkeyi serbest bırakacaktır ve sizin açınızdan askerî eylemin korumaya çalıştığınız pek çok kişinin toptan yok edilmesini önlemek için yeterince etkili olmasının hiçbir yolu yoktur. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin varlığı böyle bir felaketi engelleyemez.

 Söylediklerimin çok sert olduğunu ve bizim Kıbrıs sorununda Türk çıkarlarına aldırış etmediğimizi düşünebilirsiniz. Sizi temin etmeliyim ki durum böyle değildir. Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamak ve Kıbrıs sorununun nihai çözümünün en doğrudan ilgili tarafların rızasına dayanması gerektiğinde ısrar etmek için hem açıktan hem de gizlice çaba gösterdik. Ankara’dan Birleşik Devletler’ in sizin adınıza yeterince etkin olmadığını hissetmeniz mümkündür. Ancak, politikamızın (bize karşı gösterilerin düzenlendiği) Atina’da en canlı kırgınlıklara neden olduğunu ve ABD ile Başpiskopos Makarios arasında temel bir yabancılaşmaya yol açtığını kesinlikle biliyorsunuzdur. Birkaç hafta önce Dışişleri Bakanınızla yaptığım bir konuşmada söylediğim gibi, Türkiye ile olan ilişkilerimize çok değer veriyoruz. Temel ortak çıkarlar ile birlikte sizi önemli bir müttefik olarak kabul ediyoruz. Güvenliğiniz ve refah düzeyiniz Amerikan halkı için derin bir endişe kaynağı olmuştur ve biz bu endişeyi en gerçekçi şekilde ifade ediyoruz. Siz ve biz komünist dünya devriminin ihtiraslarına karşı direnmek üzere beraber mücadele ettik. Bu dayanışma bizim için çok şey ifade ediyor ve umarım sizin hükûmetiniz ve halkınız için de çok şey ifade ediyordur. Kıbrıs Türk topluluğunu tehlikeye atacak hiçbir çözüme destek sağlamakla ilgilenmiyoruz. Bu soruna nihai bir çözüm bulamadık çünkü bu kuşkusuz dünyadaki en karmaşık sorunlardan biri. Fakat sizi temin etmek isterim ki Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarları hakkında derin endişelerimiz var ve böyle de kalacak.

 Sayın Başbakan, son olarak size söylemeliyim ki siz savaş ve barışın en ciddi sorunlarını ortaya çıkardınız. Bunlar Türkiye ile Birleşik Devletler arasında ikili ilişkilerin çok daha ötesine geçen sorunlardır. Sadece Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşı içermekle kalmayacak, aynı zamanda Kıbrıs’a tek taraflı bir müdahalenin doğurabileceği öngörülemeyen sonuçlar nedeniyle daha geniş düşmanlıkları da kapsayabilecektir. Sizin Türkiye Hükûmetinin Başkanı olarak, benim de Birleşik Devletler Başkanı olarak sorumluluklarımız var. Bu nedenle, daha fazla ve kapsamlı bir müzakere olmaksızın böyle bir adım atmayacağınıza dair güvencenizi alamazsam, Büyükelçi Hare’ye verdiğiniz gizlilik emrini kabul edemeyeceğimi ve derhal NATO Konseyi’nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin acil toplantılarını talep etmem gerektiğini en derin dostluk bağları içerisinde size bildirmek zorundayım.

 Keşke bu durum hakkında kişisel bir tartışma yapmamız mümkün olsaydı. Maalesef mevcut Anayasal durumumuz nedeniyle Birleşik Devletler’ den ayrılamıyorum. Detaylı bir görüşme için buraya gelebilirseniz, bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs sorununun akılcı ve barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulması olanakları için sizin ve benim çok ağır bir sorumluluk taşıdığımızı hissediyorum. Bu nedenle, sizin ve meslektaşlarınızın aklında olabilecek kararları, siz ve ben tam ve açık bir şekilde istişare edene kadar ertelemenizi rica ediyorum.

 Saygılarımla,

 Lyndon B. Johnson”

 Bu aşağılayıcı, küçük düşürücü, milletimizi rencide eden mektuba Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı ne yanıt vermişti: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır.” Kim bilir, İnönü, belki de hayal dünyasını işaret ediyordu… Keşke İnönü’nün de cevabi mektubuna ulaşabilseydin... Tabii bu mektubun yayımlanmasına Dışişleri Bakanlığı izin verdiyse...

 Derken…

 57 yıl sonra, 19 Mart 2021 tarihinde Amerikalı 74 senatör ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’e bir mektup yazarak, Türkiye’deki basına yönelik baskılar ve insan haklarıyla ilgili kaygılarını dile getirecekti. Mektup Türkiye’de yalnızca birkaç gazetenin ön sayfasında yer aldı. Zaman gazetesi ise, manşetten verdiği haber için, “ABD Senatosu’ndan tarihi basın özgürlüğü mektubu” başlığını kullandı ve “Medyaya baskı ve gazetecilere tutuklama gündemden düşmüyor. 74 ABD’li senatör, Dışişleri Bakanı Kerry’e ortak imzalı bir mektupla, Türkiye’deki basını sansürlemeye yönelik ‘kapsamlı çabalardan endişeli olduklarını’ bildirdi. İnsan hakkı ihlallerinin sürmesinden kaynaklanan derin kaygılarını’ dile getiren senatörler, Türk hükümetiyle temas kurulurken bu sorunu ele alma çağrısı yaptı” ifadelerine yer verdi.

 Bugün gazetesi de “74 senatörden uyarı mektubu” başlığını attığı haberde, “Temsilciler Meclisi’ndeki 88 kongre üyesinin ardından bu kez ABD Senatosu’ndan 74 senatör Türkiye için Dışişleri Bakanı Kerry’ye mektup yazdı. Türkiye’deki basına yönelik baskılara tepki gösterilen mektuba 39 Demokrat, 33 Cumhuriyetçi ve 2 Bağımsız Senatör imza attı” ifadelerini kullandı.

 Hürriyet gazetesi ise habere, “ABD’li 74 senatörden Türkiye mektubu” başlığıyla yer verdi, “ABD Senatosu’nun 74 üyesi, Dışişleri Bakanı John Kerry’e mektup göndererek Türkiye’deki medya üzerinde devam eden sansür ve yıldırmaya karşı çağrı yapmasını istedi” dedi.

 

 DONALD TRUMP'IN ERDOĞAN'A MEKTUBU

 Talimat verilmiş olmalı ki, diğer gazeteler habere hiç yer vermediler.

 Devletimize mektup yazmayı alışkanlık haline getiren ABD, 2019 yılında Başkan Donald Trump, 9 Ekim 2019 tarihli mektubunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sesleniyordu:

 “Sayın Cumhurbaşkanı;

 Hadi iyi bir anlaşma yapmaya çalışalım. Siz binlerce kişinin öldürülmesinin sorumlusu olmak istemezsiniz, ben de Türk ekonomisini yok etmek istemem, ki yaparım. Yapabileceklerimin küçük bir örneğini Rahip Brunson konusunda zaten size göstermiştim.

 Sizin sorunlarınızı çözmek için çok çalışıyorum. Dünyayı hayal kırıklığına uğratmayın. İyi bir anlaşma yapabilirsiniz. General Mazlum (Şahin Cilo adlı PKK’lı) sizinle müzakere etmek istiyor, geçmişte yapamayacağı pek çok tavizi vermeye razı. Yeni elime geçen, bana hitaben yazdığı mektubu ekte size gönderiyorum.

 Eğer bunu doğru ve insani şekilde yapabilirseniz, tarih size olumlu bakacaktır. Eğer iyi şeyler olmaz ise sizi sonsuza kadar şeytan olarak görecektir. Katı bir adam olmayın. Budala olmayın.

 Sizi daha sonra arayacağım.

 Saygılarımla,

 Donald Trump”

 ABD’nin 45’inci Başkanı Donald Trump Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kısaca, “Kabadayılık yapma, aptal olma” demek istiyordu. Recep Tayyip Erdoğan Trump’a tek kelimelik bir yanıt verdi:

 “Kırgınım…”

 ABD’li Başkanların en çok mektup yazdığı Devlet Adamı Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı. Dünyanın ünlü düşünce kuruluşlarının, meslek kuruluşlarının hedefinde de Erdoğan vardı.

 

 GAZETECİYİ KORUMA KOMİTESİNİN ERDOĞAN'A MEKTUBU

 CPJ’nin (Committe to Protect Journalist / Gazeteciyi Koruma Komitesi) Türkiye’de gazetecilerin özgür olmaları gerektiğine değinen mektuplarını 4 Kasım 2014’de Erdoğan’a gönderdiler:

 “Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan

 Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı

 T. C. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği

 06689 Çankaya, Ankara

 Türkiye

 Faks aracılığıyla: +90 312 470 13 16

 E-posta aracılığıyla: cumhurbaskanligi@tccb.gov.tr

 Türkiye Washington Büyükelçiliği aracılığıyla

 Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan,

 Size bu mektubu bizimle 2 Ekim günü görüşmek için vakit ayırdığınız için teşekkür etmek ve bize Türkiye’deki medya ortamına dair perspektifinizi daha iyi anlamamızı sağlayan o görüşmeyi takip etmek için yazıyoruz. Endişelerimizi doğrudan sizinle tartışabilme imkanını memnuniyetle karşıladık ve o toplantıda konuşulan bazı konulara yanıt vermek isteriz.

 Delegasyonumuz ayrıca Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile görüşme fırsatı buldu. Onlara da ayrı mektuplar yazıyoruz.

 O görüşmedeki samimiyetinizden ve açık sözlülüğünüzden memnuniyet duysak da, kamuoyuna Türkiye’de basın özgürlüğü ve gazetecilerin çabası konulu genel bir açıklama yapmamış olmanızdan dolayı hayal kırıklığına uğradık. Böyle bir açıklamanın zaruri olduğuna ve devlet ile medya arasındaki ilişkiye çok mesafe kat ettireceğine inanıyoruz. İstanbul’u ziyaretimizde konuştuğumuz birçok gazeteciye göre Türkiye’de gazeteciler bir belirsizlik, düşmanlık ve baskı ortamında çalışıyorlar. Pek çoğu yasal yaptırımlara maruz kalıyorlar ki bunlara üst düzey yetkililer tarafından açılan yayın yoluyla hakaret davaları da dahil.

 Eleştirel bir perspektif sunmak; kamu görevlilerinin hesap verebilirliğini denetlemek ve kanuna aykırı uygulamaları, yolsuzlukları ve gücün kötüye kullanılmasını ifşa etmek basının görevidir. Bu eylemler içine giren gazetecilerin yetkililerle zıtlaşmaları kaçınılmaz olsa da, bu tip haberciliğin Türkiye’nin uzun dönem stratejik çıkarlarını geliştirdiğini ve demokrasisini güçlendirdiğini gören ülke liderlerinden bir prensip olarak destek görmelidirler.

 Sayın Cumhurbaşkanı, görüşmemiz sırasında hakaret ve eleştirel habercilik arasındaki farka değinmiştiniz. Farkı açıklamanız istendiğinde “Türklerin farkı bildiğini” söylemiştiniz; eleştirel haberciliği memnuniyetle karşıladığınızı, hakaretten nefret ettiğinizi söylediniz. Çizginin nerede çekileceğine karar vermesi gerekenin yargı olduğunu söylediniz. Saygı kapsamında ifade ediyorum sayın Cumhurbaşkanı, bu ne yürütülebilir bir anlaşma ne de uluslararası standartlara uygun. Aslında, kendi istekleriyle kamusal hayata giren devlet görevlileri, özgür ve açık kamusal tartışmayı güven altına almak için hem eleştiriye hem de hakarete katlanmalıdırlar. Kendinizi medya eleştirisine karşı korumanız anlaşılır olsa da bazılarının sizin gazetecilerin şahsına getirdiğiniz eleştirileri onlara bu gazetecilere sosyal medya ve basında saldırma ve gazetecileri karalama ehliyeti verdiği şeklinde yorumladığını görmekten rahatsızlık duyduk. Bazı durumlarda bu koordine ve düzenli gözüken taciz kampanyaları ölüm tehditleriyle sonuçlandı.

 İnternet’in IŞİD gibi militan gruplar tarafından üye kazanmak için kullanabileceği yönündeki endişenizi anlasak da “İnternet’e giderek daha karşı olmak” şeklindeki ifadenizi tedirgin edici bulduk. Terörist organizasyonun İnternet üzerinden asker toplamasını kısıtlayacak dar kapsamlı kanuni yasaklar mevcut sorunlar için uygun bir tepki olabilir ama Türkiye hükumeti İnternet üzerindeki eleştirel ifadeleri kısıtlamak için geniş kapsamlı hamleler yaptı. Bu yıl içerisinde yetkililer Twitter ve YouTube’a erişimi uzun süreler boyunca engellediler ve hükumetin zararlı gördüğü İnternet siteleri ve tek URL’leri hızlı engellemeye imkân tanıyan kısıtlayıcı bir İnternet yasası parlamentodan geçti. İnternet üzerinde ifadeye toptan sansür Türkiye’nin demokrasisiyle uyumlu değil ve bilginin serbest akışını kısıtlamak için yapılan her müdahale yatırımcıların güvenini düşürüyor.

 Son olarak, Türkiye’de hapiste bulunan düzinelerce gazetecinin serbest bırakılmasını takdir etsek ve onaylasak da, halen hapiste olan yedi gazeteci için endişeliyiz. Bu konuyu Adalet Bakanı Bozdağ ile uzun uzun konuşma imkânımız oldu ve ona yazdığımız mektupta doğrudan takip edeceğiz.

 Cumhurbaşkanı ve devletin başı olarak, Türkiye’de basın özgürlüğü ve demokrasiyi güçlendirmeye yardımcı olmak için aşağıdaki eylemleri gözden geçirmenizi rica ediyoruz:

 * Basın özgürlüğünü ve Türkiye’deki gazetecilerin haklarını destekleyen olumlu bir açıklama yapın.

 * Devletin başı olduğunuz sürece basına dava açmaktan kaçının. Pek çok demokratik toplumda siyasi liderler görevde oldukları sürece şahsi davalar açmaktan men edilirler.

 * Medyaya veya gazetecilerin şahsına getirdiğiniz eleştirilerin medyaya veya gazetecilere saldırma ve onları karalama ehliyeti olmadığını bunu böyle yorumlayacak herkese açıkça belirtin. Yaptığınız açıklamaların yanlış yorumlanabileceğinin bilincinde olun.

 * Gazetecilerin eleştirel fonksiyonlarını müdahale, taciz veya hapsedilme durumları olmaksızın yerine getirebilmelerinin sağlanmasına yardımcı olun.

 Bu endişeleri gidererek Türkiye’nin bir bölge lideri olarak itibarının güçlenmesini sağlamaya yardımcı olabilirsiniz.

 Sayın Cumhurbaşkanı, size delegasyonumuzla görüşmek için vakit ayırdığınız ve bizimle bu denli samimi ve açık sözlü konuştuğunuz için bir kere daha teşekkür ediyoruz. Lütfen bizim de benzer bir samimiyetle cevap verdiğimizi, kurduğumuz ilişkinin doğasının farkında olduğumuzu anlayın. Bu mektubu devam edeceğini umduğumuz bir diyaloğun başlangıcı sayıyoruz.

 Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyoruz.

 Saygılarımla,

Joel Simon

 CPJ İdari Müdürü

 CC Listesi:

Ahmet Davutoğlu, Türkiye Başbakanı / Bekir Bozdağ, Türkiye Adalet Bakanı / Lutfullah Göktas, Türkiye Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı / Mustafa Varank, Türkiye Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı / Serdar Kılıç, Türkiye Birleşik Devletler Büyükelçisi / Sandra Mims Rowe, Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) Yönetim Kurulu Başkanı / Anne Garrels, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / David Schlesinger, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / Jacob Weisberg, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / Andrew Alexander, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / Steven Isenberg, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / Mhamed Krichen, CPJ Yönetim Kurulu Üyesi / Nina Ognianova, CPJ Avrupa ve Orta Asya Program Koordinatörü / Alison Bethel McKenzie, Uluslararası Basın Enstitüsü İdari Müdürü”

 

KENAN EVREN'DEN SÜLEYMAN DEMİREL'E MEKTUP

 43 yıl öncesine gidelim…

 12 Eylül 1980 darbesi Türkiye Cumhuriyeti’nin 57 yıl sonra geldiği noktayı somut biçimde belirten bir tarihtir. Acımasız, kanla yazılmış bir darbedir. Bu anlamda, merhum 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in Isparta’daki Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nde sergilenen eşyalar ve objeler arasında yer alan bir mektup dikkat çekicidir. Mektup, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından 12 Eylül darbesiyle devirdiği Başbakan Süleyman Demirel’e yazılmıştır. 12 Eylül 1980 tarihini taşıyan mektup, “Parlamento ve hükümet feshedilmiş, siyasi faaliyetler durdurulmuştur. Parlamento üyeliği sıfatınız kaldırılmıştır. Hiçbir konuda beyanat verme yetkiniz yoktur” cümleleriyle başlar, uçakla Gelibolu’ya götürüleceği tebliğ edilir. “Bir saat içinde hazırlanıp, harekete hazır olduğunuzu güvenliğiniz için gelen subaya bildiriniz. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz. Bu talimat ile belirtilenler dışındaki her türlü tutum ve davranışınız suçtur. Rica ederim” sözleriyle sona erer.

 12 Eylül darbesinin hedefinde işçiler vardı denilse, hiç de yanlış olmaz. Kaldı ki, işçi sınıfının örgütleri ve tüm hakları 12 Eylül darbesinin ardından ortadan kaldırılırken, darbeyi destekleyen patronlar ise derin bir nefes aldılar. Darbenin ardından Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un darbenin 21. Günü, 3 Ekim 1980’de cuntanın lideri Org. Kenan Evren’e gönderdiği mektup, Türkiye’de iş dünyasının, büyük sermayenin darbeye bakışını göstermesi açısından ibret vericidir:

 “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz ederek ve kuvvetlendirerek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.

 

 SADUN AREN'İN KENAN EVRENE MEKTUBU

 Vehbi Koç darbeye övgüler dizerken bir başka kişi Sadun Aren, Evren’e 3 Haziran 1981 tarihinde gönderdiği mektupta işkenceden söz eder:

 “Sayın Orgeneral Kenan Evren Devlet Başkanı,

 Ben 1922 doğumlu emekli bir iktisat profesörüyüm. 12 Eylül’den önce DİSK’in Ankara’daki Araştırma Enstitüsü’nün müdürlüğünü yapıyordum.

 DİSK hakkında açılmış olan kovuşturma ile ilgili olarak ifadem alınmak üzere 25 Nisan 1981 günü gece saat 02.00 civarında evimden alındım ve Ankara Emniyet Sarayındaki Birinci Şubeye götürüldüm. Burada 9 gün tutulduktan sonra İstanbul-Metris’ e gönderildim. Buradan da 22 Mayıs 1981 günü sorgumu müteakip serbest bırakıldım.

 Ankara’da Birinci Şubede iken 26 Nisan Pazar gününü 27 Nisan pazartesi gününe bağlayan gece saat 12-01 arasında uykudan uyandırılarak koğuştan dışarı çıkarıldım ve nöbetçi polis görevlilerinin bulundukları bölüme götürüldüm. Burada sonradan isminin Sezai olduğunu öğrendiğin nöbetçi polis komiserinin emri ile falakaya çekildim.

 Bu olaydan yarım saat kadar sonra 60-70 kişi civarında olan bütün koğuş sakinleri de uyandırıldılar ve yüzleri duvara döndürülerek, 20-30 dakika süre ile rastgele dövüldüler.

 Gözaltı süremin İstanbul-Metris’ te geçen bölümünde normal-yasal muamele gördüm.

 Ankara Birinci Şubede gerek şahsıma gerek beraber bulunduğum insanlara yapılmış olan muameleyi, tasvip etmeyeceğinizden emin olarak bunların devam ve tekrarlarının önlenmesi dileği ile size duyurmayı bir vatandaşlık görevi saydım.” (Sadun Aren, “Puslu Camın Arkasından, İmge Kitabevi Yayınları, 2006)

 12 Eylül davasına ilişkin haberler gazetelerin manşetlerinde ve birinci sayfalarında önemli yer tuttu, köşe yazarları darbecilerin yargılanmasından memnuniyetlerini ifade etti. Oysa, 43 yıl önce durum hiç de öyle değildi. Habertürk TV Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın araştırmasına göre bazı gazeteci ve yazarların çoğu darbeyi alkışlamıştı. Kılıç’a göre, günümüzde “Demokrat” geçinen söz sahibi gazeteciler, 12 Eylül Cuntasının lideri Kenan Evren’e övgü dolu mektuplar göndermişti. Bunlar arasında dönemin Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nezih Demirkent, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkan Vekili Necmi Tanyolaç, Güneş Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Güneri Cıvaoğlu ve Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rahmi Turan göze çarpıyordu. Adı geçenler Kenan Evren’e hayranlık ve övgü dolu ifadeleri kullanırken, “Meslek yaşamımız boyunca, sizin gibi bir Cumhurbaşkanının özlemini çektik. Allah’a bin şükür içimizde ukde gibi duran ve git gide büyüyen Cumhurbaşkanı özlemimiz giderildi. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Ellerinizden öperiz” cümleleri yer almıştı. (https://www.dunyabulteni.net/genel/kenan-evrene-ovgu-dolu-mektuplar-h204708.html)

 

 ORHAN VELİ'NİN NAHİT FIRATLI'YA MEKTUBU

 Edebiyatçılar, ünlü kişiler de birbirleriyle mektuplaşıyorlar. İşte Orhan Veli’nin Nahit Fıratlı’ya mektubu:

 “Canım Nahitim,

 Sana karşı hasretliğim günden güne artıyor. Tabii sen bunu anlamak istemiyorsun. Anlamadığını söyleyemem. Elbette anlıyorsun. Ama öyle sanıyorum ki bunu benim ağzımdan tekrar tekrar duymaktan hoşlanıyorsun. O kadar hoşlanıyorsun ki aynı şeyi her gün, her saat, her dakika tekrar etsem az bulacaksın. Senden vazgeçmeyeceğimi bildiğin halde ne geçmişe ne de geleceğe ait hadiselerde senden başka hiçbir şey hatırlamak istemediğim halde nasıl oluyor da bana olmuş hadiseleri hatırlatıyorsun. Ben de birçok kötü şeyler biliyorum. Ama onları düşünmek istemiyorum. İçimin bu kadar seninle dolu olduğu bir zamanda düşünemiyorum demek daha doğru olur. Aramıza giren şeyleri yok etmekten zevk duyacağını söylüyorsun. Nahit, sen bunu istiyorsan aramızda, yani seninle benim aramda, hiçbir kötü şey yok. Bizden başka hiçbir şey yok. İnan bana. Sen benim için daima tek var olan şeysin. Dikkat et, en çok demiyorum, tek diyorum. Senden başka hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyim olmasını da istemiyorum.” (20 Nisan 1947, İstanbul)

 

 AHMED ARİF'İN LEYLA ERBİL'E MEKTUBU

 Bir başka ünlümüz, tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” ile edebiyatımızda derin izler bırakan usta şair Ahmed Arif’in kara sevda ile tutulduğu Leyla Erbil’e mektubu:

 “Küçüğüm, korkunç dâhim, sevgilim, senin istediğin gibi de olsam, kayıtsız şartsız kölen de olsam, daima asıl sen beni affedeceksin. Affetmeye çalış. Cihan insanları içinde, en güzel, en iyi ve en namuslu sensin. Buna inan. Ahmed Arif, böyle söyler… Doğrudur… Haktır… Layıktır… Sana yakın, sana layık ve hele hele senin olmayı düşünebilmek bile bir cesarettir. Yürek ister. Bu dediklerim insan olana, erkek olanadır tabii. İnsandan mahrum bir cehennem karanlığında, nasıl da bulduk birbirimizi… Küçüğüm, sevgilim, imzası martıdan sıcak, uçan uzak martılardan daha sevimli, imzası uçan kuş, kendisi insan sevgilim. Kıyma bana, sensiz edemiyorum. Sence zerre kadar bir değerim varsa, iler tutar bir tarafım kalmışsa, gel kıyma bana ve korkuyorum deme. Otur yaz, her gün, her gece bana yaz. Kavuşuncaya kadar. Sonra yazdıklarımızı okur, güler yahut ürperir, birbirimize geçmiş olsun deriz. Yahut da ah asıl bu, gel beni kendin al, götür. Bugünler yalnız başıma gelecek kudrette değilim. Hem madden hem de manen bu böyle.” (22 Mayıs 1954, Bismil)

 

 CEMAL SÜREYA'NIN ZÜHAL TEKKANAT'A MEKTUBU

 Sonra…

 İkinci Yeni şiirinin öncü şairlerinden, şıpsevdi gönlüyle de tanınan Cemal Süreya’ nın sonradan eşi olacak Zuhal Tekkanat’a mektubu:

 “Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta bundan daha büyük ne olabilir ki. Acaba Mecnun Leyla’yı elde edip onunla evlenseydi, Ferhat Şirin’e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi? Yangın olabilir miydi? Sen ne dersin buna?” (14 Temmuz 1972)

 

 EDİP CANSEVER'İN İLHANBERK'E MEKTUBU

 Şair’in şair’e mektup yazdığına da tanık oluyoruz… Edip Cansever İlhan Berk’e sesleniyor:

 “Sevgili İlhan,

 Duymak, çok duymak eziyor beni. Yeni, bilinmedik bir sayrılık da olabilir bu. Bilmiyorum ki… Eziliyorum sadece. Uyumsuzluğum (dışa vuramadığım) yiyip tüketiyor kupkuru ruhumu. Biraz soluk almak için, kurumsal olmamak koşuluyla, ne yapabilirim acaba? Hiçbir şey gideremiyor susuzluğumu. Hiç, hiçbir şey…

 İçmek yoruyor artık. Eskiden içkiye koşardım, kafamı kovardım dünyamdan. Şimdi?

Kimseyi ortak etmek istemedim sıkıntılarıma. Hiç değilse uzun süre böyle yaşadım. Ama… Belki… Neden bir çaresi olmasın bunun?

 Kürkümü severek giyiyorum. Ve hep aklıma geliyor inceliğin, inceliklerin. Ankara sendin. Özlemle arayacağım o kısa günleri.

 Şimdi dışarda bir bakır düştü. Maşrapa olabilir, bir sahan kapağı, bir buhurdanlık olabilir. Bazen sesler duyarım Boğazın tepelerinde. Bir çekiç sesidir örneğin. O kadar yaşlıdır ki, kaplar her yanı, doldurur kulaklarımdan geçerek uçsuz bucaksız yüzölçümünü. Eninde sonunda bir çekiç sesi. Kim bilir kim bir kayayı ikiye bölüyor ya da bir tekneyi kalafatlıyordur. Rüzgârsız bir balıkçı kayığını temizliyordur az ötede. Pulların da sesi vardır. O kadar güzeldir ki pullar, zarfların üstünde tutsak, sürgünde gibi alışılmış acılarını solur. Pullar…

 Düzeltemiyorum hayatımı. Neresinden çeksem, öteki yanı bozuluyor.

 Gel İstanbul’a. Konuşmadan dolaşalım. Tepelere çıkalım tepelere, uçmayı duymak için. İnimdeyim, dükkânın üstünde. Şiir, belki biraz şiir.” (12 Temmuz 1969)

 

 UĞURMUMCU'NUN NİHAT ERİM'E MEKTUBU

 Bu arada…

 Gazetecilerin de özellikle siyasetçilere mektup yazma alışkanlıkları var… İki örnekle yetinelim. İlki Uğur Mumcu’dan. Siyasi tarihimizde “Şalcı” adıyla anılan 19 Temmuz 1980 günü Kartal-Dragos’ta uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Türkiye Cumhuriyeti’nin 13. Başbakanı Nihat Erim’e:

 “…Hey, demokrasinin kurucusu, hey Kıbrıs fatihi, hey haşhaş meleği, hey Anayasa mimarı, hey barış meleği Nihat Bey…

 Sanıklar, yüce yargıçların kararıyla özgürlüklerine kavuştular. Bazı sanık ailelerini siz de yakından tanırsınız. Onların babalarına telefon ederek:

 ‘Geçmiş olsun, ne kadar sevendim…’ desenize. Bir akşam üstü, bu sanık ailelerinden bazılarını “ziyaret” etsenize…

 Nihat Bey, bütün bunları yapmak belki sizin için güçtür. Ne bilelim, belki evinizde yeni Anayasa taslakları üzerinde çalışıyorsunuzdur. 12 Marttan önce benim de yazarlık yaptığım bu haftalık dergiye, “zat-ı aliniz” de nedense sıkı sık gelirdiniz. Bir iki kitabınız da bu dergide unutulmuş olabilir. Yine bize uğrasanıza…

 Nihat Bey…

 Akşamüstleri Atatürk Bulvarı ne güzeldir bilirsiniz. Şöyle akşamüstleri, Kızılay’da, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya dolaşsanıza. Hani şöyle, polissiz, bekçisiz, nöbetçisiz elinizi kolunuzu sallaya sallaya yurttaşların arasına girsenize. Hem artık, cezaevindekiler de çıktı. Belki unutmuşsunuzdur, hani o işkence gören gençler, subaylar işçiler ve genç kızlar… İşte onlar da çıktı.

 Nihat Bey, başınız dimdik dolaşın Atatürk Bulvarında. Siz, “kuvvetli ve inandırıcı” bir yönetimin Atatürkçü başbakanı değil miydiniz?” (Uğur Mumcu, “Dansa Davet”, Yeniortam, 19 Temmuz 1974).

 

 EMİN ÇÖLŞAN'IN DEVLET BAHÇELİ'YE MEKTUBU

 Bir diğeri ise, gazeteci Emin Çölaşan’dan… 26 yıl genel başkanlık koltuğunda oturduğu MHP’yi 21 yıl muhalefet, 5 yılını da iktidar ortağı olarak sürdüren Devlet Bahçeli’ye:

 “Sayın devlet büyüğüm,

 Bazen aklıma esince haddimi aşıp size böyle açık mektuplar yazıyorum. Siz bizim en değerli, Türk Milletine yol gösteren büyüğümüzsünüz! Bazı mektuplarım sinirinizi bozuyor olsa da sizin son derece anlayışlı bir insan olduğunuzu iyi biliyorum!

 Beni bağışlayınız!

 Memlekette neler olduğunu sanırım hepimizden iyi bilen ve iyi gören devlet adamlarından birisiniz. Ancak sizi kürsülerde ve ekranlarda hep asık suratla, bağırıp çağırırken, ona buna korku salarken izlemek zorunda kalıyoruz.

 Bu biraz yanlış oluyor.

 Memleketin ve 85 milyon insanımızın bir sürü sorunları varken onları görmezden geliyor, sadece ve sadece AKP çizgisinde sözler ve tavırlar sergiliyorsunuz. İktidar sözcüsü Recep Tayyip Bey’den hiçbir farkınız yok. Bu tavrınız, iktidara verilen ne biçim ve akıl almaz bir destektir!.. Ve son yıllarda 365 gün boyunca hiç değişmiyor.

AKP iktidarını bugüne kadar irili ufaklı hiçbir konuda eleştirip yol gösterdiğinize ne yazık ki hiç tanık olamadık. Acaba yanılıyor muyum!

 Arada sırada Recep Tayyip Bey’le buluşup ikili görüşmeler yapıyorsunuz... Neler konuştuğunuzu doğrusu çok merak ediyorum. Kim kime taktik veriyor? Sonra her seferinde aynı malum destek cümleleriniz... Sonuçta iktidara kayıtsız şartsız tam destek. Ne yaparsa destek, ne derse yine destek!

 600 milletvekili olan Meclis’te MHP olarak 50 milletvekiliniz var. Az bir sayı olduğunu hiç kimse iddia edemez. Meclis’te AKP, CHP ve HEDEP’ ten sonra dördüncü büyük partisiniz. İsteseniz arada sırada bile olsa ses getirirsiniz de bir türlü yapamıyorsunuz. Ama siz kendinize ve partinize bir yol haritası çizmişsiniz...

 AKP’ye, yani Saray iktidarına kayıtsız şartsız destek!

 AKP ve özellikle de Recep Bey ne dese ve ne yapsa, haklı olan onlardır! Ötesi hiç önemli değildir. Partiniz milliyetçi bir partidir, Atatürk’e saygı duyduğunu söyler. Ama gelin görün ki adına Diyanet denilen kuruluş Atatürk’e 10 Kasım hutbelerinde bile yer vermez ve siz bu rezalete bile her nedense karşı çıkamazsınız. O halde nerede kaldı sizin Türk milliyetçiliğiniz ve Atatürk sevginiz?

 Sayın büyüğüm Devlet Bey...

 Her seçimde partinize oy verip Meclis’e gönderen yurtsever ‘ülkücü taban’ acaba sizin bu tavırlarınıza karşın her zaman sizinle aynı görüşleri paylaşıyor mu? Size yine üzülerek söyleyeyim, sadece ve sadece muhalefete karşı muhalefet yapıyorsunuz!

 Kusura bakmayın ama böyle muhalefet olmaz.

 Siz iktidarı uyarmak, denetlemek ve gerekirse yaptıklarına karşı çıkmak için o Meclis çatısı altına gönderildiniz. Her gün yolsuzluklar birbiri ardına patlıyor, sessiz kalıyorsunuz. Enflasyon belası milleti eziyor, ağzınızı açıp konuşamıyorsunuz. Yüksek yargı arasında sürtüşmeler ortaya çıkıyor, milletin önünde her gün yeni sorunlar boy gösteriyor... Ve siz her konuda, ama istisnasız her konuda hem kişisel, hem de parti olarak Saray ve AKP’nin yanında yer alıyorsunuz. Bazılarında haklı da olabilirsiniz ama sizinki artık ‘süreklilik’ arz ediyor. Yine kusura bakmayın ama siz her konuda kraldan fazla kralcı oldunuz. Bugünkü iktidarın hiçbir koşul aramaksızın en büyük destekçisi kesildiniz.

 Adeta Tanrının AKP iktidarına gönderdiği bir armağansınız!

 Oysa adınız üzerinde, ‘muhalefet’ partisi... Siz seçimlere ‘Koşulsuz bir biçimde AKP’nin stepnesi olacağız’ diye girmediniz. Eğer bunu demiş olsanız sorun yoktu. O halde şimdi soruyorum:

 Niçin ayrı bir parti olarak kalmakta direniyorsunuz?

 Niçin AKP ile birleşmiyorsunuz?

 Çünkü siz bu iktidarın kayıtsız şartsız en büyük destekçisi, hem de kraldan çok kralcı destekçisi konumuna düştünüz. Artık geri adım atmanızın mümkün olmadığını biliyorsunuz. İktidarın söyleyemediğini bazen siz söylüyor, yapamadığını önce siz yapıyorsunuz!.. Size oy veren yurtsever ülkücü tabanınız sizin bu tavırlarınızı acaba hoşgörü ile karşılıyor mu? Tabandan ses çıkmadığı için bu soruların yanıtını bizlerin bilmesi mümkün değil...

 Sayın Devlet Bahçeli...

 Bu mektupta size ve partinize kısaca seslendim ve söylediklerimde haklıyım. Yıllardan beri aynı tavrınızı sürdürüyorsunuz. Kusura bakmayın da artık bıktırdınız. İster beğenin ister beğenmeyin, siz bir muhalefet partisi olarak seçildiniz. Aksi olsaydı seçimlere AKP listelerinden girerdiniz. Muhalefete karşı muhalefet yapmak bazen elbette gerekebilir ama her zaman olmaz.

 Mektubumla rahatsız ettiysem (ki her zaman olduğu gibi ettiğimi biliyorum) affedin!.. Ama lütfen şu söylediklerimi de oturup iyice bir düşünün. Saygılarımla.” (Sözcü, 16 Kasım 2023)

 Anlayacağınız…

 Mektup vardır, bir iki satırdır. Anlamlıdır, duygu yüklüdür, tarih konulmamıştır, el yazısıdır. Kimi evlerde bir şöminenin üstünde ya da babadan yadigâr, el oyması bir büfenin üzerinde trafik levhası gibi her daim göze çarpar:

 “Oğlum,

 Nice yıllara…

 Hayat yanında olsun.

 Annen.”


Selim Esen
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler