alper-erdik-karpuz-kabugu-10062025204439.jpg


İki binlerin başından beri, “seyirci sorunu”nun büyük ölçüde aşılması ticari sinemayı; yurtiçi ve yurtdışı festivallerinde dağıtılan ödüller ve verilen destekler de “sanat sineması”nı büyüttü.

Ancak bu kez de ortaya başka sorunlar çıktı. Zira önce film dağıtım ve gösterimindeki tekelleşme, sonra da dijital platformlar, ilk başlıkta üretim yapanları tek tipleştirip iyice avamlaştırırken bakanlık destekleri ve lobicilikle malul yerli festivaller de ikinci akıma mensup sinemacıları kısırlaştırdı.

Bu anlamda Türk sineması, birbirinden uzak görünse de birbirini besleyen iki uça sıkışıp kaldı. Hem belirli bir estetik kaygıyla teşkil edilen hem de insanlara ulaşmayı önemseyen filmler mumla aranır oldu.

İdeolojik düzlemde ilericilik, düzenden ayrıksılık, alternatif bir sanat anlayışı gibi konulara girmiyorum bile; bunları dert eden kimse zaten yok.

Başka bir yol da çizilebilir miydi, diye düşündüğümde ise aklıma ilk gelen hep Ahmet Uluçay olmuştur. Gerçek anlamda bir emekçi, aynı zamanda sinemaya tutkuyla bağlı bu istisnai insan, maalesef bu dünyadan çok erken göçtü. Yaşasaydı başarabilir miydi? Buna evet demek de çok kolay değil. Kendisi öldükten sonra yayımlanan günlüğünde bunun neden kolay olmadığını görebiliyoruz zira. Sinema için bunca acıya değer mi, diye soruyor orada kendine yönetmen. Yapımcıların, yönetmenlerin kendisini yıllarca nasıl oyaladıklarını ayrıntılı anlatıyor.

Neticede güçlükle tamamlayabildiği Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004) ise ondan sinemamıza ve bize eşsiz bir hatıra oluyor. Kütahya’nın bir köyünde, çocukluğundan beri sinema yapma hayalleri kuran, şiir yazan Uluçay, batmaya mahkûm karpuz kabuklarıyla da olsa büyük denizlere açılma düşlerinin güzelliği gösterdi ve gitti: Ondan bizeyse, bozkırda deniz kabukları arama naifliği kaldı.

Köylerinde, yapacakları makineyle insanlara film izletmek isteyen karpuzcu çırağı Recep ile berber çırağı Mehmet’in, ilçe sinemasının sahibi ve makinistince sürekli azarlanışları, aslında bu ülkede sinemaya kalpleri ile bağlı insanların yaşadıklarının değişmeceli bir temsilidir.

Liberalizmle kirlenmiş bilinçleri, çıkarcılıkları ile kimlikçi filmler çeken, solcumsu sünepe yönetmenler bir yandan; cebini doldurmak için her şeyi yapabilecek, her değeri satılığa çıkarabilecek tüccar yapımcılar diğer yandan; bunları övmekten başka bir meziyeti olmayan ve bu sayede her festivale çağrılıp bir hafta lüks otellerde kusana kadar yiyip içen eleştirmen sıfatlı yazıcılar öbür yandan sinemamızı kuşatmışlar…

Yani bize, Mehmet ve Recep olmak dışında bir seçenek kalmıyor. İyi ki de.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ta “tahtayla tokaçla” film oynatmaya çalışan iki arkadaşın işleri bir türlü rast gitmez. Recep’in Nihal’e olan umutsuz aşkı da bu denkleme eklenince, o sarı sıcak yaz, onlar için hayal kırıklığı dolu bir mevsime dönüşür. Uzaklara gitmek, aşk acısını unutmak, yönetmen olmak isterler. Oysa yaşamları bir köye sıkışmıştır. Filmin sonunda bunu basit ama etkileyici bir sahneyle anlatır, acıyı ve umudu çok iyi resmeder Ahmet Uluçay: Mehmet ve Recep, metruk bir mekânda yere uzanır, sahildeymişçesine pantolonlarını dizlerine kadar sıvar, tavana yansıttıkları deniz resimlerine bakarlar. İçleri açılır. Yeniden sinema hayalleri kurarlar.

Bu sahne benim aklıma hep, çok uzaklardan, İzlanda’dan bir filmi, Dagur Kari’nin Buzdan Hayaller’ini (2003) getirir. Filmin kahramanı Noi de hikâyenin sonunda elindeki view master ile sıcak denizlere, yeşilleri büyüten okyanuslara gider. Resimlerle de olsa kendine umut devşirir.

Tıpkı bizim çocuklar gibi…

Alper Erdik
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler