daglarin-ormanlarin-irmaklarin-kutsal-isyani-316427.webp


İnsan doğallığını koruyan, düşünen, yaratan, paylaşan toplumsal bir varlık olarak tarihsel bir eşiğe gelip dayandı. Bu niteliğini ya sürdürecek ya da kendine yabancılaşacak, başkalaşacak!.. Ya dağları, ormanlar ve ırmaklarıyla birlikte, GDO'laşmaya, hormonlanmaya, yapaylaşmaya direnerek ve başkalaşmamış olarak doğal varlığını sürdürecek, ya da bütün canlılarıyla doğayı da kirletip yaşanmaz hale getirerek kendi de yok olup gidecek!.. Ama yağma yok, umutsuzluğa da yer yok! Dağlar, ormanlar, ırmaklar, dereler, köyler, kısacası bütün doğa bu kutsal isyanı, direnişi sürdürecektir. İnsanlar bu direnişe katılıp omuz veriyorsa, bu, kendi insanlıkları, benlikleri ve özgürlükleri için olacaktır.

Kutsallık nedir ki! İnsanlığın kutsal bildiği, kutsallaştırdığı bütün varlıkları ve değeri de yaratan, onlara kaynaklık, beşiklik eden doğadan daha kutsal ne olabilir ki! Gerek inançsal ve mezhepsel, gerek dinsel farklı tanrı yorumlarımız olsa da, onda aradığımız ve bulduğumuz bütün sıfatlar, nitelikler doğada yok mudur? O halde dağların, ormanların, suların isyanı kutsaldır, tanrısaldır.

 İnsanın doğal ve toplumsal varlığı bir bütündür. İnsanın vahşi doğanın yıkıcı etken ve olaylarına karşı aklını kullanarak mücadele ettiği ve onu bir noktaya kadar olumlu yönde değiştirdiği, böylece kendisinin de gelişip yetkinleştiği geçmiş tarihsel dönemlerden farklı olarak, bugün, biri olmadan öbürünün varlığını sürdüremeyeceği bir eşiğe gelinmiştir. Doğal/ekolojik çevreyi, üstelik sadece ulusal, bölgesel çevreyi değil, küresel doğal çevreyi korumak, artık, her türlü toplumsal, bilimsel, teknolojik, ahlaki, estetik gelişimin ve duruşun temel bir ölçütü, koşulu, anahtarı haline gelmiştir. Yaşadığımız gezegende her şeyin üstünde yer alan bu gerçeklik, giderek hızla evrensel ve ulusal bir duyarlılığı ve sorumluluğu, dahası evrensel ve ulusal bazı yasal zorunlulukları gündeme getiriyor, getirmiştir.

Hiçbir inanç, ulus, sınıf, otorite ve yetki sözkonusu yaşamsal zorunlulukların getirdiği sorumluluklar konusunda herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Bu zorunluluktan kaynaklanan sorumluluk, yasa ve önlemlerin üstünde hiçbir yasa veya hak inşa edilemez. Durum bu kadar önemli, sorunla ilgili yasa ve önlemler de o kadar katı ve tartışılmaz hale gelmiştir.

Bu sorumluluğu sadece devlet yöneticileriyle sınırlamak, onlardan beklemek kadar büyük bir yanılgı ve aymazlık olamaz. Kuşkusuz kamu adına görevli ve yetkili olarak esas sorumlu onlardır. Ama gerek birey gerekse yerel çevre ve topluluklar olarak, kamu yetkililerine koşulsuz güvenmek de kesinlikle doğru değildir. Nitekim bugün devleti yönetenlerin, ideolojileri gereği böyle bir ulusal bilinç ve sorumluluğa, ahlaki duyarlılığa ve bir yurttaşlık kültürüne sahip olmadıkları çoktan biliniyor. Bugün devleti yönetenler, onları temsilci ve görevli olarak seçen bütün yurttaşlar adına kamusal çıkarları savunmaları gerekirken savunmuyor, aksine bir avuç yandaş vurguncu kesimin çıkarlarına göre davranıyorsa ne yapmak gerekir?

Kuşkusuz yapılması gereken, vatandaşın yaşamsal değerdeki çıkarlarını ya da temel haklarını, kendine, vatanına ve insanlığa karşı bir sorumluluk olarak kendisi savunmasıdır. Ve bu görev, bütün kutsallığıyla önümüze konmuş ve yığılmıştır. Sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı olarak Anayasamızda yer alan bu hakkı hiçbir güç engelleyemez, engellemeye kalkıyorsa da suç işliyordur; ve Türk halkı bunların hesabını mutlaka bir gün sorar.

SEBZE ve MEYVE YİYEBİLME SORUNU

Süleyman Demirel'in, bir devlet yöneticisinde olması gereken ulusal bilinç ve sorumluluğu çok iyi anlatan bilinen bir sözü vardır. Der ki, Fırat kıyısında vatandaşın bir koyununu kurt kapmışsa, ondan da biz sorumluyuz. Bugün bu veciz söz çok daha ete kemiğe bürünmüştür, çok daha anlam ve önem kazanmıştır. Somutlaştırarak çoğaltabiliriz. Ardahan'ın köylerinde ineklerinin Tabak hastalığı nedeniyle büyük sıkıntı yaşayan köylünün sorunu, bizim de sorunumuzdur. Süt ve et sıkıntısı yaşayan bu ülkede bir ineğin, bir keçi-koyun ve tavuğun bile yok yere ölmesi bizleri telaşlandırmalı ve düşündürmeli.

En verimli arazileri sanayi çarşısı yapma bahanesiyle kamulaştırılmak istenen Samsun ve Amasya köylülerinin sorunu bizim de sorunumuzdur. Çiftçinin bir kilo daha fazla soğan, patates, domates, fasulye, patlıcan, biber, elma, üzüm, kiraz ve en önemlisi bir kg fazla buğday, mercimek, zeytin üremesi ve böylece daha ucuza ve daha bol ekmek, meyve ve sebze yiyebilmek, Türk milletinin yaşamsal bir sorunu haline gelmedi mi? Kirlenen Nilüfer çayı, “Yeşil Bursa”nın şirinliğini yok ederken, üzümün, zeytinin, incirin yatağı Gediz Ovasına can veren Gediz nehri, Aydın topraklarına can veren Büyük Menderes nehrinin yaşadığı aynı felaket hepimizi derinden üzmüyor ve düşündürmüyor mu?

Evet, bu vatanın, bu toprakların hiçbir dağı, tepesi, ovası, ırmağı, ağacı, keçisi, koyunu, ayısı, kurdu, kuşu sadece devlet ve kamu yöneticilerinin keyfine bırakılamayacak kadar önemli ve değerlidir bizim için. Aynı şekilde tek tek kişilerin, tek tek köylerin, kentlerin, kurumların sorumluluğuna da bırakılamaz. Çünkü onların hepsi, en başta bütün milletindir. Nefes alışımıza, aldığımız oksijene doğrudan bağlı sağlığımızın kaynağı ormanlar sadece o bölgenin oksijenini, suyunu sağlamıyor. Torosların, Kaz Dağlarının, Uludağ'ın, Istırancaların, Ilgaz, Küre, Canik ve Kaçkarların, Gavur Dağlarının ve AKBELEN ormanlarının oksijeni sadece kendi bölgelerinde mi kalıyor? Nasıl Belgrat Ormanları İstanbul'un oksijen, su/yağmur ihtiyacı için elzem ise, Türkiye'nin bütün ormanları da milletimiz için o kadar elzemdir. Hatta suları bile bütün Türkiye'nin suyu haline gelmedi mi? Aç gözlü büyük su şirketlerinin damacanalarına hapsedilmiş olarak bütün Türkiye'yi dolaşmıyor mu, hayatımız kadar değerli kaynak sularımız?

Uluslaşmak ve yurttaşlık bilincinin, -kısacası bilimsel ve akılcı bir kültürün- oluşması, basit sıradan bir olay değildir. Bizde olduğu gibi en az yüz yıllık bir tarihsel süreci, deneyimleri, eğitim ve bilinç birikimini gerektiriyor. Bu bağlamda sorunu ulusal düzlemde aldığımızda, vatandaşlık bilinci ve sorumluluğunun niteliksel olarak en az birkaç basamak daha yükseldiğini, daha yoğun kamusal bir nitelik kazandığını görmekteyiz. Vatandaşlık bilinci sadece vergisini düzenli ödemek, askerlik görevini yerine getirmek, yasalara uymak ve iyi bir aile sahibi olmaktan öte bir anlam taşımaktadır. Bunların hepsi daha çok gönülden ve bilinçli benimsemediğimiz, zorunluluk olarak yerine getirdiğimiz görev ve sorumluluklarıdır.

Oysa en az bunlar kadar önemlisi, sorumluluğu devlet yöneticilerine karşı değil, ulusa ve vatana karşı duyan, yani hak ve sorumluluklarını bütün derinliğiyle bilen yurttaş olabilmektir. Bu anlamda, iktidardakiler yanlış yapsalar bile, vatandaşlık haklarını kullanmak, iktidarın uygulamalarına karşı doğru olanı savunmak ve yapmak gerekmektedir. Bu da en başta Anayasa'da belirlenmiş bir haktır.

Eğer bağımsız ve özgür bir vatanda, çağın ölçütleriyle hak ettiğimiz bir refah ve mutluluk içinde yaşamak istiyorsak, birincil olarak bu vatanın bütün dağlarının, ormanlarının, denizleri, gölleri, ırmak ve derelerinin, kısacası bütün vatan topraklarının öncelikle hepimizin olduğunu zihnimize iyice kazımalıyız. Elbette, Atatürk'ün “Yurttaşlık Bilgisi” kitabında vurguladığı gibi “emeğinin, alın terinin ürünü” olarak herkesin mülkü bir hak olarak kendinindir. Ancak, nasıl ki, bu toprakları işgalcilere ve bölücülere karşı savaşarak şehit olanlar kendi toprakları ve kendi çıkarları için değil, bütün vatanın bağımsızlığı, bütün milletin özgürlüğü ve refahı için canlarını feda ettiler, dolayısıyla birincil koşul olarak bu vatan hepimizindir, tüm halkındır tüm milletindir. Dağlar, ormanlar, ırmaklar, göller, denizler ve kıyılar ise, tartışmasız doğrudan kamunundur, yani halkındır. Hatta, yasalar tam da bunun için vardır, özel mülkler üzerindeki değişiklikler kamunun yararları ile sınırlanmıştır, sınırlanmak zorundadır. Çünkü, bugün olduğu gibi, güç ve iktidar sahipleri, yasaları da çiğneyerek bu toprakları özel mülkleri gibi yağmalıyor ve kirletiyorlar.

Nasıl kapitalist kâr hırsının dürtmesiyle fosil yakıt tüketimindeki olağanüstü artış ve Karbondioksit (CO2) salımı, insan yaşamını tehlikeye atan düzeyde bir atmosfer ısınmasına yol açıyorsa, aynı şekilde ve buna bağlı olarak, CO2'yi emerek hem insanın yaşamsal ihtiyacı oksijen üretimi sağlayan, hem de karbon salımını belli ölçüde dengeleyen ormanları kontrolsüz ve ölçüsüzce tüketmek de aynı yaşamsal tehikeye yol açmaktadır. Bunlara, yine aynı ölçüde yaşamsal olan su kaynaklarının sanayi atıklarıya kirletilmesini ve aynı amaçlı olan maden arama vs nedenlerle kurutulmasını ve son olarak doğal tarım alanlarının yok edilmesini de ekleyelim.

Kapitalizm, birey-insanın düşünme, üretme ve yaratma yeteneklerini olağanüstü geliştirip büyük bir teknik ve maddi zenginlik yaratırken, doğayı ve kendini yıkıma götüren açgözlü ve bencilce sınırsız kâr hırsıyla her şeyi metaya/mala dönüştüren insanlık karşıtı bir noktaya geldi. Yıkıcılığın başında, insanlığa refahı, yaşam kalitesini artırmak olarak yutturulan, doğaya karbon salımının olağanüstü artmasıyla atmosfer ısısının canlıların yaşamsal sınırını zorlayacak düzeyde yükselmesi geliyor. İkincisi de neoliberal serbest piyasacı anlayışla, ulusal devletlerin, yasalarla kamu yararına koruduğu doğal kaynaklar ve zenginliklerin fütursuz, ölçüsüz, vicdansız bir açgözlülükle yağmalanması, kirletilmesi ve yok edilmesidir.

Türkiye bu yağmacı ve talancı doğa yıkımının en yoğun, en acımasız ve ahlaksızca yaşandığı ülkelerden biridir. Küreselci borçla şişirilmiş “Tüketim Ekonomisi”nin, en başta üretime dayalı bütün KİT'leri yağmacı ve emperyalist tekellere peşkeş çekip yok ederek, en kararlı ve yeminli uygulayan AKP iktidarının Türkiye'yi bugünlere getireceğini, daha 2002'ler ve sonrasında neredeyse yüzde yüz doğrulukla belirtmiştik. Dileyen Teori dergisinin o yıllardaki sayılarına bakabilir. Demiştik ki, AKP bütün kamu kuruluşlarını sattıktan sonra ülkenin kanını ve en son ülkenin bedenini de satacaktır. 20 yıl sonra şimdi o noktaya gelmiş bulunuyoruz.

VATAN NEDİR?

Nedir ülkenin bedeni, başka deyişle nedir vatan? Vatan, bir köle gibi üstünde tepinip aşağıladığımız, hep alıp hiçbir şey vermediğimiz, hoyratça kirletip sömürdüğümüz bir toprak parçası mıdır? Vatan, çağın bilimi ve teknolojisini dar bir sömürücü sınıf lehine insanlık karşıtı amaçlarla kullanarak ve tarihten hiç ders çıkarmadan çekirgeler gibi kurutup çıplak tepelere ve çorak topraklara dönüştürülen kara parçaları mıdır? Oysa atalarımızın, bugünkü bilgi, deneyim ve olanaklardan yoksun olduğu için Orta Asya ve Anadolu'da zorunlu ısınma ve diğer ihtiyaçlar nedeniyle ormanları büyük ölçüde yok etmiş olması anlaşılır bir şeydir. Çünkü Türk kültüründe dağlar, ormanlar, sular kutsaldır; Gök Tanrıya -ona en yakın olan- dağlarda, tepelerde ibadet edilmesi, ağaçlara çaput bağlanması bu inancın gereğidir.

Bugün ise, Arap'a ait -ki bir ulus olarak Araplara yüksek saygımı belirteyim- her şeyi nerdeyse kutsal gören, yücelten ve bilincinde veya bilinçaltında Arabistan çölünde yaşamayı daha kutsi görüp Anadolu'nun güzelliklerine tercih eden kimi tarikatların ve İslamcıların zavallı mantığıyla vatan topraklarının çölleşmesi fazla bir sorun olmayabilir. Hatta onlar için bu dünyanın, yani vatan topraklarının güzelleşmesi, cennete dönüştürülmesi de pek önemli değildir; hatta dünyevilik ve dinsizliktir.

AKBELEN ORMANLARI

Bu bilgilerin ışığında baktığımızda AKBELEN ORMANLARI için patlak veren ve 2019'dan bu yana süren kavgada iki kültür, iki ideoloji ve siyaset karşı karşıyadır. Ya da başka deyişle gerçek vatanseverlik ile sahta vatanseverlik arasındaki bir ayrışma, bir saflaşmadır sözkonusu olan.

Öncelikle şu konunun iyice bir netleşmesi gerekiyor. Çevredeki bazı köy muhtarları bir araya gelip kaymakamın önderliğinde valiye çıkıyor ve bölge insanının “ekmek kapısı” olan termik santrallerde 5 bin insanın çalıştığını ve ormanların kesilmesine karşı olmadıklarını belirtiyorlar. Kuyunun dibindeki bir canlının dünyayı ve gerçekleri kuyunun ağzı kadar gören ve o kadar bilen alabildiğine dar ve yetersiz bir bakış açısını ve bilinç geriliğini gösterir bu. İktidar yanlısı medya ve hükümet de kamu çıkarına karşı, en başta yandaş vurguncu firmaların çıkarını savunurken, bunu bir grup köylünün bireysel dar menfaatini öne çıkararak haklı göstermeye çalışıyor. Ve kamuoyu, her zaman olduğu gibi bilim dışı gerekçe ve yalanlarla kandırılmaya çalışılıyor. Burada, zübük madrabaz siyaset, dar bir kesimin çıkarını, bilime dayanan tavır ve siyaset ise, tüm ulusun, -bugününün ve geleceğinin- çıkarlarını savunuyor.

Ulusun, kamunun çıkarına olan bilimsel-teknolojik doğrular, başta Zonguldak ve Soma madenleri deneyimine dayanan doğrulardır. Zonguldak TTK eski Gn. Md. Yrd. 43 yıllık maden mühendisi Dursun Akyürek'in, o bölgede bir tek ağaç bile kesilmeden yer altı tüneli yöntemiyle kömürün çıkarılabileceği yönündeki açıklamaları, bu konudaki en doğru ve güvenilir bilgidir. Ayrıca Akyürek, Zonguldak ve Soma'da kömürün tamamen yer altı tüneli yöntemiyle çıkarıldığını vurgularken, o bölgede de aynı tünelleme sistemiyle üretim yapan bir başka firmayı da örnek gösteriyor. Bu bilgiler, Limak'ın ortağı olduğu enerji santrallerini işleten IC Holding yetkililerinin açıklamalarının bilimsel olmadığını, kamuyu aldatma amaçlı, özel şirketlerin kamu çıkarlarına aykırı ve sadece bireysel azami kâr amaçlı olduğunu gösteriyor.

Sonuç olarak, AKBELEN ormanları için yürütülen direniş, bütün Türkiye ormanlarının, dağlarının, sularının, tarım alanlarının isyanını simgeleyen büyük ulusal öncü direnişlerden biridir. Orada direnenler, yaşamsal çıkarı olan ve önderlik eden İkizköylüler ve diğer bölge köyler değildir sadece ve olmamalıdır da. İktidar ve yandaş şirketin, “direnen Milas köylüleri değil, bir avuç marjinal” iddiasının da hiçbir değeri yoktur ve yalandır. Çünkü bu ormanlar öncelikle Türkiye'dir, vatandır. O direnişe katılanlar da yüksek bir sorumluluk bilincine sahip Türk vatandaşıdır. Bu nedenle Milas köylüleri cahillik edip bu direnişe hiç katılmasa, katılanlar yalnızca maljinal denilen çevreci, Cumhuriyetçi, yurtsever insanlar bile olsa, değerinden ve öneminden hiçbir şey kaybetmez.

Çünkü vatan, -ve bizi vatana bağlayan- sadece evimiz, tarlamız, işletmemiz, işimiz değildir; hatta içinde yaşadığımız köyümüz ve kentimiz bile vatanı açıklamamıza yetmez. Vatan, aynı zamanda bize, havamızı, suyumuzu, ruhsal zenginliğimiz ve derin insani benliğimiz, moral kaynaklarımızı, insani, ahlaki duyarlılıklarımızı sağlayan dağlarımız, ovalarımız, yaylalarımız, ormanlarımız, ırmaklarımız, denizlerimiz ve göllerimizdir.

Bu nedenle, AKBELEN ve onun simgeleştirdiği bütün direnişler, dağlarıyla, ormanları ve ırmaklarıyla Türkiye'nin isyanı ve direnişidir. Kutsal vatanın ruhu şimdi Akbelen'dedir, kalbi AKBELEN'de atıyor.

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler