Son Dakika

can-suyu-437448.webp


“Bir dokun bin ah işit” derler ya, tıpkı öyle oldu. O sabah dükkâna bir kamyon çimento
gelmişti. İndirmeleri için amele pazarından iki hamal alıp getirmiştim. İki “köylü” hamal.
Çarıklı şalvarlı değillerdi. Kot pantolonlu, sarı lastik çizmeli, kasketliydiler. Köylü olduklarını
belli eden de onları diğerlerinden ayıran da kasketleriydi. Ötekiler el örme bereler
geçiriyorlardı kafalarına. İkisi de kasketlerini masamın üzerine bıraktılar. Cep mendilleriyle
başlarını bağlayıp kamyona yöneldiler. Hemen hemen hiç konuşmadan, çimento torbalarını
kucaklayarak üst üste yığmaya başladılar. Arada bir terlerini silerek ve her derin solukta bir
“şükür” diyerek işlerini bitirdiklerinde öğlen olmuştu. Dükkânın önünde, birer sandalyeye
iliştiler. Tere batmışlardı. Başlarına sardıkları kocaman bez mendillerini ellerine alarak
yüzlerinde boyunlarında biriken terleri kuruladılar. Uzattığım birer bardak suyu aynı anda içip
bitirdikten sonra bir sesten “ölmüşlerinin ruhuna gitsin” dediler, fısıldar gibi. Bir sandalye atıp
oturdum yanlarına. Hep birlikte, ısmarladığım kıymalı pidelerin gelmesini beklemeye geçtik.
Bekleme süresinde genellikle amelelere sorular sorardım, “nerelisin, necisin” gibilerden.
Amacım, aç karnına her dakikası bir saat gibi gelen, yemek gelinceye kadarki boşluğu lafla
doldurmaktı. Çoğu memleketini söylemekle başlar, lafı dolandırır, eninde sonunda askerlik
anılarına getirirdi. Birbirine benzer bu öykülere kulak verdiğimi söyleyemem. Onlar anlatıp
birbirini oyalarken dinler gibi yapardım. Bu kez böyle olmadı. Amelelerin pala bıyıklı olanı
bardağına yeniden su koydu. Sonuna kadar içtikten sonra “su deyip geçmemeli beyim” dedi.
“Su hayattır, öyle değil mi?” yanıt vermemi beklemeden sürdürdü konuşmasını: “Hepimiz
öyle bilir, öyle söyleriz. Söyleriz ama söylediğimize kendimiz uymayız. Allah bize akıl
vermiş. Onu kötüye kullanırsak, ne olur? Hayat veren su, ölüm suyuna dönmez mi? Döner!
Biz de hayat suyumuzu ölüm suyuna çevirdik. İçinde yaşadığımız cenneti de cehenneme.
Âdem babamızla Havva anamız gibi cennetten kovulduk. Ben lise mezunuyum, o da ikiden
terk, ama gördüğün gibi iki hamal buradayız şimdi.” Adının Cabir olduğunu söyledi. Sessizce
dinleyen arkadaşınınki de Nuri. İkisi de Gölköylü, birbirleriyle amcaoğlu ve bacanak imişler.
Gölköylü olduklarını duyunca şaşırdım doğrusu. Oradan amele pek çıkmazdı zira. Küçükken
annemlerle, daha sonra arkadaşlarla Gölköy’e piknik için gitmiştik birçok kez. Gerçek bir
yeryüzü cennetiydi. Köy, küçük bir göle dökülen derenin iki kıyısına dağınık yerleşmiş birkaç
evden oluşuyordu. Gölün suyu gözyaşı kadar berraktı, içilebiliyordu. Çayın suyu da o denli
duru idi ki göle karıştığı güç anlaşılıyordu. Gölün bir uzantısı gibiydi. Gölü kuşatan dev
ağaçlar sıklaşarak dağ yamacına kadar uzanan bir orman oluşturuyordu. Gölün kıyı şeridi
piknik alanıydı. Burası olağanüstü sulak bir bölgeydi. Orman derinliğindeki kaynaklardan
fışkırıp gelen çok sayıda derecik vardı. Piknik alanından geçerek göle dökülen bu dereciklerin
suyu da içilebilirdi. Ama kanalla getirilip ucuna takılı ağaç oluktan akanlar yeğleniyordu.
Anılarımda çok hoş izler bırakmıştı. O kadar ki, bir arkadaşım önerince göl kenarında bir
kooperatifin yaptığı villalardan almak için anlaşma bile yapmıştım. “Eskiden çok giderdik
sizin köye. Cennet gibiydi gerçekten” dedim. “Nerdeee” diye yanıtladı Cabir. “Bir de şimdi
görseniz, içler acısı. Gölköy değil, çöl köy!” Gölköylülerin öteden beri bağcılık bostancılıkla
uğraştığı bilinirdi. Cabir’in anlattığına göre bir tek, “dükkancı”nın bağla bahçeyle ilgisi
yokmuş. Gölün kıyısındaki evinin alt katını piknikçiler için bakkala çeviren bir yabancı imiş
“dükkancı”. O zamanlar gölde balık avlamak, piknikçilerle aylakların işiymiş, bir de
dükkancının damadının. “Her şey terfi etmemizle başlamış” diyerek anlatmaya başladı:
“Köyümüzün üniversite okuyan ilk genci akrabamız olur. Hoş o zamanlar köyde herkes
akraba imiş ya. Bu genç okulu bitirmiş, avukat olmuş. Babamdan birkaç yaş büyükmüş.
Avukat bey kente yerleşmiş. Bir süre sonra anasını, babasını, kardeşlerini yanına almış. Onlar
köyü unutmuş, köy de onları. İste bu unutulmuş avukat amca bir gün çıkageldi köye. Biz o
zaman dokuz-on yaşlarındaydık. Kocaman arabası da peşindeki beş araba da adam doluydu.

Tümü de takım elbiseli ve kravatlıydı. Konvoyu kovalamaya giden onlarca çocuk arasında biz
de vardık. Büyükleri bakkalın yan odasında topladı. O günden başlayarak bu oda yaşantımızın
nasıl değiştiğine hep tanıklık edecekti. Neyse, bir avuç seker karşılığında köye dağıldık.
Büyüklerimizi çağırdık. Avukat bey onlara anlattı. Anlattıkça onlar da avukat beyi alkışladı.
Anladığımıza göre yakında yapılacak seçimde avukat bey aday olmuştu. Büyüklerimizin
‘Yaşa, var ol’ diye bağırıp daha kuvvetli alkışladıklarında avukat bey o terfi sözünü vermiş
meğer. ‘Seçilince ilk olarak köyümü terfi ettireceğim. Söz veriyorum, köyümüz belde olacak,
belde! O zaman hepinizin yazgısı değişecek.’ Verilen sözün anlamını bilmiyorduk ama
babalarımızla birlikte, biz çocuklar da alkışlamıştık.” Yemeğimiz gelmişti. Yemek boyunca
sustu. Şükür etti. “Kesene bereket” dedi. Gelen çaydan bir yudum çektikten sonra yeniden
anlatmaya başladı: “Siyasetçilere en çok niye kızarız, yalancı oldukları, verdikleri sözleri
tutmadıkları için değil mi? Ah, keşke bizimki de diğerleri gibi yalancı çıksaydı! Hayır, adam
sözünü tuttu. Partisi iktidar olmuştu, avukat bey de milletvekili. Elini çabuk tuttu. Biz ne olup
bittiğini anlayamadan köy belde oluverdi. Alkışlarımız arasında vekilimizin partisi ilk yerel
seçimi büyük farkla kazandı. Onun önerisiyle dükkancının berduş damadı belediye başkanı
seçildi. Damadın balık ve içki arkadaşları da meclis üyesi olmuşlardı. Dükkancının yan odası,
az ilerisinde yeni belediye binası yapılana değin belediye merkezi oldu. Aynı oda daha sonra
balık kooperatifinin yönetim yeri yapıldı. Vekilimiz avukat bey kooperatifin açılışında da
geldi beldeye. ‘Sizi köylülükten, ilkellikten kurtarmak için ben bana düşeni yaptım. Artık siz
de gerisini getirin’ dedi. Alkışlarla arabasına binip uzaklaştı. Uzun süre gelmeyecek gibiydi.
“Gerisini belediye başkanımızın öncülüğünde biz getirdik gerçekten. İmza dendi verdik, para
dendi verdik. ‘Kaz gelecek yerden tavuk da esirgenmez, horoz da’ dedik, esirgemedik; balık
kooperatifi için imza verdik, belediye binası için para verdik. Avukat beyin kendine tapuladığı
gölü ondan satın almak için para verdik. Gölde havuzlarda balık yetiştirmek için hem imza
hem para verdik. Derken gölde yeni doğmuş kuzu büyüklüğünde balıklar kaynaşmaya başladı.
Tamam, artık hasat zamanı, hepimiz zengin olacağız demeye başladık ama ne gezer.
Değişmez belediye başkanımız konserve fabrikası kurmaya karar verdi. Önce imzalar
toplandı. Bu imzalarla şirket kurduğumuzu çok sonra anladık; şirketin başkan ve üyelere ait
olduğunu, bize binde bilmem kaçlık hisse verildiğini de. Önemli değil, fabrika balığın
yanında, domatesimizi, fasulyemizi de işleyecekmiş, deyip geçtik. İmzaları her zamanki gibi
para izledi. Derenin üst tarafındaki bataklık tarla, fabrika için satın alındı. Kimden mi?
Haliyle avukat beyden. Fabrika inşaatı sürerken, beldeyi kente bağlayan yolun asfaltlanması
için hem imza hem para toplandı, verdik. Yol yapılırken imece usulü çalıştık, hiç birimizin
gıkı çıkmadı. İmzaların vilayete paraların ise başkan ve üyelerin cebine gittiği yine çok sonra
ortaya çıktı. Yolu bizim kol gücü katkımızla devlet yapmıştı. Nihayet fabrikanın kuruluşu
tamamlandı. O zamana kadar ölen ölmüş, bebeler delikanlı, delikanlılar baba olmuştu.
Rahmetli olan babalarımızın yerine son imzaları, son paraları biz verdik. Fabrikanın açılısı
görülmeye değerdi doğrusu. Vekilimiz bu kez bir bakanla gelmişti açılışa. Öyle olunca vali de
oradaydı, kaymakam da. Davetli davetsiz yüzlerce kişi, belediye bandosu, davullar, zurnalar,
çengiler, folklor ekipleri, mehter takımı… Bakan kısa bir konuşma yapıp kurdeleyi
vekilimizle birlikte kesti. Alkışlar koptu, bayraklar sallandı, balonlar uçuruldu. Yemekler
yendi, kahveler içildi. Akşamüstü resmi heyetin konvoyu belde dışına kadar hem bando hem
de davul-zurna eşliğinde ve yine alkışlarla yolcu edildi. O akşam hepimiz evlerimize birer
fabrikatör tafrasıyla döndük. Kıyamet dediğimiz bir günde mi kopar? Bence bizim
kıyametimiz seri depremlerle kopmaya başlamıştı bile. Henüz duyumsamadığımız öncü
depremler birbirini izliyordu; görünüş öyle olmasa bile. Görünüşte herkes işini sürdürüyordu.
Fabrika da çalışmaya başlamıştı. Gölden dev kepçelerle alınan kocaman balıklar fabrikaya
gidiyor, kamyonlar gün boyu fabrikadan çıkan kasa kasa konserveleri kente taşıyordu. İşler
tıkırındaydı. Daha sonra yetiştirilen sebzeler de fabrikaya verilir oldu. Bedelleri ‘fabrika
kendini amorti ettikten sonra’ ödenecekti. Belediye başkanı öyle demiş ‘bunu kar dağıtımı

izleyecek’ diye eklemişti. Varsın olsundu. Köylü sabırlıydı, beklerdi. Bu sürede sattığı
meyveydi, süttü, yumurtaydı, idare ederdi. Fabrikada ‘dükkancı’nın ve başkan damadının
başka yerlerden getirttiği işçiler çalışıyordu. Yine imzalar toplandı. ‘Göl ve çevresini
düzenleme’ adı altında güzelim ağaçlar kesilmeye başlandı. Birkaç gün homurdandık.
‘İsçilere konut yapılacak. Yer gerek, satın almaktansa burada yer açalım dedik. Hem çıkan
odun da fabrikada yakıt olarak değerlendirilecek’ dedi Başkan, hepimiz sesimizi kestik. Kendi
malımızdan aldığımız rüşvet tatlı gelmişti. Yakıttan tasarruf olunca fabrikadan daha çabuk ve
daha çok kar edilecek ve bize dağıtılacaktı nasıl olsa. Gel gör ki ağaç kesimi sürüp gitti.
Orman dağ eteğine kadar geriletildi. Hatta eteğinde yer yer çentikler atıldı. Kooperatifler
kuruldu. Müteahhitlerle anlaşmalar yapıldı ve açılan alanda mantar gibi, bir, iki, üç katlı
villalar bitmeye başladı. Göl kıyısında yeni bir kent kurulmuştu. Nüfusu biz eski köylüleri
ikiye, üçe katlıyordu. Maaştan kesilen aidatlarla konut aldırılan ve Belde nüfusuna katılan
fabrika işçileri de cabası. Artık belediye başkanını değiştirmek bir yana, selamımıza yanıt
alamaz olmuştuk. Başkanla vekil konut kooperatifinin birini dağıtıp birini kuruyor, her birinin
sahip olduğu ev sayısı bizim eski evlerin toplamını geçiyordu. Vekil hangi partiye geçerse
başkan da onu izliyor, ne hikmetse o parti de hep iktidar oluyordu. Daha sonra başkan da
vekil seçildi, eski vekilimiz ise bakan oldu. Belediye başkanlığına da tüm kooperatiflerin
değişmez müteahhidi getirildi. Artık müteahhitliği vekille bakanın, yakın arkadaş olan
oğulları yapıyordu. Bu arada usumuzun ermediği plan değişiklikleri oluyordu sık sık. Bu
değişikliklerle eski bağ, bahçe ve bostanların bazıları değer yitiriyor, bazıları tersine değerini
katlıyordu. Bunu belediye ve kooperatif yöneticileri belirliyordu. Alıcı da hep kooperatif
oluyordu. Satın aldıkları da birden değerleniveriyordu; hem de o alın teriyle sulanıp
yetiştirilmiş canım meyve ağaçları kesildikten ve toprak silindirle ezilip nefes alamaz
olduktan sonra. Bunlar olurken beldede önce havalar delirdi. Gölköylü ömrü boyunca kar
yağdığını ya bir kez görür ya hiç göremezdi. Kış çok yağmurlu ve ılık geçer, yağış, güneşli
havalarda da bahar sonuna değin sürerdi. Yaz sıcak olur, terletir ama beynimizi kaynatmazdı.
Fırtına bizim köye pek uğramazdı. Ağaçlar kesilip de yerine villalar dikilmeye başlanalı beri
başka yere göçtük sanki. Her kış kar yağmaya, bazı aylar gölün yüzeyi buz tutmaya başladı.
Eskiden ağaçları okşar gibi esen rüzgâr artık yıkıp geçer oldu. Yağmur ise iyice tuhaflaştı. Kış
aylarında haftalarca çiselemesine alışkındık, baharda kısa süreli sağanaklara da. Ama ikisini
de unutacağız neredeyse. Artık, hava bulutlu olsa da ya günlerce yağmıyor veya gökte baraj
patlamış gibi tepemize sular boşalıyor. Öyle olunca da ağaçları biçilen yamaçların toprağı
dereyi dolduruyor, taşan dere bostanları basıyor, oradan aldığı toprağı taşıyıp göle boşaltıyor.
Biz köyden ayrılalı üç yıl oldu. Köyümüze adını veren göl şimdiye ya yok olmuştur ya da yok
olmanın eşiğindedir. Aynı günlerde meyve ağaçları bilinmeyen bir nedenle kurumaya başladı.
Sebzeler izledi onları. İşin tuhafı, biz ‘susuzluktandır’ deyip suladıkça kuruma hızlandı. Dere
suyunun da göl suyunun da rengi değişmiş, sası kokar olmuş, tadı acılaşmış; yüzeyini alacalı,
yağlı, parlak bir tabaka kaplamıştı. Ne olup bittiğini anlayamıyorduk. Bir sabah çığlıklarla
uyandık, göl kenarına toplandık. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı… hasta, herkes oradaydı.
Neredeyse su görünmüyordu, gölün yüzeyi balığa kesmişti; irili ufaklı binlerce balık ters
dönmüş, parlak karnını güneşe çevirmişti. Eski köylüler olarak çoğumuzun göz çukurlarında
yaşlar birikmişti. Bu yaşlar evlerimize dağılınca akacakmış meğer: o akşam dereden suladığı
hayvanları ölmeyen ya da hastalanmayan kalmadı. Evden eve koşuşturan belediye baytarı
kedi, köpek gibi evcillerin hastalıklarından anlıyormuş meğer, onların da dere suyu içenleri
çoktan ölmüştü; sağ olanlarıysa kimsenin umurunda değildi zaten. O büyük kırımdan birkaç
büyükbaş kurtulduysa o da eski köyün “yarı doktor” dediğimiz yaşlı ebesi sayesindedir.
İzleyen günlerde tüyler ürperten bir söylenti beldede dolanmaya başladı; fabrikanın ağılı
kimyasal atıkları dereye akıtılıyordu! Oradan da göle. Ölümlere yol açması kaçınılmazdı.
Yaşam suyumuz ölüm suyuna dönüşmüştü. Bunun üzerine belediye başkanı banda bir
konuşma kaydettirdi. Konuşma, belediye hoparlörlerinden her gün, Cuma günleri de cami

minarelerinden yayınlanır oldu. Köyde bir olan cami, belde olunca tam on ikiye çıkmıştı.
Belediye başkanı, tümünün de yaptırma ve yaşatma derneklerinin yönetiminde idi. Başkana
göre her şey denetim altındaydı. Gerekli önlemler hızla alınıyordu, alınacaktı. Ancak sebze
bedellerinin ve kar paylarının ödenmesi biraz daha gecikecekti. Birlik ve beraberliğe her
zamankinden daha çok gereksinim vardı, bu ‘doğal afetle’ el birliğiyle baş edilecekti ‘Allah’ın
izniyle’. Bozgunculara kulak asılmamalıydı, falan feşmekan. Her şeyin tadı rengi kaçmıştı.
Bir avuç kalmış biz eski köylüler çekip gitmenin yollarını arıyorduk. Evi, toprağı şöyle dişe
dokunur bir fiyata satabilsek bir gün bile durmayacaktık. Ancak kimi kooperatiften zar zor ev
edinmiş, çoğu dağ yamacına derme çatma gecekondu yapıp yerleşmiş yoksullardan oluşan
beldede alıcı yoktu. Belediye başkanı ve dostu yapsatçılar fırsat kollarmış meğer. Yolu
ıslatma bahanesiyle, arozözlerle göl suyu sıkıp yola yakın ağaçlarımızı kuruttular. Atık su
borularını basınçlı suyla patlattılar, zehirli atıklar bahçelerimizi bostanlarımızı bastı.
Sebzelerimiz çürüdü, çiçekli, meyveli ağaçlarımız kurudu. Son darbe de aynı günlerde geldi:
belediye ve cami hoparlörlerinden başkanın cızırtılı sesi duyuldu yeniden. Kulak tıkadık önce;
lafları nicedir koruk tadı vermiş kulakları kamaştırmıştı. Ama ses bu kez kaçınılmaz sonu
bildiriyordu: borçlarından dolayı şirkete bankalardan haciz gelmiş, göle, göldeki balık
havuzlarına, konserve fabrikalarına el konmuştu. Ortak ve üreticilere -maalesef- artık ödeme
yapılamayacaktı! İyi ki köylülerimizden daha önce göçenler olmuştu. Kentte akrabalarımız
vardı. Üç kamyona eşyalarımızla doluştuk, koyulduk yola. Kurumuş bahçelerimize
bakamıyorduk bile. Beton ormanına dönen göl kıyısına da. Hele ölüm suyuna dönüşen can
suyu deremize hiç! Ya mavi altın gölümüze? Bakacak yüzümüz kalmış mıydı ki? İçini
çekerek sustu. Ağır bir sessizlik çöktü üzerimize, pişmanlık gibi iç ezen bir sessizlik. Ayağa
kalktı, arkadaşıyla ben de. Ücretlerini aldılar ‘bereket versin’ diyerek. Kasketlerini kafalarına
taktılar, başlarını öne eğerek uzaklaştılar. Omuzları daha bir çökmüştü sanki. Sarsılmıştım.
Bir suçluluk duygusuyla eziliyordu içim. Gölköy’den villa almak için yaptığım anlaşma bir
suç ortaklığı gibi batmaya başlamıştı. Onlara bir yararı olur mu bilmem, anlaşmayı bozmaya
karar verdim.
Ankara, Mayıs 2005

(*) Yazarın “Hiçbiri Hikâye Değil” kitabında yer almıştır.

Ali Günay
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler