Son Dakika

cerrahpasa-hastanesi-ne-gidis-muzaffer-buyrukcu-299168.webp


CERRAHPAŞA HASTANESİNE GİDİŞ (15.1.1993 Pazartesi)

Dört geceden beri bir saniye uyumadan, uyuyamadan sabahı ediyorum. Soluk darlığıyla öksürük içimde öyle bir iş birliği yapmış, öyle bir düzen kurmuşlar ki gözlerimi birkaç dakika kapamama, uykunun derinliklerine dalmama olanak yok. Dayanacak durumda değilim, mutlaka yatağa uzanmam gerekiyor, bütün bedenimle, varlığımla oraya sürükleniyorum ama başımı yastığa koyar koymaz korkunç bir öksürük dalgalar halinde yükseliyor göğsümden. Fırlıyorum ayağa, odada döne dolana geziniyorum, balgamı çıkartmaya kadar zorlanıyorum, soluğum azalıyor, düşkün bitkin bir halde yatağın kenarına oturuyorum, alnımı iskemlenin arkalığına dayıyorum ve karanlığın yoğunluğunda zamanın geçmesini, beni uyutacak mucizevi bir olay ya da bir ‘şey’ olmasını bekliyorum.

Kurumuş burnumu ıslak mendille ıslatıyor, suyun zerrelerindeki oksijeni kokluyorum. Su içiyorum. Her şey tatsız ve her şey kokuyor. İstanbul’un üstünde bir karabasan gibi duran dumanın zehiri doluyor ciğerlerime boğuluyorum. Sanki sıkıştırılmışım, hiçbir yere gidememem, kaçamamam ve bu duruma katlanmak zorundayım. Bir iki kez cinnet geçirmekten, kendimi beşinci kattan aşağıya atmaktan korktum: “Adam cinnet geçirdi, karısını, üç çocuğunu öldürdü.”

Yarın hastaneye yatacağım bu kesin.

Yalnız bir yanlışlık yaptı Melisa. Ben, Dr’um ve arkadaşım Sabriye Demirci’yle onun beş yataklı odasında yatmaya karar verdim. “Pazartesi gelin” dedi, “Belki yatmana da gerek yoktur. Bir muayene edelim, bir tertip ilaçla bu öksürüğü ve darlığın üstesinden geliriz.”

Tamam. Ben bunu Melisa’ya anlattım, “Beş yataklı odada sıkılırsın, senin yapacağın şey, sendika aracılığıyla iki ya da üç yataklı bir odaya geçmemi sağlamak...”

“Sen merak etme Muzo…” dedi

Bir süre sonra bir telefon, “Oktay Akbal, Nurettin Sözen’le görüştü. Nurettin Sözen de Cerrahpaşa Göğüs Hastalıkları bölümünün şefi Prof. Dr. Müzeyyen Erg hanıma arkadaşımızı yatırabilir misiniz dedi... şu andan itibaren yatağın hazır, dört kişilik odada. (Cuma günü oluyordu bunlar) Tamam mı? Onun için sen Sabriye hanıma gitme…buraya git.”

“İyi, güzel teşekkür ederim de Sabriye hanıma ne diyeceksin...”

“Bir şey söylersin işte…”

“Ne söyleyebilirim ki, kadın bekleyecek...”

“Ne ise göğüs hastalıklarındaki yerin hazır” dedi Melisa.

İki ayağım bir pabuca girdi sıkıldım. Doğruyu söyleyecektim elbet. “Benim dışımda arkadaşlar harekete geçmişler, böyle bir durum oluşmuş. Ama gene de sizin kararınız benim için önemlidir. Çünkü siz benim ciğerlerimi tanıyorsunuz...”

Evet böyle diyeceğim.

Sabaha karşı beş’te ite-kaka, altı yedi deneme yapa yapa, öksürüklerin baskılarına karşı koya koya uyumuşum. Yedi buçukta kalktım. Tuvalet, el yüz yıkama derken giyindim. Misli torbayı iç çamaşırıyla doldurdu, tıraş sabunu, makine (Dar Sabahlardaki Duman) dan iki tane, bir yanda, kalem gözlük, saatimi, taktım. Hiç iştahım yok. İki bardak ıhlamur içtim, bir Digoxin, bir Holmeoks içtim, pencerenin önün dikilerek Necat’ı beklemeye koyuldum.

Duman iyice sarmıştı ortalığı ve burnum akıyor, öksürüğümü çoğaltıyordu. Birden kar başladı.

“Yağsın da temizlensin pislikler...” dedi Misli.

“Yağınca duman çoğalıyor,” dedim

“Baksana şu kara, kirli, esmer, oysa kar beyazdır değil mi?”

“Aaa...” dedi Misli

“İşte, İstanbul bu hale geldi. Gelecek yıl yaşarsam İstanbul’da değilim...”

“Nereye?” dedi Misli sıkıntıyla.

“Neşet’in Gökçeada’daki evine gidecem…”

“Yalnız napacan orda?”

“Yalnız olur mu, birlikte,” dedim, rahatladı.

“Keşke Erdemin yanına gitseydik Almanya’ya, oradaki hastaneler nerde, hem havası da güzel...”

“Bu yıl gidemeyiz artık” dedim.”Sen de geliyor musun benle?”

“Gelecem elbet, yatacağın yeri göreyim, eşyalarını yerleştireyim... Ne o gelmemi istemiyor musun?”

“Niye istemeyim? sonra geriye nasıl döneceksin, sen de hastasın...”

“Neşet beni Aksaray’da dolmuşların oraya bırakırsa gelirim eve...”

“Peki” dedim.

“Ama sanki sen istemiyormuşsun gibi…”

“Başlama gene!”

“İstemiyorsun, istemiyorsun...”

“Neden?” dedim

“Her yere yalnız gitmiyor musun?”

“Hoppala!” dedim

“Neşet bana bildirir sonra...” dedi Misli.

Geçmişteki davranışlarımın dökümünü mü yapıyor? Nedir bu? Ben canımla uğraşıyorum, bir parça soluk için ölüp ölü diriliyorum o ise -bencil- beni rahatlatmaktan hoşlanmıyor, şeytan azapta gerek dercesine bir tavır takınıyor...

Şu Neşet gelse de…

Telefon “Buyrun!”

“Günaydın ben” dedi Neşet kısık sesiyle, “Yola çıkıyorum. Adresi bir daha versene!”

“Bağlarbaşı, Güllü sok. No 43. Seyhan Apartmanı...”

“Meydana geldik...”

“Yürü, sağa sap, Diyarbakır pazarının karşısındaki sokak. Ta aşağıda köşede bahçeli bir ev göreceksin o çıkmaza gir.”

“İncir toplayıp yediğimiz ev değil mi?”

“O ev yıkıldı, ağaçlar söküldü beş katlı eşşek gibi bir apartman dikildi.”

Tamam bulurum” dedi, Neşet.

“Geliyor mu” dedi, Misli?

“Geliyor...”

“Ambulansla mı geliyor?”

“Öyle” dedim “Ambulansla gelmesi daha iyi... gerçi mahalleli iyi bakmaz ama...”

“Kimseyi dinlemem ben...” dedi

Televizyonu açmasını. Erdem’e telefon etmesini, gazete almayı sürdürmesini söyledim.

“Gel tartayım seni…” dedi, tartıyı koydu yere, sıfırın ortasına getirdi ibreyi. Çıktım, “Tam tamına 84..”

“8 kilo çok...”

“İyileşince de geri kalanını sonra veririsin...” dedi. “Daha kaç kilo dedi doktor?”

“10…ama yavaş yavaş” dedim

“Nasıl hissediyorsun kendini?”

“Hafif ama sıkıntılı...”

Kemerimi yokladı. “İki delik kalmış..”

“İşte en son deliğe gelince on kilo vermiş olacağım...” dedim.

Ve patladım. Nelerle uğraşıyorum yarabbi? Benim gibi beyninin bütün olanaklarını kullanmak için didinen ve yaratılıştaki büyük zenginliğin merkezini arayan biri bu hale mi düşecekti? Ot gibi mi olacaktı? Bırak bunları... Neşet nerde kaldın? Şimdi önce Sabriye hanıma uğrayalım o derse o zaman giderim. Belki de der, çünkü sesinden görülsün olduğunu anladım. Beş yataklı oda uzun süren araştırmalar, incelemeler hastaların sorunları.

İlk kez bir hastanede yatacağım. Bu yüzden sıkıntılıyım evet hastanede sağlığıma kavuşacağım, biliyorum bunu ama gene de garip bir duygu kıpırdıyor içimde… ya geri dönemezsem, ölürsem orda?.. Nicedir hastanede yatma önerilerini geri çevirmenin nedeni bu olamaz? Bu temeldeki sessiz ama her zaman varlığını hissettiren sarsıntı bilinç altımı yöneten etmenlerin arasına giremez mi? Gerçi hastalığım o kadar ağır değil ama ‘Nerden biliyorsun? Doktor musun? Güçlükle soluyan, boyuna öksüren, beş gecedir bir saniye uyuyamayan, sekiz kilo zayıflayan başkası mı?’ diyorum hemen.

Ya herru ya merru/Kısmetimde olan kaşığımda çıksın/varsa kaderde düzülmek neye yarar üzülmek...Yoo böyle düşünüyorum ama olumsuz sonuçları kabul edemiyorum. Gideceğiz, göreceğiz… şimdiden yaşamadığım şeyler hakkında fikir yürütmem yanlış, saçma. Gerçekle karşılaşayım bir kere ve o gerçeğin kafada fırtınalar yaratan tasarılarla ilgisi var mı yok mu öğreneyim.

Ayrılık sızısı gibi bir sızı yükleniyor benliğime…bu senden uzaklaştığım için değil bu tam tersi kömür kokulu, yemek kokulu, duman kokulu bu salon canıma okudu benim. Her an acı çektirdi bana, her an üzdü ve nefret duygusunu keskinleştirdi. Hemen ayrılmalıydım epeydir zihnimde geciken hayallerin en başında havası suyu temiz bir yerde yaşamanın, hep orda kalmanın hayali var.

Rahatça soluk alabilmeliyim, aldığım soluk ciğerlerimin en ücra köşelerine kadar ulaşabilmeli ve ben zamanımı sağlıklı bir biçimde, soluk alma sorunumu çözmüş olarak geçirmeliyim.

Aylarıdır bir an bile neşelenmedim, yüzüm gülmedi.

Neşet “Abi seni Gökçeadaya yollayayım benim evim var orda... Rum balıkçılarla kafayı çekersin” dedi kaç kez.

Bir doktor arkadaşı, “Siz artık kışları İstanbul’un dışında yaşayacaksınız” dedi. İyi güzel de parayı nerden bulurum? Parasız adım bile atamaz insan. Böyle bir duruma düşeceğimi bilseydim zengin olmanın yollarını arardım ve bulurdum. Ama biz yoksulluğun erdemini seçen kişilerdeniz, o dünya malını umursamıyan ‘idealist’lerdeniz. Fırsatlar kaçtı ve para sahibi olamadık. Bir buçuk milyonluk emekli maaşıyla geçinmeye çalışan dürüst, onurlu, birisiyim, tek servetim bu.

Bir siren sesi işittim. “Neşet geliyor galiba...”

“Hani nerde?” dedi Misli sokağa baktı.

“İşitiyor musun?” dedim.

“İşittim ama başka sokaktan geliyor.

“Hayır bizim sokaktan...”

Sesler kesildi.

“Neşet bulamıyor beni?”

“Unuttu kaç yıldır gelmiyor..”

“Köşede bahçeli bir ev dedim oysa...”

Çaresizlik sarıldı yakama, sıkıntı boğazımı öksürttü uzun uzun.

“Yoksa hastaneye varamadan...”

Gazeteler öyle yazmıyorlar mu? (Hastaneye kaldırılırken yolda can verdi) Ürettiğim düşünceden ve ayrıntılardan korktum.

Telefon çaldı, koştum. “Ben Neşet, sokağa girdim ama evi bulamıyorum...”

“Nerden telefon ediyorsun?”

“Avizeciden…”

“Elektrikçi Eyüp’ten mi?

“Bir dakika…” dedi Neşet, sordu “Evet..Eyüp Bey..”

“O bizim evi biliyor. Misli hanımın evi de, çocukları da biliyor..”

“Tamam, gösterecekler...”dedi Neşet.

Kar tipi halinde ama birbirine değmeden yağıyor, ortalığı beyaz eğri çizgilerle donatıyordu.

“Hadi aşağı inelim...” dedi Misli

“Kapıyı kitle” dedim, poşeti kaptım.

“Sen bırak ben taşırım” dedi Misli.

Kaç günden beri ilk kez iniyordum merdivenlerden, başım dönüyor, devindikçe soluk alma sıkıntım çoğalıyordu. Kapıyı açtım...Neşet karşımdaydı. Gri kasketli, gri paltoluydu ve bıyıkları ıslanmıştı...” Hoş geldin..” dedim. Kucaklaştık.

“Siz arkaya geçin…sen istersen sedyeye yat” dedi Neşet

“Yoo otururum” dedim.

Şöförün yardımıyla bindik ambulansa kapı kapatıldı ve yürüdük. Sarsıla sarsıla gidiyoruz. Ben açık pencereden. “Sağa sapın, sola sapın, düz gidin” gibi şeyler söylüyorum.

Şimdi de acele ediyorum bir an önce hastaneye varmak için.

Pazartesi olduğu için yollar kapalıydı. Yüzlerce araç arka arkaya dizilmişlerdi. Adım adım ilerliyorduk. Berec, Rami kışlası. Edirnekapı derken Aksaray’a girdik ordan Haseki’nin önündeki yokuşa sardık, sağa kıvrıldık, Cerrahpaşa yolundaki trafik kuyruğuna eklendik.

Kar durmuştu.

Burada hava aydınlıktı, duman çok değildi.

İndik ambulanstan Göğüs Hastalıkları bölümünün önünde. Neşet emeklilik karnemi Prof. Müzeyyen Erk, Doç. Dr. Günseli Yılmaz, Baş asistan Birsen Sipahi yazılı kağıdı kaptı elimden… “Siz şurda bekleyin..” dedi, gitti görünmez oldu. On beş dakika geçti geçmedi belirdi eşikten  “Yukarıya çıkalım, vizitedeymişler, onlar dönünce...”

Misli’yle koltuklara iliştik. Alçak koltuklardı ve rahat değildi.

Günseli Yılmaz ile Birsen Sipahi’nin odaları ordaydı. Okudum. Gözlerimin önünde beliren yüzlerin arasında hiç tanımadığım hiç görmediğim o yüzleri bulamadım, bulsam bile “Şudur” diyemedim.

“Burda yatayım da sonra Sabriye hanıma haber veririm.”

Muzaffer Buyrukçu, 2006, (Foto: Erdem Buyrukçu)

Aslında yanlış. İlkin Sabriye hanıma uğrayacaktık. Neyse üzme kendini, nasıl olsa bir şeyler yaparsın.’ Böyle diyordum ama bu tutumum ciddiyetimle, ilkelerimle bağdaşmadığı için (Sabriye hanımı yanılttığımı, aldattığımı düşünüyordum) üzülüyordum ve utanç duyuyordum.

Birsen hanımla tanıştık. Anlattım durumumu.

“Sizi Cuma gününden beri bekliyorum” dedi.

Bozuldum. “Bazı işlerim vardı da...”

“Sağlıktan önemli iş olamaz Beyefendi…” dedi Birsen hanım.

“Haklısınız ben Pazartesi günü geleceğimi söylemiştim...” dedim.

“Gelin” dedi Birsen Hanım.

Biraz buruklukla izledik. Merdiven tırmandık, koridorlarda yürüdük, kapılı bir kapıyı açtırdık ve 6 numaralı koğuşa girdik.

İlginç bir rastlantı Çehov’un da (Alltı Numaralı Koğuş) adlı uzun bir hikayesi vardı ve deliren bir adam mı yoksa bir mahkumunumu anlatıyordu anımsamıyorum şimdi.

Genişçe bir odaydı ve pencereleri caddeye bakıyordu. Yanyana sıralanan Eczaneleri görüyordum. Sağda dipteki yatakta çizgili pijamalı, başı yün takkeli bir adam yatıyordu. (altmış altı, altmış yedi yaşlarındaydı, uzun boylu, yakışıklıydı. Gözüm bir yerlerden ısırıyordu..) Onun yanındaki yatak boştu. Müzeyyen Erk’e ait bir yataktı ve bana ayrılmıştı.

“Burada yatacaksınız” dedi Birsen hanım, “Soyunup pijamanızı giyebilirsiniz...”

“Teşekkür ederim...”

“Ben sonra uğrarım...”

“Sağolun...”

Bir hemşire bir kağıdı uzattı.. “Bunları alın gelin..” dedi.

Derrece, iğneler, enjektörler, bir sürü şey,  “Ben emekliyim..” dedim

“Bunların parasını siz ödeyeceksiniz..” dedi.

“Ben alayım…” dedi Neşet

“Dur sana para vereyim..” dedim, yüz bin lira uzattım.

Orda usturuplu bir biçimde soyundum, mavi eşofmanlarımı giydim. (Mike yazıyordu) Bitince solda sessiz sedasız uyuyan, yüzü kapkara bir adamın yanı başındaki iskemleyi aldım, Misli’yi oturttum.

Yatak komşumun biri iskelet gibi birisiydi ve kapkaraydı yüzü, sağında dikilen bir tüpten oksijen emiyordu ve kaburgaları sayılan göğsü demirci körüğü gibi-çok hızlı, çok sinirlendirici bir biçimde-kalkıp iniyordu.

“Hoş geldiniz” dedi uzun boylu adam,  “Derdiniz astım mı?”

“Kronik bronşit diyorlar..” dedim

“Ben astımım. İki yıldır burada yatıyorum.”

Şaşırdım. Anladı.

“Oniki yıldır buraya gelip gidiyorum. Müzeyyen hanımın hastasıyım.”

“Oniki yıl korkunç bir şey...”

“Eee bir kere yakalandık. Otu züç yaşındaydım otu züç senedir çekiyorum...”

Eşi sarışın, gözlüklü bir hanımdı. “Süleymanın bu hastalığı yüzünden kule dibindeki iki katımızı sattık..”

“Burası pahalıdır...” dedi Süleyman Bey, “Döner sermaye, siz de mi paralı yatıyorsunuz?”

“Ben emekliyim...” dedim

“O zaman iyi...”

İskelet gibi adama baktım.

“Dün gece getirdiler ortalığı ayağa kaldırdı bağırtılarıyla, zor susturduk biz de hastayız. Onun burda değil Yedikule hastanesinde yatması lazım, zavallı adam, getirip attılar, gittiler ne pijaması var, ne bir şey...”

“Çok ağıra benziyor...” dedim.

“Çok ağır, kurtulur mu bilmem ama adam nasıl mücadele ediyor yaşamak için görüyorsunuz…”

“Evet…” dedim

“Can tatlıdır” dedi Nazik hanım.

“Allah düşürmesin ama bu hale düştüm mü öleyim daha iyi..” dedi Süleyman Bey.

Neşet, şırınga almış, 3 litrelik Emirhan suyu almış, geldi.

“Ben gideyim artık” dedi

“Çok teşekkür ederim, benim için epey yoruldun. Bu hizmetin hiç unutulmayacak hak deryalarına yazılacaktır.

“Aman efendim keşke elimizden daha başka şeyler gelse...”

“Geleni yaptın” dedim.

Kucaklaştık. Bir telefon numarası yazdı, “Beni burdan ara” dedi.

“Olur” dedim.

Günseli Yılmaz, doktorlar, asistanlar ve stajyerlerden oluşan topluluğuyla geldi, tanıştırdı kendini. Genç, dinamik, ciddi bir insandı, “şikayetiniz nedir?” dedi

Aşağı yukarı bir aydan beri öksürdüğümü, güçlükle soluk aldığımı, hele İstanbul’un üstüne zehirli dumanın (Dr. Bahar’la Necdet Ökmen hala sis diyorlar ve benim sözcüğü yanlış kullandığımı söylüyorlar) çöktüğü günler boğulur gibi olduğumu, temiz havalarda rahatladığımı, bu arada beş gecedir -sürekli- öksürmekten sabahlara kadar uyuyamadığımı, zamanımı iskemlenin arkasına başımı dayayarak geçirdiğimi anlattım...

“Öksürdüğünüz için mi uyuyamıyorsunuz?”

“Evet uyku bastırıyor ama başımı yastığa koyar koymaz fırlıyorum...”

“Öksürükten dolayı mı?”

“Evet, öksürük yatırmıyor, uyutmuyor...”

“Balgam çıkartıyor musunuz?”

“Uzun uzun çok öksürdükten sonra…”

“Rengi nasıl?”

“Beyaz…”

“Kaç yıldan beri güçlükle soluk alıyorsunuz?

“Dört beş yıl oldu...”

“Hiç tedavi gördünüz mü?”

“Evet. Sabriye Demirci benim arkadaşımdır o ilaçla tedavi ediyordu...”

“Şimdi ne kullanıyorsununuz?”

“Volmoks ile Digoxin…”

“Digogsin niye? Kalbinizde bir rahatsızlık mı var?”

“Haydarpaşadaki bir kalpçi doktor verdi...”

“Hiç hastaneye yattınız mı?

“Hayır ilk defa…”

“Bir tüp getirin buraya, ciğerler biraz temiz hava yollayalım da Muzaffer Bey rahat etsin...”

“Sağolun...”

“Önce tansiyonunuzu ölçelim...”

Kolumu sıyırdım, o kol bağını sardı sonra pompaladı, şişirdi… ”14/8”dedi. (Yanındakilere Tıp diline özgü sözcükleri kullanarak hastalığım hakkında bilgi verdi, böyle bir olgu karşısında ne önlem alınması gerektiği konusunda sorular sordu. Muayene etti, “Ağızdan soluk alın” dedi, aldım “Alın” dedi, aldım, göğsümü, sırtımı dinledi, “Sizi iyileştireceğiz merak etmeyin” dedi

“Beni önce uyutun” dedim, “Arkadan da öksürüğümü kesin...”

“Uygulayacağımız tedaviyle uyuyacaksınız” dedi.

Yanıbaşıma tüp kondu iki dereceye ayarlandı ve burun deliklerime hava püskürten naylon boru seti takıldı. Evet, burnuma hava giriyordu. Ciğer ve kalp filmleri çekilecekti, elektro yapılacaktı, solunum testi yapılacaktı...

“İsmail efendi Muzaffer bey’i buralara götür yanından ayrılma” dedi Günseli Hanım. “Ben gene geleceğim size daha sakin bir oda bulacağım...”

“Sağolun”dedim

Çıktılar.

“Sen de git bari” dedim Misli’ye.

“Gideyim, yarın gelirim, ne istiyorsun?”

“Hiçbir şey...”

“Pardesünü de götüreyim mi?”

“Götür, nasılsa kullanmayacağım..”

Poşete koydu. Ceketimi, pantolonumu, gömleğimi askıya astı duvardaki dolaplardan birine koydu.

“Gidiyorum” dedi

“Git başlama şimdi...”

“Tutamıyorum kendimi” dedi burnunu çekti.

“Girdiğin, çıktığın yerlere bak geldiğinde kolay bulursun. Senahat’la gel istersen?”

“Yalnız gelirim ben… kitabını da getireyim mi?”

“Getir... Erdem’e telefon edecek misin?”

“Ederim...”

“Selam söyle üzülmesin...”

Gitti.

İsmail aşağıya indirdi, filmleri çektirtti. İşlemlerin hepsini yaptırttı. Solunum testinden başarılı olamadım. Soluğumu tam anlamıyla üfleyemedim ciğerlerimde soluk olmadığı için-birkaç kez tekrarladı-hanım “uzun uzun üfleyin, hızla” dedi ama nafile. Filmleri, EKG’nin şeridini ve solunum testi kağıdını alarak yukarıya çıktık.

Dr. Rezzan ile Dr. Birsen baktılar, konuştular. “Kan gazını kontrol edeceğiz..” dediler, bileğimden kan aldılar. İğne acıları başladı. Uzandım yatağa, burnuma verilen oksijenle soluk almaya başladım.

Tüp bağlı hastanın göğsü inip kalkıyordu.

Öteki morfin yapmışlar gibi uyuyordu.

Ben, Süleyman Bey uyanıktık.

Rezzan hanım, ilk kez o koğuşta görev almıştı ve ilk hastası bendim. Cerrahpaşa'da okumuştu.

“Bulgaristanlı mısınız siz?”

Şaşırdı, “Evet. Nasıl anladınız?”

“Konuşmanızdan...” dedim.

“Kendimi güzel konuşuyor bilirdim…” dedi Rezzan Hanım bir gizemin ortaya çıkmasına üzülmüş gibi.

“Güzel konuşuyorsunuz…” dedim ama benden başkası kolay kolay anlayamaz.. Türkiye’de yaşayan herkesin şivelerinden nereli olduğunu anlarım, hatta yüzlerinden, giyimlerinden bile...”

“Bir şey bu bir kabiliyet…”

“Yazarım ben ve İstanbulluyum” dedim. “Nerelisiniz?”

“Rusçuklu...”

“Benim hanım da Filibelidir.” dedim, “selo kuklenli...”

Güldü Rezzan hanım,” Plovdif, selo kuklen... Bulgaristan’ın en güzel şehridir.”

“İstanbul gibi Yeditepede kurulmuştur. Yeşillik, parklar, bahçeler, Meriç ırmağı.. ırmak yeşil değil ama bulanık...”

“Gezdiniz siz Bulgaristanı?” dedi Rezzan Hanım.

“Sofya, Filibe, pamporova, çepelerya...”

“Arkadaşlar götürdüler..” dedim. “Siz 89 da mı geldiniz?”

“Evet o büyük kaçışta…”

“Yalnız mı geldiniz yoksa...”

“Babam, annem…ama kardeşlerim var orda...”

“Doktor hanım…”

“Geliyorum sonra konuşuruz” dedi Rezan Hanım gitti. Sevimli, güleryüzlü, sarışın bir kızdı ve buradaki yabancılığı kırmaya, yerleşmeye çalışıyordu.

21. Şubat Pazar...

Kaloriferler yanmadı, içersi soğuk, üşüdüm. Hemşire, “Hava kirliliğini azaltmak için Pazar günleri böyle yapıyorlar” dedi. Bu nasıl önlemse kalorifer yandığında hastane bacalarından kapkara, korkunç dumanlar püskürtüyor dışarıya. Bir sağlık evi böyle mi olmalı? Burada hasta iyileşir mi bu koşullarda? Neden bacalara birer filtre takmıyorlar...

Cerrahpaşa, Türkiye gibi her şeyi bozuk, her şeyi eksik ama yürüyor gene de…

Sigara içme konusu hep gündemde ve hiç bir önlem alınmıyor, yasak konulmuyor, gece yarısı içeriye ağızlarında sigarayla giren hasta yakınlarının sesleriyle uyandım ve burnuma dolan dumanlar dakikalarca öksürttü beni... peki bir takım aşağılık herifler keyif yapacak diye ben onlara bedelini mi ödeyeceğim? Kendinden başkasını düşünmeyen o bencil, o anlayışsız köpeğe nasıl saygı gösteririm, nasıl sevgi beslerim, nasıl vatandaşım, iyi insanım derim? Demem, demeyeceğim de iğreniyorum hepsinden, nefret ediyorum.

Gece yarısına doğru hafifçe yakıldı kalorifer ısındım. Ağzımı, burnumu kurutuyor kalorifer sıcaklığı, sık sık burnumu ıslatıyorum ve buhar terletecek bezi sulu sulu radyatöre seriyorum saat başı bu işlem değişmiyor.

Hava irin gibi, duman aşağılara inmiş, zehir ve ölüm saçıyor.

Oksijen tüpüne sığınıyorum. Saati ayarlıyorum ve takıyorum burun deliklerime hava veren boruları. Koridordan tüp taşıyan personelin gürültüsü geliyor. Bütün gece boğuk seslerle ve demir ağırlığı duyuran gidişlerle sürüyor bu işlem.

Kurtarıcı tüpler bunlar.

Ama saatleri bozuk.

Oksijeni aldım, tüpü kapattım, Muhotik’ten bir kaşık içtim, yattım. Işıklar parlak duman azalmış galiba, sevindim. Uyumuşum... Kapının açılmasıyla uyandım. Hemşire, “Şurubu aldın mı?” dedi. “Çoktaan..” dedim. Saat biri geçiyordu. Öfkelendim, “Şurda zorla biraz uyuyabiliyoruz, onun da içine ediliyor şöyle ya da böyle...”

Gene dalmışım. Bu kez koridorda koşuşmalarla, yüksek sesle konuşmalarla ve bir ayı’nın kapıyı hızla açıp kapatmasıyla uyandım. “Ne istiyorsun?” diyemeden uzaklaştı, cehennem oldu. Hadi bakalım gel de delirme, gel de iyimser ol, gel de bağışla, yahu adam düpedüz işkence yapıyor.

Kurdum da kurdum.

Belki iki saat dolaştım odada. Böyle hastane olmaz, hastanede ‘çıt’ çıkmaması ‘hastayı hasta’ edecek öğelerin binaya sokulmaması gerekir.

Bu duman, yüreklerdeki yangınların dumanı

Tüterken tüketecek

Tüterken var edecek, yaşatacak.

22 Şubat Pazartesi…

Ezan okunurken uyandım. Bitkinim. Misli, kadınlardan edindiği bir ahbabının yanındaki boş yatakta yatıyor. Semiha hanım, ondokuz yaşındaki kızı evlenmiş, balayına giderken kazada ölmüş, damadı kurtulmuş…acıya dayanamıyan eşi de bir hafta sonra kalp krizinden vefat etmiş. Elimi yüzümü yıkadım, saçlarımı taradım, saçlarım kirli. Yıkanamıyorum üşümemek için. Saat yedide kahvaltı getirdiler, zeytin ve peynir… bardağı hazırladım ve yarım saat bekledim çay gelmedi. Gelmeyecekmiş çünkü çay ve şeker yokmuş.

Hastane adına ben utandım ve bağırdım. “Olamaz, olamaz”

Ama oluyor. Bakalım daha neler göreceğiz, nelerle karşılaşacağım. Suyla yaptım kahvaltımı.

Yaşamın içinde kendilerini sevindirecek ve çevresine bağlayacak çoşkularını, üreticiliklerini çoğaltacak şeyleri arayanlar, bulanlar, bulamayanlar zamanın belli dönemlerinde birbirleriyle karşılaştıklarında bir yeniden doğuş ya da bitişi tanırlar ve serüvenlerinin, yazgılarının iskeletlerini örerler, durumlarını, dramlarla, trajedilerle tanımlarlar...

Yaşam insanın güçlü ve zayıf yanlarının, tutku ve güzelliklerinin, kötülük ve iyiliklerinin sergilendiği bir galeridir ve biz o galerinin hem seyircisi hem de seyredileniyiz.

Necati Güngör, Semih Poroy’le birlikte geleceğini söyleyince sevindim ve Semih’in yüzünü ısıtan kibar gülümsemesini canlandırdım. Tarık Dursun’u çekiştirecektik gene daha doğrusu ben Tarık Dursun’u sahneye çıkaracaktım. Ama Necati Güngör yalnız geldi, Ali Ekrem Balayır’ın hatıraları kitabı ve fotoğraf makinesiyle.

Öykü yazıyordu zaman buldukça.

Çoktandır tükenen ilk öykülerimi bastırmalıydım. Acemilik dönemindeki ürünlerimi bugünkü anlayışıma göre yeniden yazmalıydım.

“Ama onlar sizin gelişmelerinizin belgesi…” dedi Necati Güngör.

“Edebiyatçılar için öyle. Okur ise eksiksiz yapıtlar istiyor, onlara ilgi gösteriyor...Bu günkü Buyrukçu’nun delikanlılığındaki eksik öykülerinden hoşlanmıyorlar, bugünkü düzeyde şeyler arıyorlar...” dedim. “Başkası başka türlü düşünebilir ama ben böyle düşünüyorum, düşündüklerimin olağanlığına inanıyorum...”

“Yapıtlar sizin…” dedi Necati Güngör

“Edebiyat mehelinde haberler nasıl?” dedim

“Kimseyi görmüyorum ki, geçenlerde Tarık abiyle, Nurer Uğurlu’yla karşılaştım...”

“Tarık nasıl?”

“Çalışıyor..”

“Ona (Dar Sokaklardaki Duman)ı verecektim ama hastalandım…”

“İyileşince verirsiniz...” dedi Necati Güngör.

“Kavga’yı çok beğenmiş, güzel bir yazı yazmıştı, bu da Kavga’daki ailenin bir serüvenini anlattığına göre...”

“Kaç kitapla tamamlanacak?” dedi Necati Güngör

“Beş…üçüncüsü de yazıldı bitti, dördüncüsünü temize çekeceğim...Neyse senin durumun nasıl?”

“Ben Nokta’dan ayrılıyorum…”

“Eeee?”

“Hürriyet’e geçiyorum, bir dergi çıkaracak..”

“Anlaştınız mı? Garanti mi?”

“Garanti ay başında başlıyorum…” dedi Necati Güngör.

“Doğan Hızlan abinin kanatlarının altına giriyorsun gene...” dedim.

“Kader,” dedi Necati Güngör, “Benim yazgımı etkiliyen güçlerden biri...”

“Doğan iyidir…” dedim.

“Resim çekeyim mi?” dedi Necati Güngör

“Çek bakalım bir tane hastane hatırası...” dedim.

“Cerrahpaşa’dan enstanteneler…” dedi Necati Güngör, ayağa kalktı, ayarladı (o uyarlarken ben hep objektife bakıyordum ve nedense belki de sağlıklı olduğumu kanıtlarcasına boyuna gülümsüyordum..) ve deklanşöre bastı...Bir poz daha, pencerenin önündeki kocaman mavi bir muma benzeyen oksijen tüpünün önünde çekti, tüpten naylon borularla ciğerlerime giden oksijenin durumunu saptıyan bir fotoğrafı çekti. Yatağın kenarında otururken, karşı da dururken. Bir de Misli’yle birlikte.

“Ben gideyim…” dedi telefon numarasını bıraktı... “Bir şey isterseniz... Ne zaman taburcu olacaksınız?”

“Belli değil... belki de gelecek Pazartesi...”

“Tetkikler sürüyor mu?”

“Sürüyor ya… EMG çekilecek, kasların durumunu öğreneceğiz. Sonra bilgisayarlı tomografi... ciğerlerin durumunu ayrıntılı bir biçimde gösteriyormuş... sonuçlar olumluysa” dedim

“İnşallah olumludur” dedi, Necati Güngör

“Bakalım” dedim. Kucaklaştık. “Birsen’e ve arkadaşlara selam..”

“Başüstüne” dedi Necati Güngör, “Ben gene gelirim...”

“Teşekkür ederim...” dedim kapıya kadar uğurladım. (Merdiven başındaki kapıya kadar) ama Ali Ekrem Balayır’ın kitabını neden getirdi bana? Nerden buldu? Önemli biri değil ki bu yazar. Namık Kemal’in oğlu olması değerli olmasına bir katkıda bulunmuyor. Gene de şöyle bir karıştırdım. Çocukluğunu anlatıyor.

22.2.1993 Pazartesi…

Hava bulutlu ama kirli değil, duman yok, deniz gri… ötelerdeki Yalova dağları, soldaki bir ada (Hangisi acaba) açıkça seçiliyor. Bulutlar bir toparlanıyor, bir parçalanıyor. Gemiler demir atmış öyle kıpırdamadan duruyorlar.

Martılar iç çekerek uçuyorlar, onları kargalar izliyor.

Belki de gece kar yağacak.

Yağsın, taş yağsın isterse ama beni boğan kömür dumanı, İstanbul’un üzerine bir karabasan gibi çökmesin. Bulutlar, dağlar gri, deniz kül renginde.

Camı açtım. Odayı havalandırıyorum.

Yalova yakınlarında beyaz bulutlar belirdi, içleri aydınlık sanki ampül yanıyor gibi.

Rahim’le Necet geldi. Necet paltolu ve bıyıklı, Rahim kahverengi deri ceketli… uzun yol sürücüsüne benziyor. Söyledim. “Öyle değil miyim?” dedi.

Ufuklar aydınlandı biraz, sonra gene kapandı, gri açıldı, deniz hep eskisi gibi kaldı. Saat beşe doğru rüzgar çıktı bahçedeki çamların dallarını eğmeye başladı sürekli olarak…çocuklar gibi seviniyorum o zehir yüklü bulutlar gece İstanbul’un üstüne abanmayacak diye ve yağmur geldi. Yağmurdan, kardan korkuyorum arkasından duman iner diye.

Çünkü hep indi. Belki de bu gece durum değişir, rüzgar şiddetlenir de inmez.

Tüp bitiyor. Değiştirmelerini söyledim.

Biten şurubun yenisini verdiler. Bir de aspirin.

 

“Muzaffer Buyrukçu’mu?.. Bir dakika...”

Konuşan kız kapıyı çaldı,  “Buyrun!”, “Sizi arıyorlar amca...”

“Teşekkür ederim...” dedim, “Aloo...Ben Bekir Yıldız, nasılsın canım, iyi misin? Atilla (Özkırımlı)söyledi yattığını, evi aradım birkaç kez, az önce buldum. Cevdet Sunay’ın odasında yatıyormuşsun he…”

“Evet…”

“Nasıl oldu?”

“Pazartesi geldim. İyi değildim, oksijen verdiler, serum taktılar, iğnelerle bir yanımı delik deşik ettiler toprağı delik deşik eden defineciler gibi kan aldılar, tahliller, elektrolar falan...bir yandan koğuştaki kanserli hastaların durumu, bir yandan koğuşun tam karşısında personelin oturduğu odadan gelen sigara dumanları canımı çıkarttı, bir saniye uyuyamadım. Günseli hanıma söyledim durumu, bir oda buluruz dediler.., işte dün de bu odaya taşıdılar beni...”

“Şimdi nasılsın?”

“İyiyim, ilk günkü duruma göre, o gün perişandım. Dün gece ilk defa beş saat uyudum.”

“Geçmiş olsun...”

“Sağol Bekirciğim, ilgine teşekkür ederim...”

“Seni görmek, kucaklamak istiyorum…”

“Yorulma...”

Muzaffer Buyrukçu, 2006 (Foto: Necati Güngör)

“Hayır geleceğim. Hanımın istediğiniz zaman gidebilirsiniz dedi...”

“Evet, zaten yarın ziyaret günüdür...”

“Seni sorsak girebilir miyiz?”

“Tabi, tabi…” dedim.

“Yarın geliyoruz...” dedi.

“Teşekkür ederim arkadaşlara, Ali’ye selam...”

“Onların da selamı var sana. İyi geceler..”

“Sana da hanımefendiye de selamlar, iyi geceler...”

Kapattım telefonu.

“Sana selamı var...” dedi Bekir ama selam yollayanın adını alamadım tam...

Melisa telefon etti.

“Muzo...” Sabahtan beri seni arıyorum çıkartamıyorum bir türlü. Ev’den Misli’yi de aradım ama cevap vermiyor.

Misli benim yanımdaydı.

“Sonunda buldum. Nasılsın? Sesinden  iyi olduğun anlaşılıyor..

“Üç gün öncesine göre çok iyiyim…”

“Soluk alman nasıl?”

“Biraz daha iyi…”

“Uyudun mu?”

“Beş saat kadar…”

“Sevindim, iyileşirsin artık…”

“Şey ne oldu? Sabriye hanımla konuştun mu?”

“Konuştum. Nazik bir hanım. Anlattım durumu, bu bölümde yatmanın senin suçun olmadığını, bizim bu oluşumu hazırladığımızı söyledim. Ben yatağı ayırmıştım, iptal edeyim dedi...”

“Kızmıştır…”

“Kızsa bile belli etmedi...”

“Peki sen nerden biliyorsun benim tek yataklı odaya taşındığımı?”

“Ben bilirim, her şeyden haberim var…”

“Teşekkür ederim...”

“Yarın gelmeye çalışacağım ama gelemezsem kızma...”

“Yok canım niye kızayım benim için az mı uğraştın?..”

“Yapmamız gerekeni yapmaya çalıştık işte...Rahatsın değil mi?

“Elbet tek başımayım, sessiz, İnilti, dırıltı yok...”

“Ben gene de gelmeye çalışacağım…”

“Teşekkür ederim. İyi geceler sana…”

Melisa’nın arı gibi çalışmasını ve beni, hastaneye yatırmak için didinmesini unutamayacağım...

Rahim Balcıoğlu girdi on bir buçukta odaya. Beyaz saç, gözlükler, yakışıklı ve sağlıklı bir yüz. Lacivert ceket, gri pantolonla çıktı. “Allah allah!”

“Sonunda imana geldin değil mi?

“Ben öteden beri imanlıyım ama siz farkında değilsiniz...”

“Bu sözleri söyledin ya yeter!” dedi. Burnumdan oksijen soluduğum seti çıkardım. Kucaklaştık. Sıktı kollarıyla, göğsüne bastırdı birkaç kez...”

Duygulandım.

Gerçekten de dost bir insandı.

“Neşat’ın beynini deldim.” dedi

“Onun suçu yok aslında…”

Dün rapor verdi bana seni evden nasıl aldığını hastaneye nasıl getirdiğini anlattı.

“Eksik olmasın, çok uğraştı..”

“O olmasa Muzaffer beceremezdi...” dedi Misli.

“Becerirdim de oraya buraya gidecek halim yoktu…” dedim… “Seni iyi gördüm. Gene yakışıklı, gene gençsin. Evinden memnun musun?”

“Dağ başında yaşıyorum nasıl memnun olayım hep kapıcı kılıklı insanlar var etrafımda... Bir gün birisi Süheyla’ye sormuş, ’Siz ne arıyorsunuz buralarda? Niye geldiniz? Sizin yeriniz değil burası...İşte öyle bir yerde tek başımayım. Sıkılıyorum. Sıkılıyorum. Sıkılıyorum, çatlıyorum. İlerde güzel olacak... İstikbali var ama ben herkesten uzağım. Minibüslere binmiyorum leş gibi kokuyorlar, sarmısak kokuyorlar. On iki kişilik minibüse yirmi kişi alıyorlar. Bir iki kez bineyim dedim burnumdan geldi.-Taksi de pahalı-bir İstanbul’a, Cağaloğlu’na gidiş dönüş üç yüz bin lira. Ben nasıl vereyim bu parayı... Neyse geçelim nasılsın?

“Fena değilim…”

“Nefes darlığı var mı?”

“Azaldı daha da azalacak...”

*

Olacak olacak...

Bizi olacağı için çağırdılar.

Bir ibret seyredeceğiz.

Yazık!...

Beni sahip olduğum her şeyden uzaklaştıracak bir takım çirkin oyunların tezgahlandığı belliydi. İki iki dört dört, geçmiş zamandı ve kara dutun yaprakları rüzgar ıslıklarıyla feryat ediyor, boşlukta gözyaşına benzeyen damlalar yuvarlanıyordu.

Kayınpeder… kumandan ve generalleriyle birlikte (kara paltoluydu hepsi yüzleri asıktı) ve beni gördükleri halde görmemiş gibi davranıyorlardı. Bu da kesin ne yaparsam yapayım bağışlamayacakları bir ceza vereceklerini gösteriyordu.

Az önce karımla sevişmek istediğim çiftlik evine girdiler, oturdular koltuklara ve başlarını, ellerini, bacaklarını ve kirpiklerini sallayarak, göz yuvarlıklarını yirmi beş santim öne çıkartıp karşısındakilerin göz yuvarlıklarına değdirerek konuşmaya başladılar.

Karım hepsine tuzlu maydonoz ikram etti ve bana sulu bir kuyunun kabarcığında saklanan boşluktan gülümsedi. Şimdi canına okuyacaklar dercesine. Öyleyse o da komplonun içindeydi ve beni cezalandıracaklar daha önce ona düşüncesini sormuşlar, onayını almışlardı, demek bana soğuk davranışının nedeni buydu. Bir ara karım beni yitirdi,  “Yok, çabuk bulun” diye bağırdı. Oysa ben oradaydım ve görünmezliğe sığındığım için rahattım. Beni durduğum yerde görmeye alışkın olanlar göremeyince şaşırıyor, telaşlanıyorlardı çünkü ilgilerini yöneltikleri ve bakmakla, gözetlemekle görevlendirdikleri kişi ortalıkta yoktu.

“Nerde bu?

Anladı durumu da kaçtı mı?

Şimdi şurda kiraz yiyordu.

Buralardadır.

Ormana su içmeye gitmiştir.

Belki…

Buluruz, korkmayın, bir yere gidemez..”

Ben gitmesini istiyorum.

Çocuklar benim görünmez adam kimliğiyle oralarda gezindiğimi, soluk alışımdan ve sol ayağımdaki ağrıdan anlamışlardı, tekrar görünür kılmak amacıyla çay testine başvuracaklardı.

Başvurdular. Kömür ateşinin üstüne attıkları iki kaşık çay yandı dumanı yükseldi, boylarını aştıktan sonra bana yöneldi…öksürdüm ve görünmezliğim bitti.

Herkes vahşi bir sevinçle fokurduyordu.

“Karar gecikti…

Beş dakika sonra tamam..

Bu çocuklar her şeyi biliyor.

Ne ceza kesecekler buna çocuklar?

Kesecekler…

Ne yani öldürecekler mi?

Öldürme emri verecekler.

Kurşuna mı dizecekler?

Hayır! biz linç edeceğiz.

Ne zaman?

Karar çıktıktan on beş dakika sonra.

Karar ne zaman çıkıyor?

Yağmur bulutları çınarın üstüne konunca.

Eh, akşamı bulur biz yemeğimizi yiyelim…

Cezasını hafifletmezler mi?

Karısıyla babası isterse…

Onlar istemez.

Onlar zavallıyı; düşmen ilan etmişler.

Linç fena, assalardı daha iyi...

Belki de asarlar...”

İliklerimde başlayan ve yıldırım hızıyla kanımda ilerleyen ürperti gövdemdeki yatay ve dikey bütün tüyleri ayaklandırdı, başımın arkasındaki saçlardan yirmiyedi tanesini beyazlattı.

Bunlar beni parçalayacaklardı. Kesindi. Parçalatacak mıydım kendimi? Bu tanımadığım kalabalık beni öldürme zevkini tadacaklardı demek? Korku içimi küçültüyor, duygularımı daraltıyordu. Ne yapacaktım? Teslim mi olacaktım, “Bari güzel güzel öldürün”mü diyecektim. Hayır hayır ve sekiz kere hayır. Sen güçlüsün ve akıllısın bir kurtuluş yolu bulursun, bulmalısın. Bul, bul bak yuvarlanıyorlar bayırdan aşağıya donsuz üç dul.

Dullar ve Dul Necmiye’nin bağda başlayan dağda biten serüveni.

Buldun mı çareyi oğlum?

Buldum.

Hadi hemen uyarla.

Şimdi uygula! Herkes gözlerini çiftlik evine dikmişken..

Fırladım ve hiç kimseye değmeden oradan ayrıldığımı hissettirmeden aşağılara vadinin Batısına doğru kaçmaya başladım. Çok hızlı koşuyordum. Kanatlı rüzgarla ve kanatlı atlarla yarış ediyor, yelkenlileri yarı yolda bırakıyordum. Koştum, koştum, koşamadım çakılıp kaldım...Önümde genişliği bin metreyi aşan bir yarık vardı ve yarığın dibinde geceden sarkan hırsız karanlık dinleniyordu. Bu bin metrelik yaratıklarının büyükbabasını geçip karşı yana ayak basarsam ölümden kurtulacak, kalabalığın da katil damgasını yemesini önleyecektim.

‘Görünmezliği beğendiğin gibi uçabilirsin’ dedim ve ceketimi pelerin gibi kullanarak uçmaya başladım. Cin beyi, günahsızların dostuna, vampirler kraliçesi saçları kan renginde boyalı. Kırlangıçlar kralı Mustafa Hüsnü’ye rastladım.

“Sen kaç, biz onları oyalarız, uçurumuun dibindeki mezarlara gömeriz” dediler.

Bunlar dostlarımdı, mutluluk gözyaşları döktüm ve kıyıdaki bir meşe koruluğunun başlangıcına kondum. Ayaktaydım. Karşıda kimseler yoktu. Sesler, bağrışmalar da işitmiyordum. Ağacın birisine yaslanıp kahkahayla gülecekken, “Geliyorum seni gördüm, saklanma “diyen Hayati’nin sesini duydum. Siyah smokinlere bürünmüştü. Balodan geliyordu ama güvenemezdi. Ya ‘onların casusu’ ise?

Ya beni yakalaması için onlardan buyruk ve para almışsa? Para için herşeyi yapardı.

Hemen ağaçların arasındaki tahtadan yapılmış derme çatma köylü helasına girdim ve kırlangıçlar kralına Hayati’yi uzaklaştırması için işaret ettim.

Kırlangıçlar kralı vampirlerle ve ötekilerle birlikte masa seslerinden ürettikleri fırtınalarla, boralarla üstüne yürüdüler ve tepelere doğru sürdükleri Hayat’yi ve sonunda da uçuruma yuvarladılar.

“Oh bundan da kurtuldum” dedim ve başlangıcı sonu olmayan bir yolda başlangıcı sonu olmayan ama beni doyuran, besleyen şeyleri arayarak yürümeye koyuldum. Bir yandan da ‘öldürme isteği’ kursaklarında kalan ölü kayınpederin diri kızıyla alay etmeye başladım.

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler