Son Dakika

ali-gunay-darbeler-1252024004614.jpg


Tarihten çok öykü çıkar da öykülerle tarih yazılır mı?

Öyküler tümüyle kurgu olabilecekleri gibi, düşsel olanla gerçek olanın iç içe geçtiği metinler olduğundan, yanıt “hayır” olabilir.

Peki, söz konusu olan, bir ülke tarihinde bir kırılmayı ifade eden, ilki öncü, diğeri asıl, iki büyük deprem niteliğinde olaylara odaklanmış öyküleri bir araya getiren seçkiler ise?

Hürriyet Yaşar’ın “Yiğit İken Ölenlere” ve “Bir Tersine Yürüyüş” adını taşıyan öykü seçkileri, birbirini tamamlayan 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri izlekli öykülerden oluşuyor. Emekle, titizlikle seçilmiş öykülerden…

Bugüne değin, darbelere ilişkin çok sayıda inceleme, araştırma, makale, deneme, eleştiri, değerlendirme vs. yazıları yazıldı, daha da yazılacak.

Tarihler, yazanın bakış açısına göre her iki darbenin nedenlerini, oluşumunu, uygulamalarını ve sonuçlarını konu edindi, irdeledi, birtakım yargılara vardı. Kuşkusuz bu çalışmalarda, darbe dönemlerinde uygulanan işkencelere, insan hakları ihlallerine, tutuklamalara, yargısız infazlara, kayıplara, idamlara değinildi. Bunların toplumda açtığı yaralara, çekilen acılara, cezaevlerinde doldurulan çilelere şu veya bu oranda yer verildi.

Ancak, bu tür metinler, yapıları gereği, olayları, göreceli olarak uzak bir bakışla ele almak, istatistik verilere dayalı bilgiler aktarmak ve genel değerlendirmelere, toplu sonuçlara varmak durumundadır.

Bu tür sarsıcı olaylara hedef olan insana, onun düşünce ve duygularına, acılarına, öfkelerine, tepkilerine, acı-gülünç hallerine, davranışlarına odaklanmak, ince ayrıntılarına dek, birey(ler)in derinine inmek, içinin resmini çizmek ise öykülerin işidir.

Bu nedenledir ki, toplumdaki ayrışmayı, farklı yaşam tarzları arasındaki mesafenin açılmasını, bunun yarattığı kargaşayı, bir “Mevlût”ta yaşanan tuhaf olaylar çerçevesinde ancak Leyla Erbil’in benzersiz kurgusunda bulabilirsiniz. Üstelik son 15–20 yılda toplumu kamplaştıran ayrışmayı sembolize eden söylemlere, kırk yıl önce yazılmış bir öyküde rastlayıp, yazarın “bilici” öngörüsüne şaşarak.

“15–16 Haziran (1970) Olayları”nı tarih de yazar, araştırmacılar da. İşçi sınıfının, başta örgütlenme ve direnme hakkı olmak üzere o güne değin elde ettiği kazanımları ortadan kaldıran bir yasal düzenlemeye karşı sergilediği tarihsel direnişi. Yazar da bu “Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün”ü, Kemal Sülker gibi canlandırabilir ve yarım asra yaklaşan bir zaman geçtikten sonra bile bugünmüş ve içindeymişsiniz gibi yaşatabilir mi?

Veya polisin, özellikle öğrenci gençlere uyguladığı şiddeti, sıradan vatandaşın bu şiddet karşısındaki tepkisini ve çaresizliğini, biriken öfkesinin -bireysel de olsa- eyleme dönüşmesini, hangi tarih, Erdal Öz’ün “Taş”ı gibi yansıtabilir?

Kitabın “Taş” öyküsüyle başlayan “Uyanış” bölümünde üç öykü daha var. Samim Kocagöz “Alandaki Delikanlı” öyküsünde, o dönemde alanlara sıkça inen, emperyalizm karşıtı, devrimci gençlerin, karşılarına dikilen, kendilerine “güvenlik güçlerinin gönüllü yardımcıları” diyen ülkücülerle ve polisle “kapışmaları” konu ediliyor. Selçuk Baran’ın Umut’unda ise, nişanlısı ile eylemlere katılan güzel bir genç kız. “Filiz’in korunmasız, çocuk omuzlarına ağırlığını vermiş, inanılmaz derecede büyük, ürkütücü, soluk kesen şeyi, kimin olduğunu bilemediğim bir geleceği gördüm.” diyen, onu gençliğine benzeten bir yaşlı kadın gözüyle.

Tahir Abacı’nın “Gazele Karışmayan Günler”inde, taşralı bir delikanlı ile kentli genç kızın “devrimci günlerde aşkı”, delikanlının töresi ile ideolojisi arasında sıkışması, farklı kişilerin anlatımıyla aktarılıyor.

“Direniş, Yürüyüş” bölümünde, Demirtaş Ceyhun “Gebe”de, uçak kaçırma, suikast vb. gibi olayların olduğu günlerde, farklı bir nedenle de olsa, gece çalan kapı zilinin yarattığı sıkıntıyı dile getirirken, Adnan Özyalçıner “Grev Bildirisi”inde, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’ndaki grevden yola çıkarak dönemin sınıf mücadelelerine ışık tutuyor. “Nöbet”te Metin İlkin, saldırıya uğrayan iki grev gözcüsünü, Hulki Aktunç da “Yıl Yıldan Uzun”da eyleme katıldıktan sonra gözaltına alınan ve uzun süre yakınlarının haber alamadığı iki işçiyi öykü konusu yaparak, hak arayan işçilerin sıkça uğradığı baskı ve şiddeti örnekliyor.

“Korku” bölümü, Ferit Edgü’nün “Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” adını taşıyan görkemli öyküsüyle açılıyor. Toplumun kokuşmuşluğu ile birlikte yayılan ve yoğunlaşan korkuyu, kentin dip köşelerine dek kaplayan iğrenç bir kokuyla anlatmak ve bunu bir kız çocuğunun “kral çıplak” anıştırmalı yanıtıyla bitirmek, ancak Edgü gibi bir usta işi olabilirdi.

Peşinden, her biri kendi alanında üç ustadan üç metin: Mizah Ustası Aziz Nesin’den “O Hayvan Üstüne Tarih Dersi”. Hayvanla insan arasındaki o incecik ayrım çizgisi ve insanın her an “aslına dönme” eğilimi. Usta gazeteci İsmail Cem’den ve araştırmacı gazeteciliğin piri Uğur Mumcu’dan “Mahir Kaynak Olayı” ve “Mahir” Bir “Kaynak”. Devletin Osmanlı’dan kalıt genlerindeki tuzakçılığa tarihsel bir örnek.

“Hile” adlı bölümde tek öykü: Aysel Özakın’ın “İhanetin Resmi”. Adı içeriğini açıklayan: Bir sızma, ihanet, tuzak ve baskın öyküsü. Ve “Balyoz”. Orhan Duru’nun “Sıkı Bildiri”si ile gelen. Necati Tosuner’in tanımıyla “Balyoz tepemizdeydi. Balyozdu. İnse bir şeydi, inmese bir şeydi. Varlığı Yeterdi. (…) Korkuydu. Umutsuzluk korkuyla biçimlenmişti.”

Erdal Öz’ün deyimiyle “Havada Kar Sesi Var”dı. Gençler baskınlarla vurulup öldürülüyor, haberi alan analar, “Yıktılar Allahın yapısını” diye isyan ediyor, “durmadan uzun konçlu yün çoraplar örüyor”du. “Dağlarda, sokaklarda, evlerde, birtakım gencecik ayacıklar üşüyor. Kar aralıksız yağıyor”du.

“Götürülmeler”, Selim Şengil’in “Gecenin Uzadığı An” öyküsüyle açılıyor. Zamanlardan ve mekânlardan taşan, süreğen bir sorun: Gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, hapis yatmayı çocuklara anlatabilmek… Geçmişte bizde ve başka ülkelerde binlerce kişinin, günümüzde Mustafa Balbay gibi çocuğu olan tutukluların eşlerinin, oynamak zorunda kaldığı bir “Hayat Güzeldir” oyunu. Nezihe Meriç’in “Tanın Öyküsü” de bu türden.

Kutuplaşmanın birbirine yabancılaştırdığı insanların yaşadığı, korku ve gerilimin egemenliği altındaki bir kentte “Güneşli Bir Gün”ü öyküleştirmiş Tomris Uyar. Böyle bir kentte iki jandarmanın eşlik ettiği bir tutuklu, onu görmezliğe gelip olumsuz yorumlarını içlerinden yapan insanlar ve “üç maymun” oyununu bozan bir çocuk…

Sevgi Soysal’ın “Zulmet sevinci” ve Fakir Baykurt’un “Camekânda Bir Gün”ü birer mahpusluk öyküsü. Ama Baykurt’unki yalnızca kendinin değil, bir “aydınlar topluluğu”nun cezaevindeki bir günü. Kimler yok ki. 1990’da karanlık ellerce katledilen Prof. Muammer Aksoy, Prof. Mümtaz Soysal, 1992’de yitirdiğimiz Gazeteci-Yazar İlhami Soysal, 1993’te aramızdan ayrılan Gazeteci Emil Galip Sandalcı, Dr. Adil Özkol, Hüseyin Ergün ve soyadı belirtilmeyen, olasılıkla dönemin ünlü başka aydınları…

Nevzat Üstün’ün “Ağustos Götürülmesi”, günümüzdeki yazar tutuklamalarına “tarih bir tekerrür” dedirtiyor. Anlatıcı, bir yazar. Üç ay arayla ikinci kez alınıp bir odaya tıkılıyor. Konulduğu yer dönemin “işkence merkezi” Sansaryan Han. Bir ara, yazar Suat Derviş getiriliyor, daha önce Prof. İdris Küçükömer ve yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun kaldığını öğrendiği odaya. Neredeyse sorgusuz 12 gün tutulup eften püften sorulardan sonra mahkemeye sevk ediliyor, ardından serbest bırakılıyor. Farklı olan, günümüzde tutuklamanın esas olması ve sürenin günlerle değil, aylar, hatta yıllarla ifade edilmesi.

Uğur Mumcu’nun “Ambalaj Kâğıdı ile Komünizm Propagandası”, Erdal Öz’e ait Sergi Kitabevi’de geçen, o dönemde örneklerine çokça rastlanan “ağlar mısın, güler misin” türü bir olayın öyküsü.

12 Mart Öyküler’nin “Suçlu” adlı bölümünün ilk öyküsü Necati Tosuner’den “Güvercin”. İdam bekleyen iki arkadaşın son gecesini anlatıyor. Adları geçmese de iki kişi olsalar da darağacında can veren “Üç Fidan”ı anımsatıyor öykü kişileri.

Necdet Ökmen’in “Fırtına”sı tarihsel sürece uygun olarak sarsıyor ama henüz yerle bir edemiyor. Kitap sevdalısı bir emekli öğretmenin, yaşamı boyunca biriktirdiği çok sayıdaki kitabı koruma telaşı, evinin aranıp kitaplarıyla birlikte götürüleceği anın korku dolu, gergin bekleyişi, öykünün konusu. Bu ilk “Fırtına”da korktuğu başına gelmiyor, kendi de kitapları da kurtuluyor. 12 Eylül 1980 “kasırgası”na dek yaşadıysa büyük olasılıkla ya sevgili kitaplarını kendi eliyle yakmak veya birlikte götürülmek durumunda kalmıştır.

Demir Özlü’nün “Alp Oteli”, sıkıyönetimli bir ortamda, bir yazarın “ev aramalarından kurtulmak için” otellerde gizlenme öyküsü.

Üç öyküden oluşuyor, kitabın “Tortu” başlıklı bölümü. “Sabah Düşünceleri”nde Oktay Akbal, Boğaz’ın eşsiz görüntüsü karşısında keyifle başlayan, ülke sorunları, gazete haberleri ile bir ara kararıp sonra yeniden aydınlanan düşüncelerini aktarıyor; ustaca, kısa, özlü.

Nedim Gürsel’in “Köprüaltı” öyküsü göreceli uzun, ama bir kısa öykü yoğunluğunda. Acıları yoğun bir dönemden, zaman atlamaları ile parçalar sunuyor. Özgün, acıtıcı bir resim oluşturan parçalar…

Bölümün son öyküsü Barış Bıçakçı’dan: “Şarkı Bitmeden”. Baba ve/ya annesinin alınıp götürülmesine tanık olan çocukların gözüyle.

Son bölüm, mizah ustası Muzaffer İzgü’nün, acı acı güldüren “Deveden Büyük Fil Var” öyküsüyle açılıyor.

Adalet Ağaoğlu’nun “Savun Sevdam Sen Savun” adlı öyküsü, görenlerin imrendiği bir aşkla birbirine bağlı genç bir çiftin, aralarına hapishanenin girmesiyle, ayrılmakla kalmayıp iki karşıt kutba savrulmalarını konu ediniyor.

Tezer Özlü, ölümün, acının kol gezdiği ülkelerinde de terk edip sürgüne gittikleri yerlerde de huzur bulamayanları “1980 Yazı Güneşi B.” öyküsünün eksenine almış.

Işıl Özgentürk’ün “Yokuşu Tırmanır Hayat” öyküsünde, yer, zaman, isim olmamasına karşın, bir haftadan fazla ölüme direnen ve katilinin resmini çizdirdikten sonra yaşamını yitiren Serdar Alten’in ağzından, bu direnişi ve “Bahçelievler Katliamı” anlatılıyor gibi. En azından öykü bunu çağrıştırıyor.

“Gri Oğullar”da Ülkü Ayvaz, dönemi “grinin istilası” ile; renklerin, seslerin, gökyüzünün, toprağın, kuşların..., en sonunda oğulların griye dönüşmesiyle anlatıyor.

Son Öykü “İzmir Bekir” usta kalem Osman Şahin’den. Osmanlı’nın son yıllarından başlayarak cepheden cepheye koşan, Kurtuluş Savaşı’nda baştan sona yer alan ve tüm çarpışmalardan sağ çıkan bir kahramanın öyküsü. Ne acıdır ki 90 yaşın üstündeyken Maraş Katliamı’nda öldürülüyor, hem de kendine “milliyetçi” diyenlerce.

Ana izleklerine değindiğim öykülerin tümünün arka planında, 12 Mart ve sonrasında kan ve acıya boğulan ülkemizden kareler var.

Kitabı oluşturan 35 öykü, kristal bir aynadan yansır gibi, dönemin değişik yüzlerini ortaya seriyor. Dönemin özel tarihinden kesitler halindeki bu yansılar, aynı zamanda birbirini tamamlıyor ve bir büyük resim oluşturuyor.

Böyle bir seçki, açıktır ki emek, sabır ve yetkinlik ürünü. Uzun ve yorucu bir çalışmayla, çok sayıda dergi ve kitap taranarak, yüzlerce öykü okunarak oluşturulduğu besbellidir. Aynı (belki de daha büyük ölçüde) emeğin 12 Eylül Öyküleri için harcandığı da.

Her iki seçkiyi hazırlayan Hürriyet Yaşar’a okuyucu olarak ne denli teşekkür etsek azdır.

Ancak, 12 Mart’ın unutulmaya yüz tuttuğu, 12 Eylül’ün, güya yargılanırken, ideolojisiyle, hukukuyla, kurumlarıyla toplumun dokusundaki yerini koruduğu bir dönemde, seçkilerin kitapçılarda bulunmaması üzücü. (12 Eylül Öykülerini bu nedenle yazamadım)

Her iki seçkinin baskısı yeniden yapılmalı, ağır bir “solkırım”a ve derin acılara yol açmış olan darbeler unutulmamalı, unutturulmamalıdır.

Ali Günay

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler