onur-bilge-ataturk-kalkin-1832024113157.jpg


Halk ile bütünleşme, üretimi artırma ve böylece toplumsal ilerlemeyi kalıcılaştırma ilkesi, Atatürk ve çağdaş Türkiye’nin itici gücü olmuştur. Bu amaçla, tarımsal kalkınma ve endüstrileşme atılımlarını başarıya götürecek altyapıları kurma çalışmaları yoğunlaştırılmıştır. Atatürk'ün açıklamasıyla, örneğin, ulusal kalkınma için gerekli “ulaşım altyapısı” hızla oluşturulmakta, var olanlar onarılmaktadır. Böylece, ülkenin önemli merkezleri kara ve demiryollarıyla kısa süre içinde birbirine bağlanacaktır. Önemli maden hazineleri açılmaktadır.

Çalışmak ve mutlu olmak isteyen bütün halk için, işçiler/emekçiler için geniş ve güvenli çalışma alanları açılmaktadır. Özellikle ekonomik etkinliklerin esasları, doğrudan doğruya "bilgi ile birlikte", ülkenin "topraklarını koklayan ve bu ülkede bizzat çalışan insanların görüş ve önerileri" doğrultusunda belirlenmekte ve uygulanmaktadır. Bu tümceler, Atatürk’ün toplumsal gereksinmeleri yerinde belirleme ve toplumsal katılıma öncelik verme anlayışını somutlaştırmaktadır.  

ÇAĞDAŞ TÜRKİYE BİR EKONOMİ DEVLETİ OLMALIDIR   

Ekonomik gelişme olmaksızın, toplumsal refah söz konusu olamaz. Tam bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla olanaklıdır. “Bağımsızlık ve özgürlük, benim karakterimdir” belirlemesiyle, bu ilkeyi gerçekleştirmekte kararlı olduğunu dile getiren Atatürk, sanayi ve ticareti geliştirmek amacıyla, "15 Şubat'ta İzmir'de belki 5000 kişinin katılabileceği bir kongre" yapılacağını ve burada çağdaş Türkiye'nin "ekonomi üzerinde kurulmasının" ilkeleri belirleneceğini duyurur.

Atatürk ayrıca, şu ilkeleri vurgular: Ülkenin ekonomik kalkınmasını canlandırmak amacıyla, çağdaş Türkiye'nin yasaları ve duyarlılıklarına saygılı olan “yabancı şirketler” çalışabilecektir. Ulusun "sermayesi yetersizdir." Bu nedenle, yabancı sermayeden, araçlarından ve uzmanlıklarından yararlanmak gerekmektedir.

Ulusal Kurtuluşu Savaşı ile kurulan TBMM hükümeti ulusaldır; "tümüyle maddidir; gerçekçidir." Hayal peşinde koşarak ulusu "bataklıklara batırmaktan ve sonunda kurban etmekten" kesinlikle sakınan bir yönetimdir. Tam bağımsızlık ve koşulsuz egemenlik, ulusal istenç özgürlüğünün güvencesidir. "Egemenliğin tek bir zerresi bile terk edilemez!" (Atatürk'ün Bütün Eserleri, Cilt 14, s. 315- 316).   

Öte yandan tüm ulus çalışmalıdır; Refah ve mutluluk, "yalnız çalışanların hakkıdır." Muhtaç olunan tek şey "çalışmak, çalışkan olmaktır." İlk iş, "ulusu çalışkan yapmaktır." Ulusu oluşturan bireyler çalışmaya isteklidir; ancak "uygar bir anlayışla, çalışmanın ürünlerini", bir başka anlatımla üretimi ve üretkenliği artırmak gerekmektedir.  Ulusun toplumsal-kültürel gereksinmeleri ancak bir "politik örgüt" ile karşılanabilir. Bütün halkın "ortak çıkarlarını ve mutluluğunu güvence altına almak için” 'Halk Fırkası' adıyla politik bir parti kurulmalıdır. Kurulacak Halk Fırkası "tüm halkın ortak çıkarlarını artırmayı" amaçlayacaktır. Karanlık geçmiş geride bırakılacaktır (Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 14, s. 318).

Bütün bu belirlemelerden de görüleceği üzere, bağımsızlık, özgürlük ve ilerleme kavramlarını ilke edinen Atatürk, söz konusu ilkelerin, çalışmak, bol üretmek ve üretimi çeşitlendirmek ile gerçekleşebileceğinin bilincindedir ve bunun gereklerini yerine getirir.  

TARIMSAL KALKINMA GERÇEKLEŞTİRİLMELİDİR

Üretimi artırmak için, alınması gereken önlemlerden biri, ‘doğrudan doğruya köylüye nakden yardım etmektir.’ Bunun için de Ziraat Bankaları gerekmektedir. Var olan bu bankalar canlandırılmaktadır; ancak sayıları yetersizdir. Bunları genişletmek gerekmektedir. Hükümetin yanı sıra, halk da küçük sermayeleri birleştirmek suretiyle ‘birtakım küçük yerel bankalar’ kurmalıdır. Bunlar, köylüye yardımı temel almalıdır. Bunun yanı sıra, üretimi artırmak için, çiftçilere, köylülere tarımın önemini anlatmak için, ‘onu eğitmek, ona bilgi ve bilim’ vermek gerekir. Bunun için ise, tarım okulları gerekir. Bu amaçla, var olanlara ek olarak ‘Bursa, Balıkesir, İzmir, Adana ve Erzincan’da’ yeni tarım okulları açılmaktadır.

Halkın çoğunluğunun çiftçi ve çoban olması nedeniyle, ülkemizde ‘hayvan yetiştirilir ve bu çok verimlidir.’ Ancak ülkede hayvan varlığı çok azalmıştır. Yapılması gereken ilk iş, hayvan sayısını ve niteliğini yükseltmektir (s. 341). Tarımın olduğu yerde zanaat olmak zorundadır. Ulusumuzun çok nefis sanatları vardı; bugün ne yazık ki o da bitmiştir.’ Yabancılara verilen ayrıcalıklar sonucunda, ‘küçük tezgâhlar’ yok olmuş, ‘ayrıcalıklı ithalat sonucunda sanayimiz sönmüş, yok olmuştur.’ Dış ayrıcalıklar kaldırılmıştır; artık sanayimiz canlandırılmalıdır. Ulusun gereksinmelerini karşılayabilmek için, küçük tezgâhların üretimi artırmanın yanı sıra, ‘büyük sanayi kurumları, fabrikalar’ kurmak zorundayız.

YAŞAM EKONOMİ DEMEKTİR

Tarımda ve sanayide üretim artırmak ve çeşitlendirmek ve niteliğini yükseltmek için, ürünlerin ve paranın dolaşımı gerekir. Dolaşımı sağlamak ise, ticaret demektir. Bu nedenle, tüccarları etkenleştirmek için gerekli önlemleri almak zorunludur. Kara ve demir yollarını, limanları ve gemileri yapmak için, ‘para ve uzmanlık’ gerekir. Bizde olmayan da budur. Bu durum, ‘üzüntü ve acı vericidir.’ Ancak asla umutsuz olmamak gerekir. Bu denli geniş ve çok doğal olanaklara ve insan gücüne sahip bir ülke ve ulus, ‘ulusal bağımsızlığını ve egemenliğini’ elinde tutarak sermaye de, uzmanlık da bulur (s. 342). 

Arkadaşlar, “çalışarak kısa sürede uygarlaşacağız.” Bunun için ulusu oluşturan bütün öğelerin katılımıyla, Şubat’ın 15’nde İzmir’de bir kongre düşünülmektedir. Bu kongreye, köylü, çiftçi gelecektir, ‘her türlü sanayi erbabı ve tüccarlar’ katılacaktır.

‘Yaşam, ekonomi demektir.’ Yaşayabilmek için bol üretmek ve tutumlu olmak gerekir. Bu ulus, “imparatorluklar kurmuştur; cihangirler yetiştirmiştir”; fakat “iktisadi devlet olamamıştır.” Ekonomiyle, sanat, zanaat ve ticaret ile uğraşmayı küçümsemiş ve bunları yabancılara bırakmıştır. Bunun sonucu olarak da “o yabancı unsurlar, asli unsurun efendisi olmuş, bütün ülkeyi sömürge olarak, kendi evladıyla, kendi parasıyla yönetilir bir sömürge” olarak görmüştür. Dolayısıyla, yaşamak için ekonomi esastır. Bu nedenle, “bütün çalışmalar, ekonomide başarılı olmaya” yoğunlaştırılmalıdır. Söz konusu çalışmalar, “bir programa” dayandırılmalıdır. Örneğin, bir “eğitim programı” olmalıdır ve verimli olmak için, “çiftçi, çoban, tüccar, kunduracı, güzel iş yapanlar” onu izlemelidir. Eğitim programı, ekonomi programını, ekonominin temellerini ve kurumlarını öğretmelidir. Eğitim ve ekonomi programı, çokbilmişler tarafından değil, “özünü, yaşamı, gereksinmeleri”, yaşamak için gerekli olanı bilen insanlarca yapılmalıdır. Bu nedenle, bu ülkede “aydın olmak demek, okumuş olmak, çokbilmiş olmak” demek değil, “yoksulluğu ve sefaleti” ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Dolayısıyla, toplum önce “genel olarak bulaşıcı ve yayılmacı bilgisizlik ve aymazlıktan” ve böylece gerçek dışı şeylere inanmaktan, aldanmaktan kurtarılmalıdır (cilt, 14, s. 343).

KÖYLÜ SINIFI ya da ÇİFTÇİLER KALKINMANIN TEMELİDİR

Ulusumuzun “asli unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır. O halde bunlar dayanmaya değer bir sınıftır.” Bir politik örgüt, fırka, “bir başına bu sınıfa dayanabilir ve onun çıkarlarını yüceltmek için çalışabilir.” O halde buna “karşıt/muhalif olacak sınıfı” aramak gerekir. Böyle bir parti, hangi sınıfın çıkarlarına zarar verir? Köylünün karşısında hangi toplumsal kesim olabilir? Örneğin, “çiftlik ve büyük arazi sahipleri bundan endişelenir mi?” Peki, ülkede “kaç çiftlik sahibi vardır ve bunların arazilerinin büyüklüğü nedir?” Ülkemizde “çıkarları zarar uğratılacak büyük arazi ve çiftlik sahibi yoktur.” Orta halli toprak sahiplerinin arazilerini “paylaştırmak” yerine, “köylülerin arazinin genişletilmesi gerekir.” Köylülerin, evlerini ve köylerini iyileştirmeliyiz; çünkü köylü sınıfı temeldir.

Bundan başka “ilçelerde ve illerde sanayici erbabı” vardır. Sanayicilerinde çıkarlarına zarar verilmez; çünkü bunlar “köylü için gereklidir.” Bu nedenle, sanayiciler “yükselmeye” özendirilmelidir. Halkçılık bakımından düşünüldüğünde, “bunların hakkı verilmek zorundadır.”

Sonra kasabalarda “orta tüccar vardır” ve bunlar da o köylü sınıf için “gereklidir.” Bunlar da zarara uğratılamaz; bunlar da korunmalı ve ülke çıkarı nedeniyle, zenginleşmelidir. Bunların üzerinde yer alan “büyük tüccarlar, büyük sermaye sahipleri” vardır. Bugün ülkede “kaç tane milyoner vardır ve en zengin adamın kaç parası vardır? Üzerine saldıracağımız” kapitalistler bunlar mıdır? Hayır. Bu ülke ve insanları “daha fazla zenginleşmelidir ve bu hakkıdır.” Dolayısıyla, onların servetine “göz dikilmemelidir.” İnsanlarımız çok daha fazla zenginleşmeli, “bankalar, demiryolları, fabrikalar” kurmalı ve böylece ülke “yabancı sermayeye” muhtaç olmamalıdır. Bu bakımdan onlar da “halktır.”

TOPLAM SAYISI 20.000’İ GEÇMEYEN İŞÇİLERİ KORUYACAĞIZ

Geriye işçi/amele kalıyor. Tüm ülkedeki işçi sayısı toplansa “belki 20.000’den fazla işçi” bulunmaz. Dolayısıyla, 20.000 kişiye dayanan bir politik parti, bunların “çıkarlarını” ne ölçüde savunabilir? “İşçiye düşman olamayız.” Bu ülke “işçiye muhtaçtır.” Kurulacak sanayi kuruluşlarında “çalışacak” insan gereksinme vardır. İşçi gereklidir ve “işçiyi koruyacağız, daha mutlu duruma getireceğiz.” Diğer yandan, işçi ile tarlasında çalışan köylü arasında ne fark vardır? Bunlar aynı durumdadır. Dolayısıyla, bir başına toplumsal bir sınıf oluşturmayan işçiler de halktır. Başka bir “sınıf” bulamazsınız.

AYDINLAR BAŞLI BAŞINA BİR TOPLUMSAL SINIF OLUŞTURMAZ

Öte yandan, “aydınlar, ulema denilen” insanlar vardır. Aydınlar “başlı başına kendi çıkarlarını düşünen bir sınıf olamaz!” Eğer bunlar, “Meclis’te yalnız bizim çıkarlarımızı temsil edenler bulunsun derlerse, bilakis bütün umdukları çıkarları da” yitirirler. O halde “başlı başına aydın/ulema sınıfı yoktur.” Fakat aydınlara ve bilimcilere düşen “çok önemli görevler” vardır. Aydınlar ve bilimciler, “halkın içine girmek, onlara öncülük etmek, mutluluk ve refaha ulaşmaları için yol göstermek, onları aydınlatmak, uyarmak ve başarılı” kılmak görevini yerine getirmelidir.

Prof. Dr. Onur Bilge Kula
Gercekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler