selim-esen-orhan-veli-3052025114114.jpg


1950 seçimleri öncesi ülkede ortam hayli gergindi. Her gün her yerde ilginç gelişmeler konuşulurdu. Lokantada, meyhanede, okulda, sokakta…

Yazarları arasında Atatürk’ün Dışişleri Bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras’ın da bulunduğu Görüşler dergisi, komünist damgasıyla mimlenmişti. Derginin başlığındaki “G” harfinin yazılış biçimiyle orak-çekici anımsattığı öne sürülmüş; Fransızca yayınlanan Larousse Ansiklopedisi’nin “Larus” biçiminde okunuşu da “Ya Rus!” diye yorumlanınca ansiklopediye sahip kimi aydınlar mahkemelerde sürünmüştü.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, olmadık söylentiler dolaşıyordu yazın çevresinde…

Nazım Hikmet’in “Ran” olan soyadı tersinden okunarak “nar” sözcüğü yaratılmış, narın kırmızılığı ile “kızıllığın” eş değer anlam taşıdığı öne sürülerek de büyük ozanın komünist olduğu sonucuna varılmıştı. Ankara Erkek Lisesi edebiyat öğretmenlerinden Cevdet Kudret’in “Solok” olan soyadını “sol” olduğunu kanıtlamak için aldığından da söz edilmişti.

15 Mayıs 1950 sabahı…

DP’nin ezici bir üstünlükle iktidara taşındığı günün sabahı Başkent’te köylü kıyafetinin, işçi tulumunun dahi görülmediği ana caddelerinde, kavşaklarında, bulvarlarında şimdi tam tersine kravatlı kostüm azınlıkta, şapka tek tük, ütülü pantolon az rastlanan olmuş; yerlerini kasket, mintan, çarık, şalvar; hepsinin de ötesinde at, öküz, mandaya bırakmıştı. At arabası ve kağnı çoğalmış, otomobil azınlıkta kalmıştı. Oysa Cumhuriyetin 5’inci Ankara valisi Nevzat Tandoğan, başkentin bazı caddelerinden pejmürde kılıklı insan, tulumlu işçi, şalvarlı kasketli köylünün geçmesine, at arabası ve kağnının dolaşmasına izin vermemişti.

Ankara Palas ile karşısındaki Meclis binasının önünden geçen tenha İstasyon Yolu, öylesine doluydu ki, gardan otele her zaman beş on dakikada gelinirken şimdi ancak yarım saatte geliniyordu. Yeni müşterilerin bavullarını almaya koşan otel personeli kaldırımda kümelenmiş köylü vatandaşlara dakikalarca söz anlatmak zorunda kalıyordu. Başıboşluk ve serkeşlik belirtilerinin sızısı başkentin ilk ve tek modern oteli Ankara Palas’ın önünde sergileniyordu. Yürürken omuzuna kasten çarpana; “Biraz dikkat etsene kardeşim” diyen kravatlı adama kasketli vatandaş: “Yavaş ol hemşerim, demokraaasi var gayri!” diyordu.

Cevdet Kudret

Demokrasi daha ilk gününde ezilip yayılmış, kelime anlamını dahi bilemeyen kafaların ona verdiği şekle dönüşmüştü. Hala da o şeklini koruyor ya…

Ankara’nın Yenişehir semtinde 1950’ye dek kanalizasyon yoktu.

Su ve pislikler çukurlara doldurulurdu. 1950’den sonra kente kanalizasyon yapma gereği duyuldu. Sokaklar didik didik kazıldı, aşılamaz çukurlar açıldı. Bir gece Orhan Veli, Ulus’ta Konak Sokak’taki “Üç Nal” Meyhanesi’nden çıktı karanlıkta, Hal’in karşısında kazılan çukura düştü, başı adamakıllı zedelendi. İki gün sonra İstanbul’a geldiğinde, vücudundaki ve başındaki sızılardan yakınıyordu. 14 Kasım 1950’de bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi, Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. Nedeni anlaşılamadı, komaya girdi. Bütün çabalara, uğraşmalara karşın yaşama veda etti. Otuz altı yaşındaydı… Ertesi gün depoya gönderilen elbiselerinin cepleri karıştırıldı. Ne banka cüzdanı ne tahvil ne senet ne şu ne bu!.. Bir at yarışları programı, bir de sarı ambalaj kağıdına sarılmış diş fırçası çıktı. Fırçanın sarılı olduğu kâğıtta “Aşk Resmi Geçidi” başlıklı şiiri yazılıydı. Uzunca bir şiirdi. İlk iki kıtasıyla anımsayalım:

Orhan Veli

“Birincisi o incecik, o dal gibi kız,

Şimdi galiba bir tüccar karısı.

Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.

Ama yine de görmeyi çok isterim,

Kolay mı? İlk göz ağrısı.

 

İkincisi Münevver Abla, benden büyük

Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları

Gülmekten katılırdı, okudukça.

Bense bugünmüş gibi utanırım

O mektupları hatırladıkça.”

1950’lerde sanatçılar çoğunlukla Ulus Meydanı’ndaki İstanbul Pastanesi’nde ya da az ilerisindeki Kızılırmak Kıraathanesi’nde buluşurlardı. İlerleyen yıllarda Sanat Sevenler Derneği kuruldu. Tuna Caddesi’nin girişindeki lokali, sanatçıların akşamları buluşup sohbet ettikleri, bir evin salonu gibi döşenmiş, iyi yönetilen harika bir yerdi. Sanat Sevenler sonraki yıllarda ufuksuz hiziplerin çekişmesi yüzünden giderek sönecek, beyaz atına binip kaybolan güzellikler kervanına katılacaktı.

50’li yıllarda, Ankara Edebiyatçılar Derneği Başkanı Salim Şengil’di. Bahri Savcı ikinci başkan, Bülent Ecevit Genel Sekreter, Sunullah Arısoy Sayman, Suat Taşer üyeydi. Cahit Sıtkı Tarancı Ankara Edebiyatçılar Derneği’nin kurucu başkanıydı. Hastalanıp yatağa düştükten sonra yapılan genel kurul toplantısında göreve Şengil ve arkadaşları getirilmişti. Seçimle gelen ilk yönetim kurulu olmuşlardı. Gösterecekleri bir adresleri yoktu. Toplantılarını Helikon Derneği’nde, pasta salonlarında ve Seçilmiş Hikayeler dergisinin yönetim yerinde yapıyorlardı. Karar defterini Sümerbank’ta görevli Sunullah Arısoy tutuyordu.

5 Eylül 1950, salı günü…

Amerikan Askeri Yardım Heyeti uzmanlarından Morris Medley, Atatürk Bulvarında Aktar apartmanındaki dairesinin penceresinden, kapısının önünde duran motosikletinin kornasını öttürmek isteyen 12 yaşındaki Turhan Kahraman’a havalı tüfekle ateş etti. Turhan dizkapağına saplanan saçmaların tesiriyle yere düştü, görenler tarafından hastaneye kaldırıldı. Morris, çalıştığı bürodan İkinci Şube memurları tarafından alındı, Savcılığa götürüldü. İfadesi alındıktan sonra da serbest bırakıldı. Amerikan Yardım Kurulu Başkanı General Arnold olayla ilgilendi. Yaralı Turhan Kahraman, tedavi edilmek üzere Kavaklıdere’deki Amerikan Hastanesine yatırıldı. Olaydan iki gün sonra 7 Eylül günü, iktidarın sözcülüğünü yapan Zafer Gazetesi’nde Mümtaz Faik imzasıyla bir başyazı yayınladı. Şöyle diyordu Faik:

“Ne yapıyorsun Mister Misafir, Atatürk Bulvarı’nda keklik mi avlıyorsun? Amerikalılara karşı duyduğumuz derin sevgiye bu misterin kurşun sıkmaya hakkı yoktur. Silah dosta değil, düşmana çekilir. Mister misafir bu kadar kurşun sıkmaya meraklıysa, Kore’ye buyursun ve oraya gönderdiğimiz kahraman Türklerle beraber omuz omuza saldırgana karşı ateş açsın.”

Bu olay Amerikalıların ne ilk ne de son saldırısı olacaktı. Kısa sürede Türkiye’nin belli başlı şehirlerine yayılacaktı. Türkiye’deki Amerikalılar dokunulmazdı. Her tülü suçtan ellerini kollarını sallar temize çıkarlardı.

Fuhuş almış yürümüştü 50’lerde…

İstanbul’da Tünel’den Taksim’e gelindiğinde, Cihangir’e saparken köşede Eftalifos kahvehanesinin önünde kelli felli temiz giyimli fötr şapkalı bir iki kişi “Kanarya var, sarı siyah kanarya var!” diyerek kadın pazarlardı. Gidiş dönüş taksi on beş, otel otuz beş, kıza da kırk, toplamda doksan papel… Müşteri ve kızı götüren taksi, iki saat sonra gelir, kızı alır giderdi.

Derken…

Cihangir’de randevu evi sahibi Madam Katie, işlettiği evde öldürüldü, zamparalar karalar bağladı!

Ankara geri kalır mı hiç… Bulvar üzerinde, Orduevi’nin karşısında Gül Palas’ın yanındaki postane önünde Cihangir’deki parola farklı olsa da satışın İstanbul’dan farkı yoktu.

1954 seçimleri geldi çattı…

DP Meclis sandalyelerinin yüzde 93’ünü aldı, 305 milletvekili çıkardı. CHP, yüzde 5 sandalye sayısıyla, 31 milletvekili çıkardı, ufaldı, ufalandı. Yalnız CHP değildi ufalanan, matbuat da ufalandı. Muhalefet gazete ve dergileri kapatıldı, yazarlar gazeteciler hapse atıldı. Özgürlükler kısıtlandı, hak hukuk yerle bir edildi. İşte o günlerde Dünya gazetesi yazarı Bedii Faik durumu yazdığı küçük fıkrada dile getirdi:

Bedii Faik

“A benim sevgili milletim,

Doktor varken, berberi…

Hastane varken, çıkıkçıyı…

Eczane varken, aktarı…

İşte şimdi de DP’yi…

Hayırlı olsun!..”

 

            İşte…

50’li yıllarda Demokrat Parti’yle hayata gözlerini açanlar, 10 yıl sonra ihtilâlinin ayak sesleriyle uyandılar. O yılları yaşayanlar yine de,

Kendi dünyalarında mutluydular. Komşuluk bağları güçlüydü. 50’lerin karanlık günlerinde okul önlükleri de karaydı ama, karanlıkları aydınlatan beyaz yakaları vardı. Öğrenciler tahta sıralarda oturur, varil sobalı sınıflarda ısınır, kara tahtanın başında heyecan yaşarlardı. Amerikan özentisi başlamıştı. Hayat, Ses Mecmuaları, Teksas, Tommiks, Zagor okunurdu. Soğuk kış günlerinin gecelerinde bekçi babalar düdük çalardı. Evlerin salonlarında “Saatli Maarif” takvimi asılı olurdu. Her gün bir sayfası koparılır, o gün yapılacak yemeğin tarifi okunurdu. Televizyon yoktu. Sinemaya gidilirdi. Teyp yoktu, radyo vardı.

Ve

Gençlerin umutları vardı…

 

Selim Esen
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler