Ne olacak şu yandaşların hali?

Misafirlerin gelmesine daha üç saat vardı, ama ben her zaman ki gibi yine telaş içindeydim. Titizliğimden değil de, konuklara mahcup olmamaktı amacım. Gerçi hepsi de aynı semtte iş yerleri olan arkadaşlarımızdı. Birbirimize kırılıp gücenecek değildik elbette. Ama özensizlik bize yakışmazdı. Mademki bir şey yapıyorduk, o zaman her şey tam ve düzgün olmalıydı.

Eczaneyi Akif’e bırakıp indim aşağı; bizim “Serhat’ın Yerine” yani. Serhat diğer kalfam, daha çok alttaki sığınağımızın sorumlusu; o çekip çevirdiğinden böyle bir ad koyduk kendi aramızda. Burada dört dörtlük bir ziyafet vermiyorduk elbette. Aldığımız aperatif bir şeylerdi… Maksat hoş sohbet bir ortam yaratıp kafa dinlemek… Anlayacağınız bir çeşit “Kürkçü Dükkanıydı” burası… Küçük bir unutkanlık bozardı havamızı. O yüzden dikkatli olmak gerekirdi.

Mahcup olacak bir duruma düşmeyi istemem doğrusu. Hele şu sonradan görme, zamane zengini Hayri Beyin ağzına sakız olmayı hiç istemem; rezil eder adamı. Öyle ki, bir kaşık suda fırtınalar koparır… Oysa adamın gençliğini bilirim; aynı dönemde okuduk lisede. Elinden tutmasak okulu bitireceği filan yoktu ya… Biraz siyasete bulaşıp cebi para görünce müteahhitliğe soyundu herif de, yolunu buldu.

Her tarafı kasıntı, kibir; dolaşır durur, bir haltmış gibi. En küçük bir şeyi sorun edip konuşur, her konuya da dalar... Sanırsınız saraylarda büyümüş herif; bir eli yağda bir eli balda… Her şey en iyisinden, dört dörtlük olsun ister. Bunun gibileri, sarayda büyümese de saraydan beslendiğini bilmeyen yok elbette… O yüzden tedbirli olmayı severim işte… Serhat’a her şeyin hazır olup olmadığını sordum bir kez daha “Alınması gereken her şeyi aldım abi, sen merak etme! Sadece meyve tabakları hazırlanacak, çerezler servis edilecek o kadar. Stokta yeterince viskimiz vardı zaten, hem de en kalitelisinden…”

“Çatal, bıçak ve kadehleri yıkayıp kuruladın mı tekrar?” “O iş de tamam abi!” “Ya peçeteler…?” “Koca paketin yarısı bile bitmedi! Biliyorsun en iyi markaydı…” “Tamam çocuğum tamam!.. Ha Ferhat! Bugün sen gitmeyecek miydin Cuma’ya?” “He abi, öyleydi sıraya göre!” “Niye gitmedin öyleyse?” “Abi baktım sen hazırlanıyorsun…” “Hiç öyle şey olur mu aslanım? Ben unuttum gittim sıra meselesini. Söz sözdür, hatırlatacaksın yeğenim. Ben daldım gittim işte… Ulan gene kaytardın değil mi kerata! Bir de beni bahane ediyorsun utanmadan! Bak Akif abine hiç kaçırıyor mu? Sıraya bile razı olmadı, biliyorsun değil mi?” dedim gülerek. Boynunu büküverdi utanmış gibi yaparken. Ne desindi şimdi. Bu iş zorla da olmazdı ki. Hem virüs kol geziyordu ortalıkta. Cami, namaz, din iman dinlemiyor, kaptığı gibi götürüyordu adamı.

Vakit akşama doğru ilerliyor, tek tük gelenlerin de sonuna yaklaşıyorduk. Salgından dolayı bu yıl epeyce kazaya uğradıysa da, fazla dağılmadan sürdürmeye çalıştık bu düzenimizi. Haftada iki gün, sırayla bir arkadaşın yerinde saat 18.00’de başlıyordu demlenmemiz. Ancak salgının sonbahardan itibaren yaygınlaşacağı ve kışın ağır geçeceği yönünde aldığımız duyumlar bizi epeyce huzursuz edeceğe benziyordu. Gerçi biz tedbirlerimizi almış sayılırdık; on iki kişilik grubumuzu altıya indirmiş, maske zorunluluğu da getirmiştik. Mesafe kuralını ve temizlik konusunu harfiyen uyguluyorduk. Ateş ölçerimiz bile vardı…

Artık herkesin bir meyhanesi vardı; ya bürosunun arkasında, ya altında ya da üstünde… Eski bağ evleri gibi, bizim de Yeraltı Meyhanelerimiz oldu yani… Meyhaneler ve içkili lokantalar ortadan kalkınca, biz de bu tür çözümler bulduk kendimizce… Dün bu kent, içkili bir kaç lokanta ve bir miktar da meyhanesi olan bir yerken şimdi yüzlerce, belki de binlerce meyhaneyi kucaklar hale geldi. Al sana o kadar da içki imalathanesi… İyi mi?..

Gerçi biz daha çok bir Mevlevihane olarak oluşturmuştuk bu yeri. Tasavvuf müziği eşliğinde şarap içiyorduk sadece, Cumartesi akşamları. Mevlana hayranı barışsever, hoşgörü sahibi bir grup arkadaşın iç huzura kavuştuğu sığınma evi gibiydi bir çeşit. Zaman zaman semazen arkadaşların da katılımıyla bir ayine dönüşen toplantımızın, bezen gece yarılarına kadar sürdüğü olur. Udun, Ney’in ve Tambur’un uyumlu seslerinden oluşan yumuşak ve gizemli iklimde adeta uçmaya yönelir arkadaşlar semazenlerin peşi sıra.

Yıllardan beri süregelen bu oturumlara, son yıllarda modaya uyup, farklı bir grupla viskili muhabbetleri de ekledik. Böylece yeni bir boyuta daha taşındık mekanımızda; gizlenemeyen gizlilikler içinde kendimize yabancılaşarak ama hayatın gerçekliğine ters düşmeyeceğimiz düşüncesiyle.

XXX

Her zaman ki gibi ilk düşen İnşaat Mühendisi Halis Bey oldu yine. Bürosu bizim eczaneye çok yakın da o yüzden desem de olur, ama o her yere ilk gelendir her zaman. Onun için bir alışkanlıktır bu; bununla öğünür. Bu yüzden geç kalanları azarlamayı da bir hak olarak görür, saygısızlıkla suçlar. Ayrıca işinde de çok titizdir; verdiği sözü eksiksiz yerine getirir, proje çalışmalarında hiç bir aksaklık olmaz. Projelerine yapılan en küçük bir müdahaleye de tahammül edemez; olursa da alır gider çalışmalarını. Çift maske takar, alttaki de mutlaka cerrahi maske olur. Pandemi sırasında, viskisini yudumlarken bile tüm ısrarlarımıza rağmen çıkarmaz onları. Hafifçe kaldırıp pipetle içmeye devam eder. Oysa en fazla altı kişi oluruz ve aramızdaki mesafe iki metreden aşağı da olmaz hiçbir zaman.

Kendisi siyasete uzak gibi dursa da, ne olur ne olmaz diyerek, o da izledi modayı; Eczacı olan eşini iktidar partisinin kadın kollarına üye yaptı. “İyi ki yapmışız, yoksa işsizlikten sürünüyor olacaktık şimdi. Oysa ne güzel işler yaptık… Bir de şu salgın olmasaydı!...” dediğini biliyorum zaman zaman. Gerçi o söylemese de biz zaten farkındaydık her şeyin.

Halis Beyden sonra, enine büyümüş gövdesiyle Müteahhit Necati Bey girdi kapıdan içeri adeta yuvarlanırcasına. “Beni görenler Türkiye’nin ekonomik durumunu hemen anlar; orta direk gittikçe büyüyor efendim!” der gibiydi yine, ne anlama geldiğini bilmeden. Sarılıp öpüşmek ve tokalaşmak olmadığından hoş geldiniz diyerek başımızla selamlaştık sadece. Hal hatır sorgulamasını sonra yapacaktık. 

Eczanede beklemek gibi bir usulümüz olmadığından doğrudan içeri geçti Necati Bey. Dediği bir ölçüde doğruydu. Ülkemizin ekonomik büyümesini anlamak için O’nun, orantısız balonumsu gövdesine bakmak yeterliydi. Neticede, ipin ucunu doğru zamanda, doğru yerde yakalamış bir insandı kendisi. Birkaç yıl öncesine kadar, küçük bir market sahibiydi bizim mahallede. İyi de çalışıyordu. Ne olduğunu anlamadan bir gün duble yol ihalelerine girdiğini öğrendik.

Şurada kapı komşu sayılırdık, merak ettiğimizin farkındaydı. Sen ne anlarsın bu işten demeden anlattı işin aslını. Parti teşkilatından bir tanıdığı vermiş, aklı ve yolunu da o göstermiş tabi. Şehirlerarası bir yolun yapım işini aldığını, isterse bir kısmını taşeron olarak devredebileceğini söylemiş ona. Ancak bir şartla: Partiye üye olmalı ve belli bir meblağı onun işaret ettiği yere yatırmalıydı. Yani, istenen haracı vermeliydi; ne de olsa her şeyin bir karşılığı vardı…

Tereddüt etmeden kabul etmiş bizimkisi; “Bu bir fırsattır, reddetmek olmaz” diyerek. Elbette yollar da, otoban gibi açılıvermişti böylece. Yollar açılınca da, ayrıca “yürü ya kulum!" demeye gerek kalmamıştı şüphesiz.. Birkaç yıl duble yollarda hız yapmayı sürdürüp, malum görevini eksiksiz yerine getirince de uçmaya başladı bizim marketçi komşu. Şimdilerde Belediye arsasına büyük bir AVM inşaatı yapıyor yüzde elli karşılığında. Projesini kim yaptı dersiniz? Tabi ki Yüksek Mimar Yüksel Metin. Merak etmeyin az sonra o da aramızda olacak. Tamamına gücü yetmeyince yeni yetme bir ortakla götürüyor bu işi süper Müteahhit Necati. Artık işin inceliğini o da öğrenmişti. Eski taşeron Necati, taşeron kullanma aşamasına gelmişti şimdi.

Ben ise tüm bu olanları seyretmeye devam ediyor, akşamları iki duble buzlu viski arasında onların maceralarını dinliyorum.

Yüksek Mimar Yüksel Beyle Arçelik bayisi Hayrullah Bey arka arkaya girdiler kapıdan. Yüksel Bey bağımsız takılır; mesleğine ve piyasada iyi bilinen ismine güvendiğini belli eden bir tavırla dolaşır her zaman. Kentin tartışılmaz mimarlarından biridir. İktidar partilerine uzak durmayan, ama fazla da yaklaşmayan tam bir denge adamıdır o. Bu yüzden aktif siyasete dair bütün tekliflere hayır demiştir bugüne kadar.

Hayrullah Bey ise aynı zamanda iktidar partisinden iki dönem Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyeliği yapmıştı. İmam Hatip mezunu olmasının bu tercihte önemli bir yeri vardı bildiğimiz kadarıyla. Devran o devrandı… Başlarda güven duyduğu ve bağlandığı lideri ve partisi ile ilişkisi son yıllarda soğumuştu nedense. Gidişattan hiç de memnun değildi. Ona göre verilen sözler unutulmuş, ilkelerden kopulmuştu. Ekonomide ipin ucu kaçmış, enflasyon kontrolden çıkmıştı. Esnaf kan ağlıyordu. “Hele bir de Kovid 19 çıktı ki, şaşkına döndü bizimkiler, elleri ayaklarına dolandı” diyerek bir gerçeği ifade ediyordu. Gerçek sebebin ise farklı olduğu, iktidar nimetlerinden yeterince faydalandırılmadığı için böyle konuştuğu söyleniyordu.

Şimdilerde siyasetle oğlu ilgileniyor. O da babasının yolundan yürümüş, ondan aldığı bayrağı iktidardan yana sallayarak parsa toplamaya çalışıyor; başka türlüsü de olmazdı zaten. Kazanmanın, henüz başka yolu yoktu; başka yollar aramak boşuna kürek çekmekti… Babasının siyasi birikiminin üzerine kendi heyecanını koyunca iş tamamdı. İşletme okumuştu. Birkaç yıldır da bir holdingde yöneticilik yapıyor…

Akif Beyi de göndermiş Eczanede bir ben kalmıştım. Gözüm kapıdaydı; Hayri Beyi bekliyordum yine, her zaman olduğu gibi. Ağır adamdı, geç gelmeyi pek severdi Hayri Bey. Herkesin gelip gelmediği konusunda birinden bilgi aldığından emindim. Bana hiç söylemedi, ama bu birinin bizim Serkan olduğunu düşünüyordum. Cebine atılan birkaç kuruş yeterdi bunun için.

Ne adamdı şu Hayri Bey; bunu bile sorun yapıyordu. İlle de en son gelen o olmalıydı ve herkes onu beklemeliydi. Allahtan fazla uzatmazdı; tatmin olmak için beş dakika gecikmeyi yeterli bulurdu. Bekleyenler de bostan korkuluğu değildi herhalde; onların da bir ağırlığı vardı bu kentte… Derken damladı bizimkisi… Kadro tamamlanmıştı… Biraz tatsız gördüm onu. Selamlaştık sessizce ve birlikte indik aşağı; ama ona en son sırayı vermedim tabi. İçimden gülmek geldi nedense…

xxx

Merhabalaştıktan sonra Serhat kristal bardaklardaki buzlu viskileri deri koltuklara gömülen konukların önündeki sehpalara bırakmaya başladı. Halis Beyin takılmalarına bu kez sesini bile çıkarmadı Hayri Bey. Buna dikkat eden de olmadı pek. Herkesin yüzünden yorgunluk ve mutsuzluk akıyordu. Dışardaki ağır hava içeriye de yansımış gibiydi. Durumlar hiç de iyi değildi aslında: İnşaat işleri yavaş gidiyor, konutlara alıcı çıkmıyor; bu yüzden de yeni projelere kimse cesaret edemiyordu. Anlayacağınız işler kesattı… Hayrullah Bey de siftahsız kapatıyordu çok zaman mağazayı.

Biraz da bunları unutmak adına, açgözlü kurtlar gibi baktılar parlayan kadehlere, lafa girmeden. Konuşmak kolay değildi bu günlerde; kelimeler art arda yığılıyordu boğazda, ekmek kuyruğu gibi. Bir selamın ardından binlerce ah sesi geliyordu sağdan soldan. Her gün alınan iki duble viski ilaç niyetineydi sanki tüm bunların üstüne. Bazılarının ağzı kerpetenle zor açılırken bizimkilerin ağzını açmak için bir duble viski yeterdi.

Nasıl olsa herkesin nasıl içtiği ezberindeydi; ona göre hazırlamıştı kadehleri Serhat. Buz adedi, maden suyu miktarı önemliydi viskide; çay gibi demi sağlam olmalıydı. Viskiyi sadece Halis Bey sek içerdi. “İçmişken böyle içeceksin ki, tadına varasın. Rakıyı da böyle içtim yıllarca. Hey gidi günler hey!... Sağlığınıza arkadaşlar!” diyerek yuvarladı bir yudum. Biz de katıldık ona, aynı dileklerle.

“Allah razı olsun bizim Reisten; sayesinde adam gibi viski bile içebiliyoruz!” dedi Necati Bey ve kadehinden az bir yudum aldı, sonra da elma dilimlerine gitti eli. “Sahi şu viski meselesi hiç de fena olmadı hani! Boğazdaki yalılarda buzlu viski yudumlayanlardan olmasak da geri de kalmayız… Çok şükür virüse rağmen idare edebiliyoruz; keyfimiz iyi, cumaları camide ağzımız kokmuyor, evde hanım ve çocuklar bir şey anlamıyor, adam olana da iki duble yetiyor. Öyle ahım şahım bir sofraya da gerek yok... Bir dilim elma, iki tuzlu badem, bir yudum viski kafalar tamam! Mideyi şununla bununla doldurup hamallık yapmak da gerekmez. Damarları da matkap gibi açıyormuş mübarek!” diyerek konuyu biraz daha açtı.

İnşaat Mühendisi Halis Bey maskesinin bir yanını kulağından çıkararak pipetle içiyordu yine viskisini. Mimar Yüksel Beyin “Halis Bey kardeşim, maskeni çıkar da rahat rahat iç şu mereti yahu!” dediğini kulak arkası edemedi bu kez. “Arkadaşlar bugünler iyi günlerimiz, hocaların söylediğine göre durum kötüye gidiyor. Haziran’dan bu yana boş verdik her şeye; turist gelsin diye açıldıkça açıldık. Oysa virüsün hiç de acıması yok! Tuttuğunu alıp götürüyor. Ekim’den itibaren çok daha zorlu bir dönem bizi bekliyor sanki. Eğer şu aşı meselesini kısa zamanda halledemezsek külliyen yandık demektir. Öyle değil mi Gürsel Bey?” diyerek bana baktı, “Sen daha iyi bilirsin!”

“Haklısınız! Bütün göstergeler aynı işareti veriyor, aksini söyleyeni duymadım” dedim. “Biz de zaten o yüzden buradayız ya! Varsa gündüzden boğazımıza takılan bir virüs kırıntısı alkolle temizleyelim” diyerek takıldım. “Bu arada bütün umutların aşıya kaldığı da doğru. Ama ne yazık ki o da bizde yok! Yine dayandık gavurun kapısına; o verirse alacağız. Eğer yeterse hepimiz aşı olacağız!” demeden de geçmedim. Necati Bey “Çok iyi dedin be Gürsel Bey, buna içilir işte!” diyerek viskisine uzandı. “Biz içmeyelim de kimler içsin?” cümlesi Hayri Beyden çıktı, kırık bir sesle. Ağladı ağlayacaktı sanki… Bir tuhaflık olduğu belliydi ama aldırmadık.

Ortalık ısınmaya, zihinler açılmaya başlamıştı. Günün sıkıntılarından uzak koltuklarımıza oturmuş uçtan, kıyıdan sohbete devam ediyorduk. Keyfimiz bu an için yerindeydi de, dışarda bambaşka bir hayat olduğunu da unutmuyorduk. Aşı konusu içimde, içten içe kanayan bir yaraydı son günlerde. Paylaşmam gerektiğini düşünerek dedim ki, “Aslında hiç de hak etmediğimiz, dramatik bir durumu yaşadığımızı biliyor musunuz?” Bakışlar tekrar bana dönmüştü. “1930’lu yıllarda kurulan ve kızıl, kızamık, boğmaca, kolera, çiçek tifo, kuduz, verem vb. bulaşıcı hastalıkların aşılarını üreten Hıfzıssıhha gibi dünya çapında bir kurumu kapatıp, bugün dışardan aşı bekleyen muhtaç bir ülke durumuna düştük. Hatta 1922 yılında Sivas Aşı Kurumu tarafından üretilen binlerce aşı vatandaşlara uygulandı. 1937 yılında, bugün aşısına muhtaç olduğumuz Çin’e kolera aşısı gönderildi. Eğer o kurum kapanmamış olsaydı, eminim ki bugün kendi aşımızı çoktan üretmiş, diğer ülkelere satıyor olacaktık.

“Şu anda ülkemiz, böyle bir şansa sahip olmadığı gibi, kendisine Müslümanım diyen, onlarca ülkeden de hiç ses çıkmıyor; ne yazık ki. Sanırım üzerinde ciddi olarak durmamız gereken konulardan biri de bu. Bu salgından bir ders çıkarmak istiyorsak ki ortada ders alınması gereken pek çok konu var, şapkalarımızı önümüze koyup adamakıllı bir düşünmemiz gerekiyor” Yüksel Bey bana baktı gülümseyerek tam bir şey diyecekti ki Hayri Bey girdi araya, “Serhat oğlum, benim viskiyi tazeleyiver bakalım. Bu kez biraz daha sert olsun…!” diyerek.

Hepimiz ona baktık. Hızına şaşmıştık; biz daha iki yudum almadan o bitirmişti ilk dubleyi, kaşla göz arasında. “Hayrola Hayri Bey bir durum mu var? Birden yuvarlamışsın viskiyi de!..” diye takıldı Necati Bey. Kısa bir süre sesi çıkmadı. Durum ciddiydi anlaşılan. “Ben içmeyeyim de kimler içsin. Kredi borçlarının altında kaldım bir süredir. Çıkamıyorum içinden. Amerika’daki oğlan, güya okumaya gitmişti, ‘Restoran açacağım para gönder!’ diyor. Buradakiler de anlamadığım başka başka alemlere girip çıkıyorlar…” “Sen de mi Hayri Bey! O kadar dairen var satamadın mı birkaç tanesini?” “Birkaç tane satmakla kapanacak gibi değil. Hem müşteri nerede? Başıma gelen bu durum hep eski ortağım yüzünden. Biliyorsunuz yaşadıklarımı… O nedenle yeni kredi almakta zorlanıyorum.” “Biliyoruz bilmesine de sıkma o kadar canını!” dedi Necati Bey, ‘Hele şu virüs belası bir bitsin, bakarsın açılıverir piyasa…” sözleriyle yumuşatmaya çalıştı ortamı.

Mimar Yüksel Bey konuyu değiştirmenin tam zamanı diyerek gözüne Necati Beyi kestirdi. “Yahu Necati Bey sen az önce ne demiştin? Sizin Reisle ilgili?” Ne diyeceğim arkadaş, ‘Allah razı olsun! Sayesinde adam gibi viski içiyoruz!’ dedim. Ne oldu da şimdi tekrar ettirdin bana bunu?” “Düne kadar rakı içerken bu lafı kimseye etmemiştin de merak ettim. Hayır, iki de bir söylenirdin ‘içki haramdır!’ diyenlere. ‘Kitaba göre haram olan şaraptır, diğer içkiler haram değildir, olsa olsa mekruhtur!’ karşılığını verirdin bir de. Aklıma geldi de söyleyeyim dedim. Biliyorsun ki bu yorumu yapan İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir. Ona niye hiç Allah razı olsun demiyorsun?” “Derim Yüksel Bey, ona da derim, çekindiğim yok! Bu konuya katkısı olan herkesten Allah Razı olsun!”

Yüksel Bey, Necati Beyin verdiği yanıtlardan tatmin olmamış gibiydi. “Yahu Necati Bey lafı uzatınca asıl söylemek istediğimi atladım. Diyeceğim şu ki, Gürsel Beyin değindiği konu çok önemli, Keşke Reis bizi viskiyle değil, şu aylardır aranan aşıyla buluştursaydı da şimdi ona hep birlikte teşekkür etseydik, ne dersin?” “Ne diyeyim, Allah derdim de, bizim Reisin yaptığı çok iyi şeyler var ama maalesef bir o kadar da yanlışı var. Onlardan biri olan Hıfzıssıhha konusunu Gürsel Bey kardeşim çok iyi açıkladı az önce… Geçmişi sileceğim derken, yaşların arasındaki kurular da yandı gitti böylece. Doğruya doğru; haklıya haklı!..”

Bakışlarını, konuşmaları sessizce dinleyen, orada değilmiş gibi dalgın görünen Hayrullah Beye yönelterek bu konudaki fikrini sordu Gürsel Bey bu kez, “İçimizde İmam Hatip Mezunu bir sen varsın Hayrullah Bey, sana Hocam demek isterdim, ama sen istemedin ‘Kendimi bir hoca gibi görmüyorum’ diyerek karşı çıktın. Niye böyle düşündüğünü biliyorum. Yine de bildiğim düşüncelerin dışında, özellikle viski konusundaki fikrini merak ediyorum. Malum bu konuda değişik yorumlar var.”

Hayrullah Bey şöyle bir kıpırdadı, oturuşunu değiştirdi. Önce önündeki viski kadehine sonra da tek tek arkadaşlarına süzdü. “Ben ne işle meşgulüm biliyorsunuz değil mi: Ticaretle. Neden ticaret? Çünkü kitapta ‘Sizin için en hayırlı iş ticarettir!’ diye bir ayet var da ondan… İlk olarak babam söylemişti bunu bana; güya Kitaba göre yaşayacaktık. Zaten bilenleriniz vardır, şu anda yaptığım iş de rahmetli babamdan kalma... Allah ondan razı olsun! Bizim İmam Hatip okullarında bunlardan sıklıkla bahsedilir. Bahsedilir ama ayrıntılarına girilmediği gibi üzerinde düşünülmesine de fırsat verilmez. Ama biz öğrencilerin bir kısmı sorgularız kendi kendimize ‘neden üretim değil de ticaret?’ diye. Kitapta ‘namaz’ var, ‘oruç’ var, ‘hac’ var, ‘fitre-zekat’ var, ‘oku’ var, ‘ticaret’ var, ‘cihat’ var … Ayrıca Kitapta yok yok diyenler de var. Ama neden üretim yapmak yok. ‘Çoğalın’ var; nüfus anlamında yani. Neden buğday, çavdar, mısır, yulaf, pancar, üretin; meyve sebze yetiştirin; hayvan besleyin denmiyor. Neden?..

Bir de şu yaşadığımız ülkeye, içinde bulunduğumuz koşullara ve geldiğimiz noktaya bakar mısınız? Herkesin ağzında bir üretimdir gidiyor… “Üretim yapmadan ekonomi düzelmez. Ne üretirsen üret kardeşim! Yeter ki insanlığın yararına olsun!” Hayatın, tarihi gerçekliğin getirdiği ve bize dayattığı yer değil mi bu? Ben burada koptum işte! Şimdi soruyorum size ben içmeyeyim de kimler içsin?” “Bu konuşmaya da şapka çıkarırım ben arkadaşlar! Haydi, Hayrullah Beyin sağlığına içelim!” diyerek ilk tepkiyi Halis Bey verdi. “Ne olacak bu Müslümanların hali” sözleriyle Yüksel bey girdi araya. Derken “Biz içmeyelim de kimler içsin!” diyerek Hayri Bey patlattı bombayı. “Hadi, gülelim ağlanacak halimize!” çığlıklarıyla koyuverdik makaraları.

Duramadım, aklımdaki soruyu attım ortaya: “Viski konusunda derin bir hocanın içilmesi helaldir fetvası verdiği doğru mu?” “Kimmiş o hayırsever, yani viski sever derin hoca acaba? Bilelim de gidip orasını burasını öpelim o mübareğin” diye atıldı Necati Bey. Ben kim olduğunu bilmiyorum, yalnız ortalıkta böyle bir laf dolaşıyor.” “Kim olacak” dedi araya giren Hayrullah Bey, “geçmişte faiz haramdır deyip tasarruf sahibi Müslümanları Mark’a ve Dolar’a yönlendiren derin hocalardan biridir herhalde. Bir süreden beri “kar payı” adı altında bal gibi de faiz veren bankalara yönlendirdikleri gibi…

Böyle işlere niçin karıştıklarını çok iyi biliyorum. Tarihte böyle şarlatanlar hep çıkmıştır, hem de Şeyhülislam adı altında… Çıkarları için din iman tanımazlar bunlar. Lafa gelince de kimseye bırakmazlar; konuştukça konuşurlar, karşılarında saf temiz insanları görünce. Birisi bir domuz çiftliği bağışlasa hayır demez sahiplenir, arkasından da fetvasını patlatır bunlar Alimallah! Bu durumda bize de afiyetle yemek düşer herhalde… Tövbe! Tövbe…!”

Kimseden ses çıkmadı bir süre. Düşüncelerimizi kendimize saklayıp viskilerimizi yudumladık hep birlikte. “Sahiden yiyebilir miyiz?” sorusunu sorduk kendimize sessizce. Domuz eti yemenin viski içmeye benzemediğini hepimiz biliyorduk. Tövbe etse de lafın sahibi olan Necati Bey pişman olmuş gibiydi bu lafı söylediğine sanki. Sessizliği Mimar Yüksel Bey bozdu, “Bu domuz meselesini başka bir oturuma erteleyelim isterseniz arkadaşlar. Burada kimsenin domuz etine sulanacağını zannetmiyorum. Yediğimizi içtiğimizi mundar etmeyelim; şimdilik kalsın derim ben” diyerek. “İşte buna içilir!” dedi Halis Bey kadehini kaldırırken. “Biz içmeyelim de kimler içsin!” demeyi unutmadı ikinci dubleyi de götüren Hayri Bey.

Domuz muhabbetinden çıkmak gerekiyordu. “Kolonya fiyatlarından haberiniz var mı arkadaşlar” diyerek bir soru attım orta yere. Bu da nerden çıktı şimdi der gibi bana döndü bakışlar. “Keşke bulabilsek de, kaç para olursa olsun alsak!” sözleriyle yanıt verdi Halis Bey. “Doğru! Piyasa da kolonya kalmadı. Biliyorsunuz Kovid 19 virüsü çıkınca dezenfektan olarak kullanılmaya başlandı ve kilosu birden 15 liradan 80 liraya fırladı” dedim. “Peki, binlerce ton pancar üretilen ve onlarca şeker fabrikası olan ülkemizde şimdi neden kolonya kıtlığı çekiliyor?” “Neden Gürsel Bey?” “Anlatayım:

“Biliyorsunuz, kolonyanın hammaddesi etil alkoldür. Etil alkol de pancardan elde edilir Ülkemizde. Şeker fabrikaları düne kadar şeker yanında etil alkol de üretiyordu. Fabrikalar özelleştirilince büyük ölçüde etil alkol üretilmemeye başlandı. Üretilen de ihraç ediliyor. Neden biliyor musunuz?” “Hiç bilmez olur muyuz?” “Bu da bizim Reis’in yanlışlarından biri…” “Şimdi ne oldu etil alkol karaborsaya düştü! O karaborsaya düşünce kolonya durur mu? O da düştü… Her şeyde geç kalındığı gibi etil alkolün ihracatını durdurmakta da geç kalındı. Ne oldu, vurgunculara gün doğdu: Etil alkol yerine daha ucuz olan metil alkol kullanılmaya başlanınca ölümcül zehirlenmeler arttı.” “Vay Başımıza gelenler vay! Biz içmeyelim de kimler içsin şimdi?” Takılmıştı Hayri Bey. Onu alıp başka bir yere götüreyim istedim.

Derken, nereden de aklına geldiyse, “Herkesin bir Bodrum’u olduğunu söylerler ya, sanki yarım kalmış bir cümle gibi gelir bana; aslında herkesin bir de Boğaz’ının var olduğunu eklemek gerekir bu söze. İşte bizim Boğaz’ımız da burası! Varsın denizi olmasın; o da eksiğimiz olsun!” sözleriyle Mimar Yüksel Bey, sosisli sandviç tadında farklı bir boyut getirdi sohbetimizin arasına.

Tam anlamıyla olmasa da bir ölçüde doğruluk payı vardı bu yorumda. Boğaz’a nazır yalılarda içilen viski muhabbeti zenginliği ifade ediyordu kuşkusuz. Ama nasıl bir zenginlikti? Tamamen sömürüye dayanan sistemin kendilerine sağladığı olanaklardan yararlanarak, bankalardan alınan kontrolsüz kredilerin fırsata dönüştürülmesiyle ortaya çıkan ve içinde baskı, zulüm, kan, ter ve bol bol gözyaşının karıştığı bir zenginlikti şüphesiz. Bizimkilerin yeni yetme zenginliği de iktidarın kendi zenginini yaratıp onlar üzerinden siyasi ve ekonomik güç elde etmeye yönelik bir zenginlik olsa gerek. Ama bunun yanında ithalata dayalı bir ekonominin sembollerinden biri olarak viskiye dayalı bir özenti de buna pek yakışıyor doğrusu. Dolar kaynaklı bir ekonomik kalkınma modeliyle viski arasındaki ilişki hiç de yadırganmıyor artık. Çok yazık!

Celal Ulusoy (21 Ocak 2021 Çayyolu - Ankara)

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)