Son Dakika



“... İngiliz imparatorluğu, daha 19. yüzyılın başlarında, Akdeniz’i Hindistan’a giden ve stratejik işgal altında tuttuğu bir su yoluna çevirmeye girişmişti.”

“... İzvestiya, gerçeği söyleyen proleter yayın organlarımızdan biri, Cenova Konferansı[1] sırasında bakın ne yazmıştı: ‘İngiltere hem Shakespeare’in, hem de Lloyd George’un ülkesidir.  Birincisi bir güldürü ustasıydı, ikincisi de öyle.  Birincisi dünya çapında ünlü dramların yaratıcısıydı, ikincisi de bu işe özendi.  Birincisi bir hiç uğruna kuru gürültü kopartırdı, ikincisi de.  Birincisi, olmak ya da olmamak sorusunu ortaya attı; ikincisi şimdi aynı soruyla karşı karşıya.’”

“Bazı aklıselim sahibi burjuva politikacıları da, Bay Lloyd George’un Türkiye’ye karşı izlediği siyasetin İngiliz dünya imparatorluğu açısından neredeyse çılgınca, hatta deyim yerindeyse, caniyane bir siyaset olduğu sonucuna varmışlardır.”

RAVESTEYN[2]

Oysa karar Türkiye için çok önemliydi. Bu karar her ne kadar kesin bir siyasal sonuç ortaya çıkartma bakımından önünde uzanan prosedürün başlangıcı ise de bir anlamı vardı. Çünkü bir değişmeyi ifade ediyor, Birleşik Krallığın 21. yüzyıldaki arayışının yeni bir çehresi oluyordu.

Konu, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında “yaptığı Ermeni soykırımı!” Oybirliğiyle 9 Kasımda kabul edilen tasarı “soykırım iddiasını”nı tanıyor. Kesin oylama 18 Mart 2022 tarihinde yapılacak. Buradan da geçtiği takdirde, İngiltere’nin parlamenter sisteminde bir “üst meclis” olan Lordlar Kamarası’na sunulacak. Onaylanması halinde parlamento resmi olarak “1915 yılı olaylarını soykırım olarak” değerlendirmiş, yani tanıyarak Türkiye’yi mahkum etmiş olacak.

Böylece İngiltere 21. yüzyılda soykırım yalanına ortak olmuş bulunuyor.  “21. yüzyıl” dememizin bir nedeni bulunuyor, ileride görülecektir.

Gerçi parlamentoların bu şekilde kararlar almaları hukuken bir şey ifade etmiyor ve ayrıca alınan kararlar onların yetki alanlarının dışında kalıyor, bu bakımdan neden yapıldıkları soru işareti! Ancak siyasal bakımdan Türkiye’ye karşı olarak uygulanan siyasetlerin bir parçası olduğundan önem taşıyor.

Yani karar, siyasal nedenlerle alınıyor. Bu yüzden de Türkiye’nin devletiyle, basınıyla, medyasıyla, kuruluşlarıyla, üniversiteleriyle, partileriyle, gençliğiyle ve her şeyiyle hassasiyet ve tepki göstermesi gerekiyor.

İngiltere’nin soykırım yalanının üretilmesi, soykırım edebiyatı oluşması, soykırım iddialarının seyri ve bugünlere taşınması konularındaki rolü çok önemli.

Dolayısıyla, özne-konu İngiltere olduğu için, açıklanması gereken çok şey var.

TARİH: SOYKIRIM YALANI İNGİLTERE’DEN ÇIKIYOR

Orta Çağda Avrupa’da başlayan ve patlayan Türk düşmanlığında İngiltere’nin çok önemli bir payı ve katkısı olmamıştır. Bu, Türklerin yerleşim alanlarına en uzak “büyük” Avrupa ülkesi olmasıyla açıklanabilir. Hatta 17. yüzyılda Osmanlı devletiyle İngiltere dostluk ilişkisi bile kurmuş, Avrupa, Türkleri ortak düşman olarak belirlediğinde geride durmuştur.

Ancak dünya hakimiyeti yarışına girdiğinde İngiltere için Türklerin ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Ve 19. yüzyıl başında da İngiltere Osmanlı devletiyle etkin bir şekilde ilgilenmeyi önüne koydu, topraklarının kapladığı alanlar onun için çok önemliydi. 

Sömürgeciler arasında birinci durumda olan İngiltere ilk olarak kapsamlı bir planlamayla Osmanlı topraklarındaki Rumları ayaklandırarak, diğer büyük devletlerle birlikte ve kendi koruması altında Yunanistan devletinin kurulmasını sağladı.[3] 1844 yılında yaptığı gizli bir antlaşmada “zayıf bir Türk imparatorluğunun mümkün olduğu kadar uzun süre devamı” ve daha sonra “paylaşılması için diğer Avrupa devletleriyle işbirliği” için mutabakat kararı aldı.[4] Sürenin ne kadar olduğu belirlenmemişti ama Osmanlı topraklarının parçalanması ve paylaşılması 20. yüzyılda yapılacaktı.

Yüzyılın üçüncü çeyreğinde Ermenileri sorun yaratarak kullanma, Osmanlı’nın parçalanmasının ikinci bir büyük adımıydı. Ayrılıkçı-terörist Ermeni örgütleri kurulmaya ve faaliyete başladı. İsyanlar ve terör eylemleri birbirini izledi.

19. yüzyıl sonundan başlayarak on yıllarca toprakları kemirilen Osmanlı, “Büyük Savaş”la sona erdirilecek, gizli anlaşmalarla Osmanlı devleti, haritaları önceden çizilen bir küçük bölgeye sıkıştırılacaktı ve tam olarak paylaşılacaktı.

Bu arada bütün azınlıklara (azınlık olmayanlara da, örneğin, Kürtlere / Kürtler azınlık değildi!) olduğu gibi, en başta Ermenilere devlet vaat edilmiş, “siz de bu hay huy içinde devletinize kavuşun” denmişti. “Denizden denize Büyük Ermenistan” kurulacak, elbette bu devlet İngiltere’ye bağlı olacaktı.  Ancak İngiltere Ermenileri ilk ve en çok kışkırtan olarak Ermenilerde sürekli hayal kırıklıkları yaratacaktı.

Ermeniler “Büyük Savaş” başlamadan çok önce propagandaya, silahlanmaya, ayaklanmalara, saldırılara, teröre, kıyımlara başladıkları gibi, savaş sırasında da Türk ordusunun özellikle doğu cephesinde Ruslara karşı savaşamaması ve yenilmesi için her şeyi yaptılar.  Bunun cepheye zararını önlemek için tehcir kararı alındı ve uygulandı. Tehcir, devletin sınırları içinde geçici olarak yer değiştirmeydi. Hemen bunun üzerine İngiltere Ermenilere kıyım yapıldığı propagandasına başladı.

Van isyanı üzerine alınan tehcir kararı, önce komiteciler ile kıyım ve tedhiş eylemlerini yapanlar için söz konusuydu. Cephelerdeki birliklerin güvenliğinin tehdit altında olduğu yerler de öncelikliydi. Ayaklanmaların yaygınlaştırılması ve kıyımların yayılması üzerine sonradan genelleştirilecekti. Toplu yer değiştirme uygulamasına ise daha çok vardı.

Batı dünyası, sözcüleri, basını, kuruluşları, devletleri ve bütün imkanlarıyla, tehcir kararını kötülemek için ele aldı, işledi, yargıladı ve mahkum etti; kötüniyet ortadaydı!

Başta İngiltere olmak üzere Batılıların tehcir kararını, daha tehcir uygulanmaya bile başlamadan olumsuz bulup mahkum etmeleri, gerektiğinden fazla olduğu düşünülecek bir şekilde üzerinde durarak karşı çıkmaları, yalnız siyasal öneminden ve Osmanlı için daha sonra kullanılmak üzere ele alınan bir “yatırım” olarak düşünülmesinden değil, yalnız propaganda amaçlı olarak planlanmasından da değil, askeri olarak canalıcı bir özellikte görülmesindendi.

Ermenilere kıyım yapıldığı yolundaki iddiaların başını İngiltere çekiyordu.  Daha 1915 mayısında İngiliz gazetelerinde kıyım haberleri çıkmaya başladı. Henüz hiç bir uygulama yapılmamıştı. Daha sonra “Ermenilerin tehcir edilmelerine başlanmasıyla birlikte katliam iddiaları Avrupa’da, harp propagandası unsuru olarak kullanılmaya” başlandı. “İngiltere ve Fransa hükümetleri, bu cinayetlerden dolayı Osmanlı hükümeti üyelerini ve katliamlara katılmış ve katılacak olanları şahsen sorumlu tutacaklarını” ilan ettiler.  Bunların devamı gelecekti.

Aslında suçlama çok köklüydü. Ayrıca Ermenileri aşan bir genişlikteydi. İngiltere Türkleri, (1970 yılında adı verilecek olan) bir “Demografik Savaş”[5] yapmakla, “etnik temizlik” uygulayıcısı olmakla itham ediyordu. Gayrimüslimler habire öldürülüyordu!

İNGİLTERE KIYIM - KATLİAM YAZININI BAŞLATIYOR

20 Şubat 1917’de The Times gazetesinde Mark Sykes’ın[6] yazdığı bir makale yayımlandı.  Makale, Ermenilerin kasıtlı ve planlı kıyımı iddiaları konusunda bir ilkti ve arkasından gelecek bütün söylem ve yayınların modeli ve örneği olacaktı. Aslında Ermenileri sevmeyen, hatta onlarla ilgili olarak başka yerlerde düşmanca, kötüleyici ve aşağılayıcı ifadeler bile kullanmış olan yazara göre Türkler 700 bin Ermeni'yi kesmiş, katletmişti! Belirlenen politika gereğince Ermeniler mağdur olmalıydı! Gazeteden ayrı olarak 100 bin basılan (30 bini ABD’ye gönderilmişti) makale her yere dağıtıldı.  Sonra bu konudaki girişimler sistemleştirildi.

Yapılanlar artık bir kampanyaydı.

İlk adım olarak “Ermeni katliamı fabrikasyonu”na başlandı. “Bu amaçla ilk göreve getirilen kişi W.E. Allen (1901-1973) oldu.”[7]  Kendisine 1919 yılında yazdırılan Türkler adlı kitapta Allen, hem Türk düşmanlığı yapıyor, hem de Ermenilerle ilgili olarak tezler ileri sürüyordu.  İngiltere Dışişleri Bakanlığı, The Threatment of Armenians in the Ottoman Empire, 1915-1916 (Documents Presented to Viscount Grey of Falladon by Viscount Bryce) adında, sonradan en ünlü “Mavi Kitap” olarak anılacak, hüsrana uğramış öfkeli Ermenilerin söylediği ve yazdığı şeylerle, doğruluğu kontrol edilmemiş belgelere dayanan ve uydurma iddiaların yer aldığı bir kitap bile yayımladı.[8]  Propaganda amacıyla tasarlanmış kitapta “hiç isyan etmemiş ve Osmanlıya bağlı olan Ermeniler”, “asilime edilemedikleri için”, “Hıristiyan oldukları için” ezilmişler, kıyılmışlar, öldürülmüşler, yok edilmeye çalışılmışlardı!

Haziran 1915’te 2,5 milyon basılan Mavi Kitap, 1916’da 200, 1917’de 400 üzerinde yayınevi tarafından 17 dile de çevrilerek on milyonlarca olarak yeniden yayımlandı.  Başta ABD olmak üzere bütün dünyada dağıtıldı.

“Psikolojik savaşın temel eserleri” arasında seçkin bir yer alacak olan bu “Mavi Kitap”ın inandırıcılığının sağlanabilmesi için, Alman karşıtlığıyla ünlenmiş diplomat-tarihçi Lord Bryce’ın (1838-1922) adı kullanılmıştı (üstelik önsözde de imzası bulunuyordu).  Ama aslında kitap, o dönemde istihbarat subaylığı yapmakta olan genç Arnold Toynbee (1889-1975) tarafından kaleme alınmıştı.  Savaş başladığı zaman İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın haberalma örgütünde çalışmaya başlayan Toynbee, 1915’te yazdığı The Murder of a Nation ve The Murdereous Tyranny of the Turks adlı çalışmaları yüzünden uygun görülmüştü.

Toynbee sonradan yazdığı bir kitabında[9] Mavi Kitap’ın “propaganda amacıyla” yazıldığını belirtmiş, Anadolu’da yaşanan felaketlerde başta İngiltere olmak üzere Batı’nın oynadığı rolü sergilemiş, ilerideki sayfalarda Ermenilerin 1920 yılı boyunca yaptığı kıyımlardan söz etmişti.[10]

İNGİLTERE, “SUÇLU” TÜRKLERİ CEZALANDIRMAK İSTİYOR

İngiltere’de Ermeni sorununu kullanmak isteyen çevreler, Tehcirde sorumlu olanların ve suç işleyenlerin cezalandırılması için bir komisyon kurulmasını istiyordu.  Amaç aslında siyasaldı. 

MALTA YARGILAMALARI

Savaş bitip, İtilaf devletlerinin işgal ettiği İstanbul’da İngiltere, kurduğu baskı rejimiyle İttihat yönetimini cezalandırmaya yöneldi.

Osmanlı-İngiliz Cemiyeti, “iki Müslüman, iki Ermeni, iki İngiliz ve iki Amerikalıdan oluşmak üzere sekiz kişilik bir komisyon oluşturulmasını ve bu komisyonun bir mahkeme gibi faaliyetlerde bulunmasıyla amacının gerçekleştirilebileceğini” açıklamıştı.  Böylece hem intikam duygularını karşılamaya, hem de emperyalistlere yaranmaya çalışıyorlardı.

Yargılanıp cezalandırılanlar, mahkum edilenler, İngilizler açısından bir başka sorunu da doğuruyordu.  Yargılamaların düzmece olduğu ortadaydı, “maskaralığa dünüşmüş”tü, Osmanlı devletinin itibarını zedelemişti ve zedeliyordu ama, önemli olan, İngiltere’nin de itibarı zedelenecekti!  Yargılamaların “sonuçları hiç bir şekilde dikkate alınamaz”dı.

Ama İngilizler sonuç almaya çalışmaktan vazgeçmediler. Doğru olmadığını bildiklerini ihbarları bile işleme koydular. İstediklerini tutuklattılar. Tutuklananları teslim aldılar. Sıra üst düzey devlet adamlarının da idam edilmesine gelmişti. Fakat halktan gelen tepkinin Damat Ferit Paşa hükümetini ürkütmesi üzerine İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, tutuklananların idamlarının kolay kolay mümkün olamayacağını anlamış görünüyor ve “suçluların Türkiye dışına götürülmesinin hem sadrazam, hem de kendileri açısından faydalı” olacağını belirtiyorlardı. En uygun yer olarak Malta akla geldi. İngiltere’nin elindeki Malta Adasına kendilerinin götürdüğü (Mayıs 1919) “Ermeni olayları sanığı” ve “savaş suçlusu” 145 Osmanlı yöneticisi, subayı, ileri geleni ve aydını, kendileri tarafından yargılanmak ve mahkum edilmek istendi.  Böylece, Osmanlı mahkemelerinin zedelediği itibarlarını da kurtaracaklardı. Yargılamayı uluslararası düzeye çıkarmak istemelerine rağmen bu duruma da çıkaramadılar. Destek olmasını bekledikleri diğer ülkeler (başta Fransa) kendilerini çekti.  Yalnız kaldılar. 

Yargılama, Sevr “Barış” Antlaşması’nın “Ermeni katliamı” konusundaki iddiaların yer aldığı 230. ve 231. Maddelerine dayanmaktaydı. 

ABD resmi belgelerinden ve yazışmalarından, sonradan ortaya çıkarılacak Alman arşivlerinden, mutlaka “suçlama” ortaya koyacak kanıtlar çıkacak olmalıydı.   Umut oradaydı.  Ancak ciddi hiç bir şey gelmiyor, hiç bir şey bulunamıyordu. Ayrıca sonuçta gene hiç bir hukuki kanıt yoktu. Türklerin masumiyeti ortadaydı. Düzmece suçlarla yargılandıkları iddialarına yol açabileceği ve bu yüzden ileride İngiltere’nin adalet geleneğine zarar verebileceği, İngiliz hukukuna leke sürebileceği düşünüldüğünden yargılama sürdürülmedi.  İngiliz savcılığı, 21 Temmuz 1921 tarihinde, delilsiz, kanıtsız, hukuk dışı yollarla yargılama yapılamayacağına karar verdiğinden tutukluları serbest bırakmak zorunda kaldı.  İttihat ve Terakki yöneticileri Ermenilere kötü davrandıkları ve onlara kıyım yaptıkları yolundaki yersiz ithamlardan kurtuldular, bu konulardaki iddialardan aklanmış oldular.

Dava düştü.  İngiliz Kraliyet Başsavcısı, “İstanbul türü yargılama” yapılmasının doğru olmadığını, yargılama için “gerçek kanıt ve tanık” gerektiğini söylemişti. Tarihe “Malta Sürgünleri” (bir başka adlandırmayla “Malta Yârânları”) olarak geçen sanıklar topluluğunda devlet görevlileri ve askerler yanında, aydınlar, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, din görevlileri vb. de vardı.  Hepsi serbest bırakıldı, ayrımsız. Dava konusu olacak bir suçları olmadığı ortaya çıkmıştı.[11]

İNGİLTERE KONUYU LOZAN’A DA TAŞIMAYA KALKTI

Lozan sürecinde son bir çaba daha sarfedildi.  Toplantılarda Türkiye’nin esas muhatabı olan İngiltere, belki tutar, belki de pazarlık konusu olur diye kendi şartlarından biri olarak Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasını tekrar masaya sürdü (12 Aralık 1920).  Lord Curzon’un ifadesiyle, “Ermeniler için Türk Asya’sında bir toplanma yeri olmalı”ydı!  Bu, onlara Türklerin vatanında bir yurt vermeye çalışma anlamına geliyordu.  Kararlı bir tutumla Türkiye, bunu,  “Ermeni yurdu” konusunu, tartışmayı bile tartışmadı, yalnızca görüş açıklandı.[12]

Çünkü Türkiye delegeleri Ankara’dan Lozan’a gitmek için yola çıkarken tartışma konusu olarak kabul edilmeyecek maddelerin listesini almıştı, bu listede Ermenilere Misakı Milli sınırları içinde toprak verilmesinin söz konusu olamayacağı maddesi en önemlilerinden biriydi.

Israr boşuna olacaktı, edilmedi. İngiltere bu gündem maddesi üzerinde de yenilmişti. Ve o süreçte, o günlerde Ermeni sorunu bitmişti!

Peki 19. yüzyılda ve hemen sonrasında etkin bir şekilde Osmanlı devletine karşı İngiltere’nin düşmanlıklarında savunucuların ve uygulayıcıların rolü ne ölçüdeydi?  Önemliydi, onlar olmasaydı, politikalar da bu kadar ölçüsüz ve kötü söylemli, saldırılar böyle şiddetli olmazdı.

Örneğin, 1865 yılında yayınlanan Türklerin Yok Edilmesi ve Türkiye’de Hıristiyanların Çoğalması Öngörüleri başlıklı bir kitap[13] Türk düşmanlığı siyasetlerini meşrulaştırıyordu.

İngiltere’nin yönetim çevrelerinde Türk düşmanlığı en etkin dönemlerinden biri durumundaydı.  Osmanlı devletine gönderilen elçiler ve “diğer görevliler” genellikle Türk karşıtları oluyordu![14]  Zaten sonraki on yıllarda İngiltere’nin Türk düşmanı başbakanı (başbakanları) da olacaktı.  1868-1874 yılları arasında dört kez başbakanlığa getirilen Gladstone (William Ewart Gladstone; 1809-1898), yazdığı bir makalede “Türklerin dünyadan yok edilmesi gereken bir halk” olduğunu açıkça yazmıştı, başka bir yerde Türklerin insan bile sayılmaması gerektiğini ileri sürüyordu.  20. yüzyılda da, 1916-1922 yıllarında başbakan olan George (Lloyd George; 1863-1945), “’bir sürü’ olarak tanımladığı ve ‘bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların içine işlemiş bir yara’ diyerek Türkleri Avrupa uygarlığının dışına atmayı amaç edindiğini açıklamaktan kaçınmamıştır”.[15] Harbiye Bakanı Lord Kitchener ise, “savaşın henüz başladığı 1914 yılında dile getirdiği ‘Türkiye’yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz’ kararlılığıyla” görüş belirtiyordu.[16]

İlginç ve önemli olan başka bir şey, Malta Yargılamaları ve Lozan Antlaşması hazırlanması sürecinde İngiltere’nin son derece dikkate değer sonuçlara varmış olmasıdır.  İngiltere, (1) Ermeni “sorunu”nu yaratarak Türkiye’den parça koparma konusundaki politikasının yeni kurulan devrimci Türkiye devleti karşısında bir işe yaramadığını görmüştür, (2) Ermenilere kıyım yapıldığı konusunda Türkleri suçlamak için bir yasal yol ve bir meşru imkan bulunmamaktadır, (3) Ermeniler konusundaki yalanlara dayalı emperyalist politikalar devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kullanılamaz ve kullanılamayacaktır; bunlar anlaşılmış ve belirlemiştir. 

İlki ve ikincisi, zaten o günlerde ortaya çıkmıştı. Üçüncüsü, 1920’li yıllardan 50’li, 60’lı yıllara kadar İngiltere’nin Ermeni “sorunu” diye ifade edilebilecek hiç bir girişim ve söylemi olmamasının gösterdiği üzere gerçekten kullanılamamıştır. Bu bağlamda Ermeni “sorunu”nun tekrar ortaya çıktığı yılların, savaş sonlarının yılları, Amerikalı, NATO’lu, Gladyo’lu yıllar olduğunu farketmemiz gerekir. Ermeni “sorunu”nu yaratmak için Atatürk’süz Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının gölgelendiği dönemleri beklemek gerekmiştir.

İNGİLTERE YENİ YÜZYILDA TUTUM DEĞİŞTİRDİ

İngiltere’nin soykırım yalanı konusunda, Almanya, Fransa ve ABD gibi en önemli Batılı ülkelerden 2000’li yıllarda farklı bir tutum gösterdiği, Türkiye’nin soykırımcı olarak suçlanması kampanyasına o dönemlerde katılmadığı gözlendi.  Örneğin, 2001 yılı başında iki ayrı milletvekili tarafından hem Lordlar Kamarası’na ve hem de Avam Kamarası’na verilen soru önergesinde “tehcir”in ne olduğu sorulmuş, şöyle yanıtlanmıştır: “Bir soykırım söz konusu değildir, karşılıklı kıyım olmuştur ve bu konu kapanmıştır.”[17] İngiliz hükümeti ayrıca “1915 olaylarının soykırım sayılması için gereken unsurların oluşmamış olduğu”nu birçok kez açıklamıştır.[18]

Ayrıca İngiltere yönetimi aynı yıl, Ermenistan’daki büyükelçisi Timothy Jones’un bir demecine açıklık getirmek ihtiyacı duymuş, Ankara’daki İngiliz büyükelçiliğinin 30 Temmuz 2001 tarihli resmi basın bülteninde 1915-16 Ermeni olayları ile ilgili olarak “kanıtların, olayların soykırım olduğunu gösterdiğine inanmıyoruz” denilmişti.[19]  Bunları başka benzer açıklamalar izledi.

Bu açıklamalara göre, BM’nin 1948 “Soykırım Sözleşmesi”nin anlamına dikkat edilmeli, sözleşmenin geriye dönük işleyemeyeceği de gözden kaçırılmamalıydı.

2010 yılında İngiltere parlamentosunda gene aynı şekilde görüşler belirtildi.

Bütün bunların değerlendirilmesinde İngiltere’nin bir devlet ciddiyeti taşımak istediğini görüyoruz (Malta duruşmaları döneminde olduğu gibi). Avrupalı Batılı ülkeler içinde bugünkü bu ayrıksı tutum, ABD hegemonyasının artık karşı durulmaz ve karşı çıkılmaz olmadığını gösteriyor olmalıydı.

Bugünlere kadar Ermeni “sorunu” konusunda bu izlenimler ve yansımaları devam etti.  Ancak...

İNGİLTERE PEKİ BUGÜN NE YAPIYOR?

1920 yılında Malta sürecinde Türklerin suçlu olmadıkları hukuken İngiltere tarafından teslim edilmişti. 2000’li yılların başında Türklerin 1915 tehciri dolayısıyla soykırımcı olarak suçlanmasının mümkün olmadığı gene İngiltere tarafından açıklanmıştı.  İngiltere’nin bugünkü Avam Kamarası kararı yeni bir dönüş anlamına geliyor. Hem 20. yüzyılın başındaki kendi emperyalist ve öncü politikalarına, hem de ABD, Almanya, Fransa gibi Avrupa’nın önemli ülkelerinin soykırım yalanına sarılma tutumlarına katılmıştır. Anlaşılan İngiltere, düşünmüş taşınmış, Batı’nın ortak Türkiye düşmanlığının dışında kalmaması gerektiğini belirlemiş, ABD’nin bugünkü Türkiye’ye yüklenme politikalarının yanında yer almanın doğru olduğunu saptamıştır. Bilindiği gibi, Nisan ayında ABD Başkanı Biden Türkiye’yi suçlayıcı “beklenen” mahut açıklamasını yapmıştı.

Emperyalistlerin aynı yerde toplanmalarında anlaşılmayacak bir şey yok, ancak İngiltere’nin gene ABD’nin, bu konuda da özel olarak ABD’nin eteğine yapışması, onun kaçınılmaz kötü kaderine ortak olmak istediğinden başka ne gösteriyordur acaba? 

Kan çekiyor olmalı!  Malum, ikisi de WASP[20] kardeşlerdir.


NOTLAR

[1] 10 Nisan  19 Mayıs 1922 tarihleri arasında 34 milletin katılımıyla Cenova’da yapılmış bir uluslararası toplantı olan Cenova Konferansı, Büyük Savaş sonrası ekonomik sorunların çözümünü aramak ve Sovyetler Birliği ile kapitalist ülkelerin ilişkilerini geliştirmek amacındaydı.

[2] Ravesteyn (Hollanda), “Doğu Sorunu Üzerine Tartışma / Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresi”, 5 Kasım - 5 Aralık 1922, Komintern Belgelerinde Türkiye - 1 / Kurtuluş Savaşı ve Lozan, Kaynak Yayınları, İstanbul 1993, s. 85, 82 ve 106.

[3] Bu konuda geniş bilgi için “İmparatorluklardan Sonra Yunanistan’da Bağımsız Bir Devlet Olmadı - 1 / Avrupa’nın Yarattığı Yunanistan” başlıklı yazımıza bakınız; Teori, sayı 382, Kasım 2021, s. 45-57.

[4] Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları / İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 97.

[5] Bu terim, Mark Pinson’un yayımlanmamış doktora tezi olan “Demografic Warfare” (Harvard 1970) adlı çalışmasında kullanılmıştı (Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985, s. 145, not 50).

[6] Sir Mark Sykes (1879-1919), İngiltere’nin önemli bir diplomatıydı.  1916 yılında Rusya’nın onayıyla İngiltere ve Fransa’nın ortak hazırladığı Osmanlı topraklarının paylaşılmasını öngören gizli Sykes-Picot Anlaşmasının mimarıydı.  Anlaşmayı Sovyetler Devrim sonrasında açıkladı, hem bu yüzden ve hem de Türk Kurtuluş Savaşının başarısı yüzünden Sykes-Picot Antlaşması geçersiz olacak, rafa kaldırılacaktı.

Anadolu’da yıllarca dolaşan Sykes gezi notlarını, çalışmalarını ve değerlendirmelerini Through Five Turkish Provinces (“Beş Türk Vilayetinden”, London 1900) ve The Caliph’s Last Heritage / A Short History of Turkish Empire  (“Halifenin Son Mirası / Türk İmparatorluğu’nun Kısa Tarihi”, London 1915) adlarıyla yayımlamıştı.  The Clean Fighting Turk / Dar-Ul-Islam (1904) adlı bir kitabı daha vardır.

[7] İrlandalı tarihçi ve yurtsever Dr. Pat Walsh 2010 yılında İrlanda’nın Türkiye’ye Karşı Büyük Savaşı: 1914-1924 adlı bir kitap çıkardı (Athol Yayınevi).  İrlanda Ulusal Hareketi’nin Atatürk’e sahip çıkması, İrlanda ve Türk kurtuluş mücadelelerinin benzerlikleri bakımlarından anlamlı olan kitapta Ermeni sorunu ve soykırım iddiaları da yer alıyor.  İrlanda Cumhuriyeti’nin “Atatürk’ün açtığı yoldan kurulduğu”nu (s. 22) yazan Walsh, İngiltere’nin savaş politikalarını sergiliyor.  Akt. Kağan Güner, Aydınlık, 28 Mart 2010.

Pat Walsh, 2010 yılında İrlanda Cumhurbaşkanının Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle hazırladığı Gelibolu kitabının da yazarı.

[8] “The Threatment of Armenians in the Ottoman Empire, 1915-1916”, Documents Presented to Viscount Grey of Falladon by Viscount Bryce, Causton and Sons, London 1916.

“Mavi Kitap” terimi, İngiliz hükümet geleneğinde siyaset yönlendirmek ve propaganda yapılmak amacıyla yazılmış kitaplar için kullanılmaktadır.

Bilâl N. Şimşir, Osmanlı Ermenileri adlı kitabında “Türkiye Dizisi”ni oluşturan Mavi Kitap’ların 1861’den 1880’e kadar olanlarının (13 kitap) listesini vermiştir (2011, s. 494).

[9] Türkçesi için bkz. Arnold Toynbee, Türkiye / Bir Devletin Yeniden Doğuşu, I., II., III., Cumhuriyet, İstanbul 2000.

[10] Bütün bu propaganda yayınları süreci konusunda geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, “Jön Türkler, Ermeniler ve Batı (2)”, Teori, sayı 281, Haziran 2013, s. 54-72.

[11] Bu konuda sağlıklı ve geniş bilgi için bkz. Uluç Gürkan, Malta Yargılanması / Özgün İngiliz Belgeleriyle, Kaynak Yayınları, İstanbul 2914.  Özellikle 65. sayfadan 96. sayfaya kadar Malta yargılanmasının yasal prosedürü ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.  Ayrıca bir başka önemli bir araştırma daha vardır; Bilâl Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınevi, Ankara 2009.

[12] Lozan Barış Konferansı / Tutanaklar Belgeler, Cilt I, Kitap I, çeviren Seha L. Meray, YKY, İstanbul 2001.

[13] Hyde Clarke, On the Supposed Extintion of the Turksant Increase of the Christians in Turkey, Journal of the Statistical Society of London, c. 28, s. 261-293; akt. Gürkan, s. 160.

[14] Örneğin, İstanbul’da Büyükelçi Lord Stratford Canning, “kuzeni olan Dışişleri Bakanı George Canning’e yazdığı özel bir mektupta, gizli dileğinin ‘Türklerin pılı pırtılarını toplayıp Avrupa’dan sürülmeleri’ olduğunu yazmıştı (Stanley Lane-Poole, The Life of the Right Honourable Stratfod Canning Viscount Stratford de Redcliff, Longmans-Green & Company, London 1888, s. 345-46; akt. V. Necla Geyikdağı, Doğu Sorunu ve Osmanlı-İngiliz İlişkileri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2020, s. 61

Lord Canning ilk kez 1825 yılında İstanbul’a elçi olarak geldi, (aralarda kısa kısa başka görevler yaptıysa da) 1857 yılına kadar en uzun süre Türkiye’de kalan elçi o oldu.  Biraz sonra sözü edilecek olan Navarin Deniz Savaşının haberi İstanbul’a gelince de ülkesine kaçmıştı.  Osmanlı dış politikasında en çok sözü edilen diplomatlardan biriydi. İngiliz-Osmanlı ilişkilerinin mimarı Canning, Tanzimat döneminin en güçlü yabancı devlet adamıdır.

[15] David Walter, The Chanak Affair, Macmillan, New York 1969; akt. Gürkan, s. 160-61.

[16] Gürkan, s. 161.

[17] Nurşen Mazıcı, “Ermeni Sorunu ve Gerçekler”, Teori, sayı 183, Nisan 2005, s. 34.

[18] Geniş bilgi için bkz. D. Perinçek, AİHM’e başvuru, Perinçek-İsviçre Davası / “Ermeni Soykırımı” Yalanı AİHM’de, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s. 117 vd.

[19] Gündüz Aktan, Açık Kriptolar / Ermeni Soykırım İddiaları, Avrupa’da Irkçılık ve Türkiye’nin AB Üyeliği, Aşina Kitaplar, Ankara 2006, s. 27-29.

[20] WASP, “white”, “Anglo-Sakson”, “Protestan” terimlerinden kısaltmadır.

Alp Hamuroğlu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)