Geçen makalemde başlamış olduğum düşünceler silsilesine dönmezden evvel, bir başka sual sormak isterim. — Acaba hakikaten istediğimiz gibi bir romanımız olsa, bunun farkına vanr mıydık? Bu suale taşıdığı ağır hükümden korkmadan, "hayır..." cevabını verebilirim. Bizim entelektüellerimizin, sanatkârlarımızın bir vasfı da yerli okumamaları, hattâ kendi edebiyatımızın bahsine bile yanaşmamalarıdır.

Türkiye'de aşağı yukarı altmış senelik mazisi olan bir roman vardır ve en durgun senelerinde, hiç olmazsa yirmi roman çıkar, bugün yaşayanlar arasında halk tarafından tanınmış, eserleri okunan altı yedi romancımız var. Öyle olduğu hâlde henüz Türk romanını Avrupalı bir gözle tedkik eden, mevcut temayülleri anlatan, zayıf ve hareketli noktaları gösteren, memleketteki sanata ve hariçteki edebiyata karşı olan alâkalarını tesbit eden bir tek tenkit tecrübemiz yoktur.

Bir tek yazarımız zahmetine katlanıp Türk romanını belli başlı mümessillerinde okuyup onu anlamağa çalışmamıştır.

Bundan vazgeçtik, günün eserleri üzerinde olsa ciddî bir münakaşanın açıldığını göremeyiz. Bizzat roman yazanlar da eserlerinin hâricinde, sanatlarına ve arkadaşlarına dair yazı yazmazlar yahut sayılacak kadar az.

Ben çok defa âlemimizin bu hâli karşısında "acaba bizde roman, okuyucu ile yazıcı arasında çok hususî kalması lâzım gelen bir nevi ailevî bir iş midir" diye düşündüm.

Son senelerde kendi edebiyatımızla alâkamızın şekli o dereceye gelmiştir ki, bir muharririmizden biraz daha genişçe bir şekilde bahsedebilmemiz için zavallının ölmüş olması lâzım gelir.

Tenkidin mersiye ile beraber yürüdüğü yegâne sanat hayatı bizimkidir. Bununla beraber bu hiç kimsenin bahsetmediği roman okunur, evvelâ iyi kötü gazete sahifelerinde okunur, sonra da basılır, en azı iki bin ile üç bin arası bir satış yapılır ve her nüsha elden ele dolaşır.

Fazla uzatmayalım, bu kadar az alâka gösterdiğimiz bir sanatın bizi ifadede mucizeler göstermesini nasıl isteriz? İşte Yahya Kemal'e mektepten memlekete davasında hak kazandıran noktalardan biri budur; kendi kendimizle biraz alâkadar olmak meselesi... Bu sadece bize kendimiz hakkında hüküm vermek selâhiyetini getirmeyecektir, meselelerimizi meydana çıkaracak yani onları karşılayacak müstakbel eserleri hazırlamış olacaktır.

Bu acemi sualimle anlatmak istediğim şey şudur: Bir memlekette bir sanat nevinin tek başına inkişafını yapabilmesi imkânı yoktur. Ona müsait vasatı verecek bütün bir edebiyat hayatının bulunması lâzımdır.

Türk romanı münferit eserler şeklinde kaldıkça ilerlemesi güç bir şeydir. Bizde belki bir romanı yazmak için her şey vardır. Fakat romancıyı beslemek için bütün bir memleket hayatını birden kavrayan o elektrikli edebiyat havası yoktur.

Sanat hayatımız evvelâ dağınık, sonra fakirdir. Fert meselesini burada mevzuubahs etmek istemem, o hilkatin anlaşılmaz bir sırrıdır; bütün sebepler ortaya dökülür, münakaşa edilir, hâlledilir. Fakat yine bir düğüm kalır ki, tek başına meçhulü devam ettirir: Yaratılış.

Cemiyet filân saatinde, filân büyük sanatkârı yetiştirmek için bütün imkânlarına mâliktir. Fakat bunu ancak o büyük sanatkâr yetiştiği zaman öğrenebiliriz. Bir romancı, bir insandır, fakat bütün bir kalabalığı, bütün bir müstakbel insanlığı kafasında taşıyan bir insandır. Bu bakımdan bakılacak olursa, mesele büsbütün değişir.

Bununla beraber yine biz biliyoruz ki, bir cemiyet içinde bir an'anenin devamı bazen böyle mucizeleri tabiî kılıyor. Zaman geçtikçe tekâmülün seyri şiddetleniyor. Bu itibarla kabul etmek lâzımdır ki, henüz Türk cemaati roman denen vadide kendisini ifadeye yeni başlamıştır. Şurasını da unutmayalım ki, yaratılış bir sırdır. Fakat insanı yetiştirmek sadece bir bilgi ve program işidir. Bu elimizdedir. Benim görebildiğim ikinci mesele, sınıf meselesidir. Bizde sınıfların vazıh ve kat'î şekilde mevcut olmaması, münevveri ayrı bir sınıf hâline getirmektedir ki, bu cemiyetle olan alâkasını mübhem bir şekle sokuyor. Türk romancısı muayyen bir hayatın adamı olamıyor, sadece fikirlerle yaşıyor. Ve bu bizde pek fazla olmadığı için umumî hayata istikamet veren fikirlerin içinde kalıyor.

Meşrutiyet'ten beri edebiyat, umumî hayatın peşindedir; halbuki başka memleketlerde umumî hayat, edebiyatı güçlükle takip eder. İdealin ufku evvelâ edebiyatta gülümser, biz çok defa meş'alenin geçtiğimiz yolu aydınlatmasını istiyoruz. Bu hâl Türk romanını bazı numunelerinde zaman zaman bir nevi sun'iliğe atmıştır.

Her şeyden evvel şunu unuturuz: Bir romanda anlatılabilecek şeyin âzamisi ferttir, muayyen bir cemiyetin muayyen bir zümresinin muayyen bir tarihi onda yaşamış plan ferdi ve bu fert de bizzat romancının kendisidir. Roman yazmak isteyen genç bir arkadaşım bir gün (Anadolu'ya gidip, köylerde dolaşmayı, köylü ve halk psikolojisini tedkik etmeği) istediğini söyledi. Ne yapacaksınız? diye sordum : (Roman yazacağım ve bu memleketin halkını bu romanda konuşturacağım). Hatırıma Zola'nın Paris amele mahallelerinde üstü açık ve zarif bir araba ile dolaşması geldi. Fakat bu asil hüsnüniyet karşısında şüphesiz ki, bir şey denemezdi. Hattâ bu Anadolu çocuğuna, Anadolu'dan daha dün geldiğini bile söylemedim.

Dostum, Anadolu'da uzun uzadıya dolaştı. Köylüyü gördü, küçük kasabalı ile konuştu, notlar aldı, fotoğraflar çekti. Fakat eser yoktu, sordum, mübhem bir işaretle ve birkaç kelime ile bahsi etti.

Hakikat şu idi ki, dostum bir vehme kapılmıştı. Evvelâ onun anladığı gibi bir köylü romanı yapılamazdı,* belki yeni Rus muharrirlerinin denediği gibi, köyün bir nevi epopemsi romanı yapılabilirdi. Köylüden yahut küçük şehir halkından tipler meydana çıkarabilirdi, bilhassa Gorky'nin hikâyelerinde yaptığı gibi. Bunun için de Anadolu'yu gezmek kifayet etmezdi. Çünkü o hayatı sun'î bir sanat mukavelesi ile görmek başkadır, onu tabiî şekilde yaşamak yani başka türlü yaşamak mümkün olmadığı için o hayatı yaşamak başkadır. Sonra da hakikaten romancı doğan bir adam, bunu kendi odasında da yapabilirdi.

Dostum, Anadolu'da üç beş halk masalı dinledi ve bir nevi etnografya tedkiki yaptı ve nihayet mevsime, iklime, tesadüf ettiği ruh haletlerine ve kendi hâlet-i ruhiyesine göre bir yığın da kablî hüküm peyda edip döndü ve roman kaldı. Kendisine bütün kütleyi konuşturmak vazifesini veren bu dostum, bu seyahat yerine kendini derinleştirseydi, kendi mütenakıs hakikatlerini ortaya atsa idi, Türk romancılığı eminim ki, şâyân-ı dikkat bir eser kazanacaktı ve belki de yapmak istediğini bilmeden yapacaktı.

Fakat dostum bu yanlış adımda haklı idi. Bütün gençliğinde ona bunu tavsiye etmişlerdi**: "Halka karışın, köye, kasabaya gidin... Yainız orada.hakikat vardır..." Hiç kimse ona dememişti ki, "Sen tek başına bir realitesin, bu realiteyi bize anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkını veren ümitleri anlat, ayrıldığın yüzler, gördüğün manzaralar... hasret ve gurbetlerin bize yeter, çünkü biz biliyoruz, senin benliğinde bütün bir Türk iklimi, bütün bir Türk cemiyeti, hattâ bunların arasında bütün bir insanlık var, onları konuştur, yani kendini konuştur. Söyleyeceğin yalan bile bizim için bir kıymettir. Elverir ki, güzel yazasın. Madem ü roman yazacaksın, evvelâ, her şeyden evvel bir roman işçisi ol."

Hayır bunu ona hiç kimse dememişti. Memleketin entelektüel hayatının zayıf olmasından yukarıda bahsettim. Tek başına bir romancıyı hiç tasavvur edemedim. Bir romancı, bir şâir, bir tiyatro muharriri... Bütün bunların yetişebilmesi için memlekette evvelâ kendimizle, sonra bütün ile alâkadar bir edebiyatın bulunması lüzumu vardır. Halbuki bu, bizde yoktur.

Türkçe, henüz ferde ait tecessüsle başlayan tecrübe dediğimiz şeyi tanımıyor. Türk vatanı, yeni ufuklara doğru gidiyor, on iki seneden beri her gün muazzam bir hâdisenin sahnesi oluyor, bütün bir cemiyet kökünden değişiyor. İtikatlar, yaşayış şekilleri, iktisadî hayat... Hepsi değişiyor. Fakat bizim millî kütüphanemizde bütün bunların bir aksini bulmak mümkün değildir. Keza girmek istediğimiz Avrupa camiasının fikir hayatını Türkçede takip etmek isteyenin vay başına!

Doğrusunu söylemek lâzım gelirse fikir hayatımız gündelik gazetelerin elindedir. Bu biraz da yok demektir. Böyle bir edebiyat âleminde romancının ve sanatkârların işindeki ağırlığı tasavvur etmek kolaydır. Arada mutavassıt olmadığı için her şeyi kendisi yapmak mecburiyetindedir.

Üçüncü mesele daha maddîdir; romancılık meslek olmamıştır. Bir memlekette tam bir roman vücûda gelmesi için bu sanatın onunla uğraşanı geçindirmesi lâzımdır. Bizde roman gazeteciliğin bir şubesidir. Bir romancı, velev en meşhuru olsun, biraz para kazanabilmek için romanını tefrika ettirmek mecburiyetindedir. Bırakın ki, hayatını kazanmak için de ayrıca gazetecilik yapmağa mecburdur; yahut memur olacaktır. Halbuki bir gazetenin romancıya yapabileceği misafirperverlik birtakım şartlara tâbidir ve bu şartların hemen çoğu iyi düşünülürse, Ânatole France gibi bir adam, Fransa gibi bir memlekette kitap satışından şikâyet ederse, bizim feryadı göklere çıkarmamız lâzım gelir. Mesele üzerinde durulmağa değer.

Görülüyor ki, roman meselesi tek başına değildir. Evvelâ ferdin yetişmesinde, ikinci olarak memleketimizin umumî sanat anlayışında ve nihayet kitapçılık hayatımızda değişmesi lâzım gelen birtakım şeyler vardır. Fakat bu hususta tam ve selâhiyetli bir konuşma, mevcudu bilmekle kabildir. Ben burada da en faydalı şeklin bizzat romanlarımızın ve romancılarımızın üstünde konuşmak olduğuna inanıyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Kültür Haftası, nr. 3, 29 İkincikânun 1936, s. 45-46
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)