Bizde roman I / Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ta 1936'da yazdığı iki makale bugün de edebiyatımızın sorunlarıyla benzerlikler gösteriyor.
Bir Türk romanı niçin yoktur? Evvelâ bu sualin iyi anlaşılması lâzım. Şüphesiz ki, bir Türk romanı vardır ve hem de kendi cemiyetimiz içinde kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder; hatta bu okuyucu kalabalığıyla bu romanın yazıcıları arasında karşılıklı bir tesir bile vardır. Bununla beraber, garp dillerinden birini bilen, yabancı ülkelerde bu sanatın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okur - yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı bir romanı henüz yoktur. Bunun gibi müşterek vasıfları cemiyet ve hayatımızla Türk insanı ve onun meseleleriyle olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine en uzak numunelerinde bile bir bütünlük gösteren bir Türk romanı yoktur. Münferit eserlerin hepimizi zaman zaman tatmin etmiş güzelliklerini bir kenara bırakarak umumi bir bakışla, bizde bu sanatı görmeye çalışanlar, bu yokluğu pek kolay reddedemezler. 1- Türk romancısı cemiyetimizle, hayatımızla alâkadar değildir. 2- Garptan okuduklarının tesiri altındadır. 3- Samimi değildir. Şimdi hülâsa edelim: 1- Türk romancısı zannedildiği gibi bize, kendi memleketimize karşı alâkasız değildir; yalnız bu alâka bizi peşinden sürüklemiyor; sârî değildir. 2- Türk romancısına izafe edilen garp tesiri altında kalmak keyfiyeti, başka şartlar altında temenni edilmesi lâzım gelen bir şeydir ve zaten pek kuvvetle de mevcut değildir. O halde ortada sadece bir muvaffakiyetsizlik vardır ki, bunun sebeplerini başka noktalarda aramak lâzım gelir. Ahmet Hamdi Tanpınar
Hepimizin az çok itiraf ettiği bu zaafın sebepleri nedir ve niçin bütün bir bolluğa rağmen bu kısırlık mevcuttur?
Bu suali ilk defa ben sormuyorum. Bu, memlekette öteden beri mevcut olan ve münakaşa edilen bir sualdir. Vâkıâ başlı başına ortaya konulduğu pek az ise de, kâh bugünkü Türk yazı âlemine atılan umumi bakışlarda ve kâh fikir hayatımızla cemiyetimiz arasındaki münasebetlere dair açılan münakaşalarda hemen daima bu suale gizli ve âşikâr rastgelinir. Ayrıca da bütün okur - yazar topluluklarının belli başlı konuşma mevzularından biri olmaktadır ve daima iki ayrı şekilde cevap alırız. Bunlardan birisi o artık hepimizin ezberlediği "yazıcılarımızın, cemiyetimizle, hayatımızla alakadar olmaması, Türk milletini, hayatını bilmemesi, okudukları garplı muharrirlerin tesiri altında kalmaları, eserlerinde samimi olmamaları" cevabıdır. Bu acı itap, idealistlerimizin ağzından çıkar çıkmaz herkes susar, yüzler kızarır, başlar eğilir.
İkinci cevap deterministlerindir. Onlar derler ki, "istediğimiz gibi Türk romanı yoksa, bundan kabahatli hayattır. Hayatımız mütekâsif değildir, bir intikal devresindeyiz, bu vaziyette kuvvetli bir romancımızın çıkması mümkün değildir."
Her ikisinde de büyük bir hakikat payı olan bu cevapların üzerinde teker teker durmak, bu meseleyi konuşmak için en iyi çare olsa gerek. Fakat daha evvel şurasını kaydetmek isterim ki, bütün bu tenkidi yapanlar ve bu hükümleri verenlerin hiçbiri, teferruata girmek zahmetini ihtiyar etmezler.
Mesela bu yokluğundan şikayet ettiğimiz alaka ne cins bir alakadır, bu bahsedilen taklit nereye kadar varmıştır, kastedilen samimiyetin manası nedir? Diğer taraftan, hayatımızın bizi iyi eser vermekten meneden darlıkları nelerdir? Bu kansızlık nereden geliyor? Bütün bu teferruat ortada cevapsız kalır. Nihayet, ikinci bir mesele olarak şu vardır: Örnek meselesi. Bu tenkitler yapılırken daima ortaya Rus romanı konmaktadır. Bütün mükemmelliğine rağmen, bu roman dünyada yegâne değildir. Ve niçin bir sanattan bu kadar çok şey birden istenmektedir? Bunu iyice anlatabilmem için daha evvel, tenkitlerin objektif kıymetleri üstünde durmamız lâzım gelecektir. Bunun için de ilk cevabı taşıdığı hükümlere göre ayıralım:
Evvela birinci hükmü alalım: Bir romancının cemiyetle, o cemiyetin insanıyla, hayatıyla alâkasını nereden anlarız? Herhangi bir Türk romanını açıyorum. İçindeki isimlere bakıyorum: Türk. Yaşayışına bakıyorum: Bu memlekette mevcut bir yaşayış. Manzaraya bakıyorum: Anadolu veya İstanbul manzaraları. Yazıcı, elinden geldiği kadar etrafını vermeye çalışmış. Mevzu: Kendi hayatımızdan seçilmiş. Üstelik halledilmeye çalışılan meseleler var, onlar da cemiyetimizin meseleleri -vakıâ bu meseleler bahsinde ayrıca durmak lazım gelecek-. Hülâsa, yaşayışındaki tezatlarla dahi olsa bu memleketin insanı, bu memleketin peyzajında, bu memleket halkının diliyle kendi hazin veya mesut macerasını yaşıyor. Şimdi bu romanın cemiyetimizle alakasız olduğunu nası iddia edebiliriz? Daha ileriye giderek söyleyelim, gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan meselelerin hemen hepsi Türk romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni tecrübe edilen köylü romanı bile yapmaya kalkmıştır. Kadın-erkek meselesi, cehalet meselesi, yenilik meselesi, münevverin sermaye meselesi... daha realistlerin elinde köylünün hayatı, cehalet, tembellik. Bütün bunlar bizim romanlarda var. O hâlde Türk romanı günü gününe yaşayışımızla alâkadar. Fakat bütün bunlara rağmen bu romanı çok defa sun'i bulmamak, okurken cansızlığına isyan etmemek, hatta realite ile arasında bir münasebet tesis edebilmek de pek az mümkün. Bu da ayrı mesele.
İkinci hükme geçiyorum: "Türk romancıları garptan okuduklarının tesiri altındadır." Buna karşı "Elbette, romanı onlardan öğrendik." diyebilir ve ayrı bir mülahaza silsilesi açabilirdik. Fakat maksadımız basit bir polemik olmadığı için daha geniş düşünebilir ve şöyle bir münakaşa yapabiliriz: Dünyanın hangi sanat hareketi, başka bir sanatın, başka bir dil ve âlemin tesiriyle başlamamıştır? Basit ansiklopedi bilgilerini burada tekrara lüzum yoktur. Hemen her milletin edebiyatında, her devirde hariçten gelen bir aşının tesiri altında yeni bir hamlenin tesiri görülür. Bizde ismi çok geçtiği için Dostoyevski'yi ele alalım: Şüphesiz ki, ihtilalden evvelki Rus cemaatini, Rus insanını bu romancı kadar anlatan muharrir pek azdır. Bu cümleyi okuyucum mazur görsün, ben Dostoyevski'den böyle bahsetmek istemezdim, fakat burada onun hakikatlerinden bir tanesi lazım. Üstelik, garp düşünüşünün istilasına rağmen, Rus kalma cereyanının en belli başlı mümessili idi. Halbuki bu muharririn eserlerinin asıl büyük temi, üzerinde o hepimizi kavrayan kahramanlarının mulajını yaptığı büyük model hariçten geliyordu.
Cürüm ve Ceza'da, Les Possedes' deki, Karamazoflar'daki kahramanların eşlerini, kendisinden evvel yetişmiş Fransız romancılarında, Balzac ve Stendhal' de bulabiliriz.
Napeleon'dan sonra Avrupa'da, kendisinde insanlığın üstüne çıkmak hakkını bulan bir tip moda olmuştu. Bu örnek, bütün Avrupa'yı dolaştı. Ve her yerde, 19. asrın sonuna kadar fikir ve sanat âleminin biricik meselesi oldu ve bütün edebiyatçıları besledi ve bütün bu adamlar birbirlerini okuyorlar, tekrarlıyorlar, tamamlıyorlardı. Demek ki, değil alelade entrika, küçük mevzu, bir kitabın özünü yapan bir mesele pekala alınabiliyor. Teknik ve hayata bakış cihetine geçince Rus romanının Fransız romanıyla olan münasebetlerinde ne geniş meseleler çıkar. Ve nihayet biz, Fransız diline akseden şekillerinden bu kadarını kavrayabiliyoruz.
Tolstoy, uzun zaman Fransız muharririnden her sabah tercüme yaparmış; sırf onun sanatını kavrayabilsin diye. O halde bizim romancıları, garplıları okumak ve onların tesiri altında kalmakla niye itham ediyoruz? Tesir etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar? İnsan kendisine ilâve etmek için okur, unutayım diye değil.
Burada bir itiraz kendiliğinden yapılabilir ve ben de onu bekliyorum. Birisi bana diyebilir ki, iyi ama, tesir altında kalmakla saman kağıdı ile kopya arasında büyük bir fark vardır. Ben de şöyle cevap veririm: Hayır, bunu o kadar büyültmeyelim, bu fark şüphesiz vardır, fakat bu yapış farkıdır, yani muvaffak olmak veyahut olmamaktan ibaret bir farktır. Bu paradoksu izah edeyim :
Mesela Dostoyevski gibi, Balzac veya Stendhal'i okumuş fakat onun dehâsına mâlik olmayan bir muharririn aynı temleri kullanmasını tasavvur ediniz. Onun yazacağını veya yazdığını tasavvur ettiğimiz eserler karşısında elbette ki büyük romancının eseri için duyduğumuz hayranlığı duymayız ve ondan Dostoyevski'den bahseder gibi bahsetmeyiz.
Halbuki tem aynı tem, şema aynı şemadır. Arada mevcut fark küçük bir fert farkıdır; Dostoyevski'nin hüviyetidir, sarasıdır, muvazenesizliğidir, hastalıklarıdır ve hilkatin o erişilmez sırrı, dehâsıdır. Mesele, tesir ve taklit meselesinden çok uzaktır. Biz bir Dostoyevski'yi tanıyoruz, uzaktan sadece, muvaffak olmuş hamleyi, en yüksek tepeyi görüyoruz; yarı yolda kalmış olanları hiç düşünmüyoruz.
Fakat burası bize lazım değil, asıl lazım olan fikre dönelim; maksadım saman kağıdı ile kopya edilmiş dediğimiz eserle büyük, orjinal eser arasındaki farkın çok defa basit bir muvaffakiyet meselesi olduğunu söylemektir. Binaenaleyh sanatkârlarımızın garplılarımızın tesiri altında kalması keyfiyeti onların muvaffakiyetsizliğinin sebebi değildir. Belki muvaffak olmamaları yüzündendir ki, garplı muharrirlerle olan münasebetleri bu kadar göze çarpıyor.
Burada bir nokta daha var: Hakikaten biz okuyor muyuz, şikâyet edilecek derecede garp sanatının tesiri altında mıyız? Ben buna kolay kolay inananamam. Bizde okuyan adam o kadar azdır ki, hatta tanılır bile. Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir: Okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği halde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek. Fakat biz bu okuma meselesi üzerinde de ayrıca duracağız.
Bir kere buraya varılınca münakaşa ettiğimiz hükmün üçüncü kısmı kendiliğinden düşer. Bence muvaffak olmamış bir eserin samimiyetsizliği iddia edilemez. Bence, hatalarını örtemeyen, bütün iplerini bize gösteren, sakatlıklarını ve zaaflarını veren bir eser, hatta samimiden bile içeri geçer de, bizzat samimiyet olur. Meğer ki, samimiyetten kastımız büyük muharrirlerin birinci vasfı olan o büyük sirayet kudreti olmasın.
Şimdi ikinci fikre, deterministlerin düşüncesine geçelim. Onlar diyorlar ki, "hayatımız dardır, kuvvetli değildir, biz bir intika devresindeyiz ; hakiki Türk romanı ancak memleketin kendisine mahsus bir hayatı yaşamasından sonra yazılabilir. "Bu iddia da şüphesiz ki, doğru taraflar var. Bununla beraber bizzat bu fikrin genişletilmesi ile dahi mükemmel bir roman mümkün olabileceği akla ilk gelen şeydir.
Hayatımız dardır; karışıktır. İyi ama, bu nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ızdırap çekiyor, ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi? Bir tek insanın ıztırap çektiği yerde insanlara söylenebilecek her şey vardır. Evet bunlar doğru... Fakat buna rağmen olmuyor, niçin? Bu hususta düşündüklerimi ikinci bir makalede söylemeye çalışacağım
Kültür haftası, nr. 2, 22 İkincikanûn 1936, s 25-26 (Edebiyat Üzerine Makaleler)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR