Son Dakika



Lise yıllarımda Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal'le edebiyatla tanışma şansını yakalamışken, üniversite çağımda, Gabriel Garcia Marquez'in "Nobel" almış yapıtlarının sıcağı sıcağına çevrilmesiyle edebiyatın özsuyunu içme olanağı bulmuş, edebiyatın eşsiz çekiciliğine iyice gömülerek yazar olmaya kesin karar vermiştim.

Öyle ki kantinlerde, kafelerde elden ele dolaştırdığımız kitaplarındaki kahramanların isimleriyle anılır olmuştuk. (Kimimiz "Santiago Nasar", kimimiz -bendeniz!- "Albay Buendia" olarak anılıyorduk; şimdilerde bile -üç beş kişi kalmış yakın arkadaşlarım- telefonda benimle "Buendia" olarak selamlaşırlar.)

Marquez, Rus ve Fransız klasiklerinden, Türk edebiyatından okuduğumuz öykü ve romanların ağır, betimleyici, "klasik" üslubunun dışında bir değişken dille kıpır kıpır, hareketli, rengarenk insanların kaynaştığı yapıtlar sunuyordu bize.

Ondan önce de Ondan sonra da Nobel almış yazarlar oldu. Kimse Marquez'in hak ettiği kadar bu ödülü hak etmemiştir. O, dünyada tüm edebiyatseverlerin "Başkanbaba"sı değil ama "Yazarbabası" olmayı başarmıştı.

KİMSE ONUN İÇİN 'KÖTÜ YAZARDIR!' DEMEDİ

Şimdi, haklı olarak, Gabriel Garcia Marquez'in ölümünün ardından yüzlerce yazı yazıldı. Bu övgü dolu yazılara tek bir kişinin bile kıskançlıkla yaklaştığını ya da kızdığını sanmıyorum.

1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında Gabriel Garcia Marquez için ülkesi ikiye bölünmedi; kimse "çok iyi yazardır" ya da "kitabını bitiremedim, kötü yazardır" demedi, diyemedi; böyle düşünmek aklına bile gelmedi. Tıpkı kimsenin Tolstoy'un, Kafka'nın, Hemingway'in yapıtları için "kötüdür" demeyi düşünmediği gibi.

Çünkü Marquez gerçekten iyi bir yazardı. Belki de Nobel Edebiyat Ödülü'nün hakkıyla verildiği son yazardı. Ülkesi ve dilini kullandığı halkıyla, içinde bulunduğu kültürle yabancılaşma yaşamıyor, onları bizim "Nobelli" yazarımızın deyimiyle "eğlenceli/oyuncaklı şeyler" yazmak için bir "malzeme" olarak görmüyordu. Büyük bir kültürün temsilcisi olduğunun bilinciyle yazdığı her satırda o  kültüre duyduğu saygıyla kendisi de büyüyordu.

ÜLKESİ KOLOMBİYA'NIN ONURU İÇİN YAZDI

Latin ülkelerinin diğerlerinde Octavio Paz -1998'de 84 yaşında ölmüştü!-, Pablo Neruda, Jorge Luis Borges gibi İspanyol edebiyatının müthiş temsilcileri varken Kolombiya'nın ünlü bir yazarının olmamasını kabullenememişti. "Öykülerimi bir kenara atmıştım; ta ki, Eduardo Zalamia Borda, köşesinde yeni nesil Kolombiyalı yazarların hatırlanmaya değer adlar olmadığını belirten umutsuz bir makale kaleme alana kadar..." diye belirtmişti "Gabo", yazarlığının asıl itici gücünün kaynağını.

Çok genç yaşta okuma şansını bulduğum -ve uyduğum- "Genç yazarlar, hep büyük yazarlar gibi yazmaya çalışın!" öğüdünü burada yinelemek isterim. Tıpkı bu öğüdündeki gibi Gabriel Garcia Marquez'i değil, ülkesi Kolombiya'yı yüceltecek bir büyük yazar olmaya, eleştirmen Zalamia'nın bu umutsuz isteği üzerine karar vermişti. Anlaşılan diğer İspanyolca konuşan Şili, Arjantin, Meksika gibi ülkelerce de hor görülüyordu Kolombiya. Öyle öksüzdü ki, Kristof Kolomb'un uğramadığı tek ülkeydi! İşte Marquez, bu durumdaki ülkesini yüceltmek için de yola koyulmuştu.

PARA KAZANMAK İÇİN YAZAR OLUNMAZ!

Yazarlığının yaşamındaki kaynaklarını anlattığı  Anlatmak İçin Yaşamak adlı yapıtına verdiği ad gibi, "gerçek" bir yazar yalnızca anlatmak için yazar, anlatmak için yaşar. Diğer dünyevi zevklerin peşinde koşan zaten milyarlarca "küçük" insan var; bir yazarın "sanatçı" payesini kazanması işte bu farklılığından kaynaklanır.

Yazarlığın ne anlama geldiğini, yazar olabilmenin erdemini anlamak isteyenler Marquez'i okuyarak işe başlamalılar!

"Daktilomdan kazandığımdan başka tek bir kuruş girmedi cebime" demişti. Oysa hukuk fakültesini yarıda bırakmaz ve rahat bir yaşam sürebilirdi. O, zor yolu seçti. Öyle ki El Espactator'un ünlü kitap ekinde ilk öyküsünün "boydan boya" yayınlandığını gazetecide gördüğünde gazeteyi alacak "beş centavo" parası ne yazık ki cebinde yoktu. Borç alacak kimsesi de yoktu; zaten hepsine borçluydu. Öyküsünün yayınlandığı gazeteyi bir takside elinde gazeteyle inen adamdan isteyerek almıştı!

Edebiyat yapıtlarını ancak rastlantıyla okuyabiliyordu; parası kitap almaya yeten arkadaşlarından ödünç aldığı ve uyumadan geceleri ancak okuduğu kitaplardı bunlar.

Marquez, diğer mesleklerin ya da para kazanmak, ev araba almak, faturaları ödemek, ailenin, çevrenin bıktırıcı yönlendirme isteği vs. gibi "dünyevi" olguların yazar olmak isteyenlere kurulan şeytani tuzaklar olduğuna inanıyor ve buna direniyordu: "Bundan önce yaşamım beni bir yazardan başka her şeye dönüştürmeyi deneyen sayısız yemle mücadele ederek galip gelmeye çalışan, iç içe geçmiş bir tuzaklar hileler ve hayaller karmaşasıydı."

Belki de teyzesinin o sözü kulağına küpe olmuştu: "Para şeytanın bokudur!”

HERKES MARQUEZ GİBİ YAZABİLECEĞİNİ SANIR!

Ne var ki niyet ve istek yazar olmaya tek başına yetmiyordu. Bu istek kendine inanmayı gerektiriyordu. Tersi durumda "kötü" bir yazar olma olasılığı da vardı. Marquez kötü edebiyat"dan nefret ediyordu. Çünkü edebiyat kötü olunca "gerçek bile yanılıyor"du.

Herkesin okuduğunda ilk bakışta buna benzer metinleri kolayca yazabileceğini sandığı başarılı metinler yazdı. İşe konulduğunda ise ne zor bir ustalık gerektirdiği ancak anlaşılıyordu. Marquez sanki, "edebiyat evini temizlemek için tanrının gönderdiği bir yazar"dı.

Bogota'da yazar ve şair arkadaşlarıyla El Mundo kitabevindeki buluşmalarında şiir için yapılan tartışmalar yazarlığını etkileyen en önemli merkez oldu. Burada yapılan -daha çok şiir- tartışmalarda "Şiir kanımı kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmeme yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğimin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işime yarar?" eleştirisini düzyazıya uyarladı: Şiirsel metinler yazdı!

ÇEVRESİNDEN DOLANMADAN ANLATTI

Anlatacağı kişinin ya da olayın çevresinden dolanmadan doğrudan üzerine gitti. Net, okuyan herkesin kafasında rahatça canlandıracağı ya da "ben de bu lafları söylerdim" ya da "gerçekten bu kişinin yüzünün hatları böyle olur" gibi net betimlemelerle adeta bir kaç fırça darbesiyle çizilmiş karakterler yarattı. "Binici tozluklarını takmış, beline tabancasını kuşanmış, ağacı andıran bir adam yanımıza yaklaştığında köyün tek meyhanesinde buz gibi biramızı yudumlamaktaydık."! " Yetmiş dokuz yaşında bakire olarak ölen Mama teyze..."

Öykü ve roman ayırımına saygı duydu. Öykü ve romanın yalnızca iki farklı edebi tür olmasının yanı sıra, bu türleri karıştırmanın ölümcül olabileceği kadar iki farklı organizma olduklarını düşünüyordu. Öykünün romana üstünlüğüne her zaman inandı. 

Anlaşılmaz, karman çorman metinlerini "büyülü gerçekçi" diye satan yeteneksiz on binlerce Marquez taklidi yazar var dünyada.  Bizde de, son yıllarda bu türün hegemonyası edebiyatımızı içten içe çürüttü, çürütüyor. Çoğunun iki tümce sonrasını okuyamıyorsunuz. Tıpkı, portre çizmeyi bilmeden "soyut resim yaptım abi" diyen sahte ressamlara benziyorlar ne yazık ki.

TÜRK EDEBİYATI ve İSPANYOL EDEBİYATI

Marquez'i kimse kıskanmadı diye yazdım. Ancak bir kişiyi atladım: Kendimi. Marquez'i Trabzon'da rutubetli, soğuk bir öğrenci evinde ıpıslak bir yorganın altında ilk okuduğumda bunları niçin ben değil de Marquez yazdı diye kıskanmıştım; sonra onun gibi yazabileceğime kendimi inandırarak rahatlamıştım ama bu rahatlığım da uzun sürmedi; bu kez onun gibi asla yazamam diye kıskanmaya başlamıştım.

Yaşım ilerledikçe bu kıskançlık kaybolmadı. Ancak kıskançlığımın nedeni değişmeye başladı. Bugün de Marquez'i kıskanıyorum; gerçekte ise onun yetiştiği İspanyol edebiyat ortamını kıskanıyorum. İspanyolların dünya edebiyatındaki tahtlarının çoktan Türk edebiyatınca ele geçirilmiş olması gerektiğine gönülden inanıyorum. Bizim "Nobelli"nin bile o tahtın yanına yaklaşamamasını kabul edemiyorum. Bu Real Madrid, Barselona'nın yerinde niçin Galatasaray, Fenerbahçe ya da başka takımlarımız yok kıskançlığından öte bir şey elbette.

Takımlar arasında değil diller arasındaki rekabet bu. Türkçe'nin İspanyolcadan çok daha önemli bir dil oluğuna inanıyorum. Ancak dilbilgisi yapısı açısından Dünyada 5 bin dil çeşidi içinde bize benzeyen dil sayısı beş ya da altı. Diğer dillere çevrilmesi çok zor. Ancak bu aynı zamanda 4995 dile karşı müthiş bir tarihsel derinliği ve ayrıcalığı olan dil anlamına da geliyor.

Dünyada İspanyolca konuşan kişi sayısı tahminen 390 milyon, Türkçe konuşan kişi sayısı -yine tahminen!- 190 milyon.

Marquez, Pablo Neruda, Octavio Paz, Borges gibi yazarlar ilkin kendi dillerinin konuşulduğu "hinterland" da büyüyorlar; okunma olanağı buluyorlar. Çünkü önce kendi kültürlerine hitap ediyor, kendi insanlarını dünyaya anlatıyorlar. 

BİZİM "NOBELLİ"MİZ TÜRKMENİSTAN'A HİÇ GİTTİ Mİ?

Bizim edebiyatımız ise yalnızca Anadolu'ya gömülmüş/gizlenmiş; gözünü de dilimizi konuşmayan, bizi ikinci sınıf müstemleke edebiyat olarak gören Avrupa okuruna dikmiş durumda.

Marquez ölümünde bile küllerinin yarısını Kolombiya, yarısını başka bir "İspanyol" ülkesi olan Meksika'da savrulmasını vasiyet etmişti. Bizim "Nobelli" yazarımızın değil küllerini Bakü'ye serpme isteği, başka bir Türk ülkesine gitmişliği var mı? Kazakistan'a, Türkmenistan'a ilgi duydu mu?  Hiç gitti mi? Nazım Hikmet ilkin  Bakü'de okunmuyor muydu? En çok -Bakü'nün temsilinde- Türkçe konuşanları önemsemiyor muydu?

Ancak edebiyatın büyüklüğünü ya da yaygınlaşmasını sağlayan etkenler yalnızca bu durum değil. İçinde yaşadığımız coğrafya, tarih, Anadolu'nun barındırdığı yedi kültür bizim edebiyatımız için müthiş olanaklar sunuyor.

Edebiyat öyle bir şey ki bir halkın kendini anlamasının en önemli aracı konumunda bir anlamda. Örneğin, Marquez, Kırmızı Pazartesi'de yalnızca bir cinayetin arka planını değil bir halkın, bir kültürün ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyordu.

Edebiyat, geçmişle gelecek arasında insanlığın oluşturduğu insanın öyküsünü inana anlatarak geleceği uzanan önemli bir zincirdir. Dil, tarih ve coğrafya, kültür denen şeyin en önemli mayasıdır. Edebiyat ise bütün bunların üzerinde bu zinciri yerelden evrensele taşıyan müzikten sonraki en önemli sanat dalıdır.

BOLİVAR ve ATATÜRK

Dedesi Albay Marguez, Latin Amerika’nın ulusal kahramanı büyük devrimci Simon Bolivar‘ın hayranıydı. Torunu Marquez'e de bu sevgiyi aşıladı. Marquez Bolivar’ın devrimci çizgisinden hiç ayrılmadı; yaşamının sonuna kadar da sosyalist kaldı. Fidel Kastro'yla dost oldu.

Ancak bizim "Nobelli"miz olan Orhan Pamuk, değil bizim Bolivar'ımız Mustafa Kemal'e saygıyı, yapıtlarında bu büyük insanla dalga geçti; Cumhuriyeti ve devrimlerini kavrayamadı; bizim Nobellimiz asla bu ülkenin vatandaşı olmayı tam anlayamadı!

Marquez'i biraz da bu yönden kıskanıyorum.

Ahmet Yıldız

(Bağımsız dergisi, 19 Mayıs 2014)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)