Herhangi bir şey olabilen romanla her şeyin yapılabileceği söylenir. Gerçekten de, “roman” bir biçim değil de biçimler topluluğu olduğundan, olağanüstü bir olaylar ve yaşantılar yelpazesini kapsayıp dile getirmesine olanak sağlayan bir esnekliği olduğu görülür.
 
 
Bütün bunlara karşın, romanın toplumsal değişimin anlatımı için tek uygun biçim olduğuna inanmak da olanaklıdır. Ben bu inançtayım. Yıllar önce The Long Revolution (Uzun Devrim) adlı kitabımda bunu betimlemeye çalışmış, romanı “Toplumun temelde kişisel açıdan, kişilerin de, ilişkiler aracılığıyla, temelde toplumsal açıdan görüldüğü” bir yazı türü olarak tanımlamıştım.
 
 
“Bütünleme denetlenicidir, ama kuşkusuz, irade yoluyla sağlanması söz konusu değildir. Eğer yapılabilmişse, bu yaratıcı bir buluş olur...” demiştim. O günden bu yana ne zaman bu türden çağdaş bir romancı örneği vermem istense, aklıma gelen ilk ad Yaşar Kemal olmuştur.
 
 
 
Kendisinin bu tanımı kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum. Benim bununla anlatmak istediğim, romanları, akıllarda yer eden karakterleri için övdüğümüzde, onların sağlayabileceği başarının ancak bir bölümüne değindiğimizdir.
 
Romanın bize, D.H. Lawrence’ın dediği gibi, “insanı canlı” verebilmesi, kuşkusuz onun özel bir niteliğidir. Ama yalnızca kişisel boyuta yer verecek olursa, neredeyse farkında bile olmadan bir öznelliğe dalabilir ki, bu öznellik gerçekten de elli yıldır Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yazılanlarda egemen olmuştur. Aykırı görünse de, bunun sonucunda, tümüyle kişisel olan birçok şey kaçırılmıştır.
 
Toplumsal boyut dışta bırakılacak olursa ya da yalnızca bireylerin, sanki özgürmüşlercesine birbirleriyle ilişki kurdukları ya da kuramadıkları bir çerçeveye dönüşürse, ya da bunun da ötesinde toplum olguları yalnızca bir “arka plan” oluşturursa, sonuç olarak yitirilenler insani düzeydedir. Çalışma, çatışma, yerleşme ve tedirginlik gerçeklerinin ötesinde ya da üzerinde yer alan insanlar, bir yarı-yaşam sürdürmeye başlarlar.
 
Bunun yanında, tanımın ikinci yarısını anımsayacak olursak, “toplum” konusunda da en gerçek ve önemli olan, insanın kendisinde ya da onun aracılığıyla yaşanan, ona ya da onunla yapılandır. Çağdaş romanın bir türünde öznelliği savunan pek gözde bir eleştiri, “toplumsal çıkarlar” adıyla andığı şeyleri sosyolojiye, siyasete ya da gazeteciliğe bırakır. Ancak, bu alanlarda en genel olgular betimlenip çözümlenebilse de, bunların söylemleri içinde insanlar, yaşayan erkekler ve kadınlar olarak değil, yalnızca birer nokta olarak ele alınır. Süreçlerden herhangi birinin, yani tüm sürecin gerçeklerinin tam olarak ortaya çıkabilmesi için her zaman, en ayrıcalıklı kişilerin yaşamlarında bile hep görüldüğü gibi, en genel olanla en kişisel olanın iç içe geçmesine bağlıdır.
 
 
Bunun da en yoğun olduğu zaman derin toplumsal değişimin yaşandığı zamandır. Çünkü bu sırada bir yaşam tarzı yine değişiklik gösteren kişilikler tarafından özümsenmiş, bir başka yaşam tarzı da –dış ekonomik ya da siyasal baskılarla, ya da iç gelişmenin yarattığı sorunlarla– bunu zorlamaya başlamıştır.
 
Bu yalnızca yaşam tarzını değil, gerçek insanların vücutlarını ve akıllarını da etkiler olmuştur. İşte bu noktada roman, karşılaştırma kabul etmeyen uzak ve yakın etki alanına, çok yoğun yerel ve genel gücüne ulaşır. İlk okuduğumdan bu yana Yaşar Kemal’in Ortadirek adlı romanındaki unutulmaz yolculuğun aynı zamanda yoğun gerçeklikler de olan yoğun imgelerini kafamda taşıdığımı biliyorum.
 
Bu öncelikle, benim için yabancı bir ülkenin unutulmaz yaşantısı değildir. Başkalarının emri –kayıtsız ve acımasız emri– altında çalışmak için yapılacak uzun ve sıkıntılı yolculuğun istenmeyen zorunluluğunu bildirecek doğal bir işareti bekleyen, yoksul ve korunmasız insanları anlamaktadır ve yerinin olağanüstülüğü, benim için bunu daha genelleştirmektedir. Belirli bir durumdan söz edilmektedir, ama bu, çok sayıda birey ve topluluğun, korunmasız ve çoğu kez yaratılmış yoksulluktan yola çıkarak, uzak, yabancı ve başkalarının denetimindeki keyfi yaşam biçimine yaptığı yolculuktur.
 
Bu yolculuk, şimdi bizi ayıran büyük uzaklığa karşın, özünde sevgili Galler’imin tarihidir. Akıllarda yer eden yerel ayrıntılarıyla, yoksun bırakılmış, değersizleştirilmiş kişilerin uzun ve hâlâ sonu gelmeyen yolculuğunun, dünyadaki yoksulların sırtına yüklenen zorunlu hareketliliğin –ki bu sık sık sözü edilen büyük kent hareketliliğindeki sıçramadan çok değişiktir– temel öyküsüdür.
 
Yaşar Kemal’in yapıtlarında benim bu uzaklıktan üzerinde yazamayacağım ama durmadan okuyabileceğim çok şey var. Ama, kısaca çalışmalarının benim için çok büyük bir anlam taşıdığını söylemek ve kendisinin uzun ve zor yazı yolculuğunu sürdürmekte gösterdiği yeteneğe duyduğum saygıyı belirtmek istiyorum. Akçasazın Ağaları’nın bütün bu değişim örüntüsünü harekete geçirme yönünde daha geniş bir girişimin başlangıcı olduğunu gördüğümde, yapıtlarını doğru kavramış olduğumu anlayıp özellikle sevindim.
 
Görece hızlı değişim süreci içinde olan ve görece katı ve eski alışkanlıklarından uzaklaşmakta olan toplumlar, günümüzde, değişim gerçekliklerinin en güçlü örneklerinin bulunabileceği, tek değilse bile, asıl kaynaklardır.
 
Batı Afrika’da Achebe ile bunu duyuyorum; örnekler hızla çoğalıyor. Bu değişimlerden bazılarının çok erken başlamış olsalar da hâlâ bitmediği bir toplumda, kendi geçmişimden ve bugünümden bunu biliyorum.
 
Çoğunluğun deneyimine pek yer vermeyen bir kültür içinde, çoğunluk deneyimine kendilerini adadıkları için böyle bir kültür içinde yalıtılmış duruma gelen yazarların, aradaki uzaklık ne olursa olsun, yüzyılımızda insanlığın çoğunluğunun yaşadığı bu geniş ve çok önemli deneyim sürecinde, birbirlerini tanımaları, birbirlerini kabul etmeleri çok büyük önem taşır.
 
Çeviren: Ali Özer
Adam Sanat, Ocak 1986, sayı 2, s. 9-10.

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)