'Vicdan edebiyatı' ve edebiyatın vicdanı
Kendi de “bir memeli hayvan türü” olan insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliklere değinilirken başta düşünme, konuşma; alet, makine yapıp kullanma vs. olmak üzere birçok şey sayılır. Dinsel yaklaşımın başat tanımı ise insanın “eşrefi mahlûkat” olduğu şeklindedir. Amacı, insanlaşma evriminin henüz başlarında olan, onlarca zaafla malul insanı daha erdemli olmaya yöneltmekse, sakıncası yok bu tanımın. Ama insanı tekâmül etmiş kabul ederek kutsayıp en yüksek yere oturtmak anlamında ise, bu, onu insanlıktan uzaklaştıran her türlü kusurunu, zaafını, zulmünü, bencilliğini, kötücüllüğünü… gözden ırak tutmak, “mevcut hali”nden daha iyi olamayacağını ve olmasına gerek olmadığını kabul etmek demektir. Yani insanın “yaratılmışların en şereflisi” olma durumu kendinden menkuldür, insan olarak yaratılmasıyla birlikte ona bahşedilen bir üstünlüktür. Bu da ona başka canlılar ve cansızlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunma hakkı verir. Öyle mi? Peki, “eşrefi mahlûkat” olan insanlar arası ilişkiler ne olacak? Bu tanım hepsi birer “eşrefi mahlûk” olan insanlar arasında kendiliğinden eşitlik sağlamaya yeter mi? Ya “eşit olduğu varsayılan” insanın insana zulmünü, tahakkümünü, baskı ve sömürüsünü ortadan kaldırmaya, onları barış içinde bir arada yaşatmaya? İnsan, doğası gereği bencil bir varlıktır. “Önce can, sonra canan” sözündeki gibi, insanın doğal yönelimi öncelikle kendi çıkarlarından yanadır. Bu yönelimin dengeleyici karşıtı ise vicdandır. Bencillik de, vicdan da beslenip geliştirilebilen, ancak gelişimleri ters orantılı, yani birinin güçlenmesi diğerini zayıflatan karşıt özelliklerdir. İnsanın doğal yapısındaki “ben” ve onun bir türevi olan bencillik diğer hayvanlarla ortak özelliklerindendir. Yaşamını koruyup sürdürmesi için gerekli gibi görünen bencillik ne denli güçlüyse onu o denli ilkelleştirerek diğer hayvanlara yaklaştırır. Bencilliğin, insanın yaşamını sürdürme uğraşında gerekli olması, şart olduğu anlamına gelmediği gibi, her zaman ve durumda yaşamını koruması ve sürdürmesine yardımcı olduğu ve bunu kolaylaştırdığı da söylenemez. Bencilliğin kutsandığı, kışkırtıldığı ve/ya olağanlaştırılarak beslendiği ortamlarda, çeşitli biçimlerde “gücü gücü yetene”nin egemen olduğu “orman yasaları” uygulamaya geçer ki bunun giderek daha çok sayıda insanın, daha geniş kitlelerin yaşamını tehdit etmesi kaçınılmazdır. Bireysel düzeyde bencilliğin karşıtı, panzehiri, dengeleyicisi vicdandır. Bir anlamda bencillik gaz ise, vicdan da frendir. Bir tür “insanlık geni” sayılabilecek olan vicdan, her insanda bulunmakla birlikte, başta aile ve çevre, eğitim gibi çeşitli etmenler sonucu gelişebileceği gibi güdükleşip körelebilir de. İnsanı hayvansal karakterinden uzaklaştırarak insanlaşma düzeyini yükselten, empati, anlayış, hoşgörü, acıma, merhamet, bağışlama, dayanışma, yardımlaşma… gibi bir dizi olumlu özelliği kapsayan vicdan, insanı ruhsal anlamda besleyen ve sağaltan, beynin düşünsel/duygusal fonksiyonlarından biridir. İnsanın insanlaşmasının, alışılagelen deyişle gelişmiş, olgunlaşmış, “iyi bir insan” a evrilmesinin olmazsa olmazı “bireysel vicdan”, toplumsal yaşamı düzenlemeye, özgür, eşitlikçi ve adaletli bir toplumsal düzen kurmaya yeter mi? Ne yazık ki insanlık tarihi ve insanlaşma süreci bu soruya olumsuz yanıt verdirmektedir. Yaşanası bir toplumsal düzen nasıl tüm bireylerin istenen düzeyde vicdanlı duruma gelmesini sağlayamazsa, bir toplumun, tümü yüksek vicdanlı bireylerden oluşması, böylesi bir düzenin kendiliğinden kurulmasını sağlayamaz. Hatta bu ikinci durumun ters tepmesi, bireylerinin vicdanlı olmasının toplumu kötü niyetlere açık duruma getirmesi de olasıdır. Bu, vicdansız, bencil, fırsatçı hatta zalim bir kişi ve/ya topluluğun, bireysel vicdanları sömürerek yönetimi ele geçirmesinin yolunu açabilir. Vicdanın beslenme kaynaklarından biri olan, ancak doğası gereği kaderci ve biatçi kişilikler yaratan dini inancın sömürülmesi ve özel çıkarlara alet edilmesiyle, çoğu zaman adaletten uzak despotik erkler kurulması bu bağlamda tarihte en çok görülen örneklerdendir. O halde bireysel vicdan, yaşanası bir toplumsal düzen kurmanın belki gerekli ancak yeterli olmayan koşullarındandır. Arzulanan toplumsal düzen, bireylerin vicdanlarından da beslenen, ancak bireysel vicdanların toplamını aşan “toplumsal vicdan” temeli üzerinde inşa edilebilir ancak. Toplumsal vicdan, temel hak ve özgürlükleri, evrensel hukuka uygun anayasalar, yasalar ve yazılı-sözlü kurallar dizgesiyle güvence altına alınmış demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi ve barışçı bir toplumun vicdanından başka bir şey değildir. Kuşkusuz böyle bir düzenin kurulup korunması ve geliştirilmesi ancak vicdanlı aydınların destek verdiği emekçi kitlelerin sürekli mücadelesiyle olanaklıdır. Somutlamak gerekirse, “kral adilse yasalara gerek yoktur” (adil değilse yine gerek yoktur) türü söylemler adaleti yönetenlerin bireysel vicdanına emanet eder ki bu “emanete hıyanet”i kaçınılmaz kılmakla kalmaz, otoriterliğin yolunu da açar, adaletle birlikte özgürlükler ve insan haklarının da yöneten(ler)in insafına bırakılmasına neden olur. Adaletin bireysel vicdan(lar)a teslim edildiği toplumlarda, sömürülen, ezilen emekçi kitlelerin hakları insafa, merhamete bağlı kalır ki bu, sosyal devletin yok edilip yerini, -dilenciye verilen gibi- göstermelik yardımlara, “sadaka ekonomisi”ne bırakması demektir. Böylesi ekonomilerde, sömürü sonucu muhtaç duruma düşürülenlere, sömürüden elde edilenin küçük bir bölümü “yardım” adı altında geri verilir. Bunun da bedeli, yardımı yitirme korkusuna sokularak özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla ödetilir. Deyim yerindeyse, en alttakilere balık tutmayı öğretmek bir yana, bilenlerin tutması da engellenerek kokmuş birer balık verilir “yardım olarak”. Üstelik bu bile bedava değildir. Yasal düzenlemelerle, liberal ekonomi adı altında “vahşi kapitalizm” yeniden dünyayı ve insanı yağmalar duruma getirilmişse, her türlü kitle iletişim aracının bombardımanıyla beyinler yıkanıyorsa, en yetkili ağızların “işverenler çalıştırdıkları işçileri kardeşleri gibi görmelidir” demesi anlamsızdır. Sınıf ilişkilerini “ırk ve/ya din kardeşliği” temeline yaslamak, emekçileri sürekli fedakârlığa ve ezenden merhamet dilenmeye mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Yasalarla güvence altına alınmış örgütlenme, grev ve toplu sözleşme, toplantı ve gösteri yapma hakları, evliya bile olsa kişilerin vereceği güvenceden çok daha kalıcı ve daha güvenilirdir. Vicdan ile edebiyatın ilişkisine gelince, bu, toplumların yapısı ve egemen vicdan türü ile bire bir bağlantılıdır. Bireysel vicdanın egemen olduğu toplumların daha geri ve daha cahil olması rastlantı değildir. Tersinden alırsak, geri ve cahil toplumlar, bireysel vicdanın her alanda ve her anlamda egemen olmasına daha elverişlidir. Bu tür toplumlarda bol bol “vicdan edebiyatı” yapılması ayırt edici özelliklerdendir. Vicdan edebiyatı, vicdan sömürüsü ile paralel yürür ve ona eşdeğerdir. Her türlü sömürünün psikolojik altyapısını hazırlayan ve pekiştiren önemli bir unsurdur aynı zamanda. Böylesi toplumlarda çürüme ve kokuşmanın edebiyatı etkilemesi ve edebiyatın kendisinin de “vicdan edebiyatı”na dolayısıyla vicdan/duygu sömürüsüne dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu “edebiyat” çeşitli biçimlerde karşımıza çıkabilir. Başat türlerinden biri, dini inancı kullanan, insan yaşamında kaderciliği temel belirleyici olarak benimsetmeyi hedefleyen “edebiyat”tır. Bu amaçla sömürüyü, sınıfları yok sayar, sömürü düzeni ve mekanizmalarını gözden kaçırmak için ilişkileri “iyi” ve kötü” bireyler arası alana indirger, insanların toplumsal konumunu “alınyazısı” olarak sunar. Bu tür edebiyat, ya “inançlı, vicdanlı kurtarıcıları” kahraman seçerek, vicdansız, zalim karakterleri dünyada mutsuz ederek veya “cehenneme göndererek” asli görevini yapar. Varsılları “bireysel vicdan”a, yani merhametli, yardımsever birer “iyi insan; yoksulları da “bireysel vicdan”a, yani iyi insanlara sığınarak ve kadere rıza göstererek “iyi insan” olmaya çağırır. Böylece “iyi insan”lardan oluşan ideal bir toplum ve düzen hayal ettirir. Bu “edebiyat”ın kalem erbabı hem hizmet ettikleri egemenlerin “ulufe”leri, hem de uyuşturup uyuttukları okurların katkıları ile semirirler. Bazen “çoksatar” görünen bu “yazar” takımının kitapları çok satmasa da yüksek sayıda basılır ve hedef kitleye ulaş(tırıl)ır. Bu tür kitapların çoğu için bir “yazınsal değer”den söz etmek olası değildir. Zaten bir “dava”ya inançla bağlanmış ve o doğrultuda, “kutsal bir görev”i yerine getirme amacıyla yazan bu tür “yazar”ların umurunda da değildir yazınsallık. Tersine, “yazınsal kaygı”yı en öne alır, hatta yazınsallığı adeta kutsar görünen, daha “sivil”, daha “bağımsız ve özgür” bir yazın türü var ki, son yılların “yükselen değer”i durumuna ge(tiri)lmiştir. Doğrudan “vicdan edebiyatı” yapmamakla birlikte, vicdanla pek de ilişkisi olmayabilen, bu nedenle “vicdansız” konumuna düşebilen bir edebiyat bu. Sanatçının özgürlüğünü sınırlayarak yaratıcılığını körelten, kaba gerçekçi, slogancı, buyrulmuş ve/ya iliştirilmiş, insanı tek tipleştirme amaçlı toplum mühendisliğine hizmet eden misyoner edebiyatı haklı olarak reddeden has edebiyatın içine gizlenmeye çalışan bir tür. Saydığımız olumsuzlukların tümünü içerdiğini öne sürerek “toplumcu gerçekçi edebiyatı” kategorik olarak mahkûm ederken, onu içindeki vicdanla birlikte çöpe atarak kendini var eden bir edebiyat bu sözünü ettiğim. Kapitalizmin neoliberal politikalarına paralel olarak, edebiyatı ticari bir meta, okuyucuyu “müşteri” olarak gören, satış, daha çok satış ve kâr hedefine kilitlenmiş; seracılık gibi tasarlanmış, çoksatar (ve çabuk tüketilir) ürünler elde edilen hormonlu, GDO’lu; yazarı, yayıncısı, dağıtımcısı ve perakendecisiyle “ticari sektör” durumuna gelmiş bir “edebiyat”. Bu alanda “meslek” icra eden profesyonel yazarlar için, evrensel, ulusal, tarihsel, etnik, sınıfsal… konu ve sorunlar, ancak projenin başarısına, yani satışa etkisi oranında kullanılacak unsurlardandır. Moderni, postmoderni ile bu edebiyatta, insanların her türlü “bireysel sorunu”, o sorunu yaratan koşullardan ve toplumsal nedenlerden bağımsız olarak ele alınabilecek değerli bir malzemedir. Yapılan düpedüz duygu sömürüsüdür. Bilinir ki duygular, sömürüldükçe kışkırtılıp yeniden üretilebilen dolayısıyla sömürmekle tükenmez bir hazinedir. Kuşkusuz bu yaklaşım, vicdan sömürüsünü de bu kapsar. İnsanlık hallerini, her türlü bağlamından kopararak ve allayıp pullayıp sahiplerine satmak sömürü değil de nedir? Üstelik bunları “fastfood” gibi hem hızlı tüketilir hem de bağımlılık yapar duruma getirerek… Bireyi toplumdan soyutlayarak ele alıp, iç sıkıntılarını, bunalımlarını, psikolojik gelgitlerini, iç hesaplaşma ve çatışmalarını, dertlenmelerini, coşkularını, arzu ve düşlerini, hüzün ve sevinçlerini… malzeme yaparak başta acıma, üzülme, pişmanlık gibi duygularını körükleyip durmak da bir tür “vicdan edebiyatı” değil midir? Bu edebiyatın dolaylı olarak egemenlere hizmet ettiği onların teşvik ve desteğini almasından da bellidir ve bu yanıyla yolu “misyon edebiyatı” ile aynı kapıya varır. Emin Özdemir, “sözcüklerin de birer vicdanı olduğu” önermesinden yola çıkarak, konuyu örnekleyip işlediği denemelerden oluşan bir kitap yazmıştır. (Sözcüklerin Vicdanı, Bilgi Y.) Sözcüklerin nasıl bir vicdanı varsa, onları yapı taşı olarak kullanan edebiyatın bir vicdanı vardır kuşkusuz. Tabii ki gerçek edebiyatın, has edebiyatın. Çünkü edebiyat ve aydın olarak edebiyat insanı, doğası gereği egemenlere, siyasi erklere ve bunların her türlü haksız ve adaletsiz tutum, karar ve uygulamalarına karşıt bir duruş ve tavırdadır. Mazlumdan, mağdurdan, sömürülenden, ezilenden, ötekileştirilenden, dışlanandan, aşağılanandan… yana tutumu vicdanının göstergesidir. İnsandan aldığının karşılığını, ufkunu genişletmesine, farkındalığını ve bilincini artırmasına, kendini geliştirip dönüştürmesine ve daha nitelikli olarak yeniden var etmesine katkıda bulunarak ödemek de bu vicdanın emridir. Nasıl yazılırsa yazılsın, “vicdan edebiyatı” gösterilmek istendiğinin tersine, işlevi gereği edebiyatın vicdansızı, vicdansızların edebiyatıdır. Ali Günay
(Deliler Teknesi Sayı: 49)
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR