Son Dakika



 Uygarlıkların Batışı’nı okudum. Henüz okumamışlara öneririm.

Yazarın, kendi ifadesiyle, olayların tanığı olarak, sezgisine güvenerek ve ihtiyatı elden bırakmayı göze alarak - ki bu konuda  ikna olmadığımı belirtmeliyim- yaptığı açıklamalarda bulacağımız ‘entellektüel ve duygusal gıda’, gösteremediği ya da eksik gösterdiği hakikat parçalarını da tamamlamamıza olanak sunuyor.

Esas olarak Arap-İsrail savaşı, Soğuk Savaş, Sovyetler’in çöküşü, İran-İslam ve Teacher-Reagan Muhafazakar devrimleri ekseninde ilerlerken Dijital Çağ’a kısa bir göz atışla tamamlıyor Amin Maalouf kitabını.

YAZIŞ AÇISI ve İŞİN ASLINA VARAMAMAK

Bakış ya da yazış açısını Doğu Akdenizli, Lübnanlı, Maroni-Arap ve Fransız-Avrupalı oluşu nirengilerinin beslediğini söyleyebiliriz. Bunlardan ayrı olmayan, bunlardan ibaret de olmayan Fransız Akademisi üyeliği payesi sahibi, hümanist, ilericilik ile liberallik arasında salınan bir yazar-entellektüel kimliği sanırım onun  asıl bakış açısı olarak ifade edilebilir.

Bu bakış, 1979 miladından bu yana iyiye gitmeyen dünya halinin, dünya görüşlerinden çok bu görüşler içindeki anlayışlardan siyasal sistemlerden çok, bu sistemler içindeki uygulamalardan kaynaklı olduğu ve telafisi için de bunlara odaklanmamız gerektiği şeklinde bir sonuç çıkarmamıza olanak veriyor.

Yazar, olan bitenler hakkında bir çeşit BM veya UNESCO retoriği ile konuşuyor izlenimi veriyor.

Bu bakış açısı elbette kendi başına eleştirilecek bir durum değil. Hele içinde olduğumuz zamanlarda bu türden bir retoriğe bile fazlasıyla ihtiyacımız olduğu söylenebilir. Yeter ki, konuları ele alıştaki bu genellik ve nesnellik, kök nedenlere açılan kapıları kapatan bir öznellik ya da hesaplılıkla örülü olmasın.

Maalouf’un yazma yönteminde kapsayıcılığını korumak üzere olaylara mesafeli durmasını sağlayan profesyonel bir farkındalık var. O, ihtiyatı elden bıraktığını söylese de, ele aldığı konuları (tarihi ilginçlikleri diyesim geliyor), çatışan dünya görüşlerinin bile üstünde uzlaşabileceği yanlarıyla ve buna uygun gelen bir dille ele almayı seçiyor; bakış açılarının ve yorumların çatışacağı kadar ileri götürmüyor; yargılarını sık sık çekincelerle sınıyor ve açıklamalarla savunuyor. Kendi başına çekicilik yaratmayan bu genelliğin yine de geniş bir okur kitlesi ile güçlü bir bağ kurabilmesinde, olayların ilginçliği kadar yazarın hikaye anlatımındaki sinema ve haber dillerinin harmanından oluşturduğu içten ve anlayışlı üslubun payı çok diye düşünüyorum. Maalouf, kendinin de ifade ettiği gibi, merakını çeken olayın iyi veya kötülüğünden etkilenmeyen güçlü bir gözlemci; bu kitapta da romanları ve önceki deneme kitapları kadar olmasa da sinematografik, panoramik, içtenmiş gibi kontrollü yazar-anlatıcı özelliğini koruyor.

Yazarın bu özellikleri, onun kitaplarında hep işin aslına yeterince varamadığı(mız) duygusu bırakıyor insanda. Ancak, eserin bir “roman” ya da “deneme” oluşu, okurun bu türden eksiklikleri haklı değilse bile mazur görmesine olanak veriyor. Ya da bu soruyu sorma hakkını elinden alıyor. Okuma eyleminin bu eksikliğin farkında gerçekleştirilmesi şartıyla biz onu mazur görenler grubuna dahiliz. Ancak bu eksikliğin fark edilmediği halde bu değerli kitabın ana fikri “aklımızı başımıza almalıyız” gibi doğruluğu tartışma götürmezken sırf bu çok doğruluğu yüzünden anlamsızlaşan  bir cümleye dönüşebilir gibi de geliyor.

ÜÇ EKSİKLİK

Bizce kitabın en büyük eksikliği “ekonomi-politik” bilincin yazarının müktesebatında yeterince yer edinememiş olmasıdır. Ya da bu eksiklik gerçekte yoktur da, yazar, ele aldığı konunun bu yanına bile isteye değinmemiştir.

Nedeni hangisi olursa olsun, eşyayı adı ile çağırmazsak, kitaptaki gibi, çözemediğimiz olgularla ilgili sık sık bir “paradoks”tan söz etmek zorunda kalabiliriz. Bir deneme kitabı mutlaka çözümler sunmaz elbette, ama ayan beyan gerçekliklerin, kapsayıcı olabilmenin dolambacında kaybedilmesi de hoş görünmeyebilir. Yoksa yazarın kendisi de, kendi ifadesiyle, ‘ilericilik yandaşlarındaki bakış açısı ve dil değişikliği’nin kurbanı olmuş olarak görünebilir.

Sözü uzatmayalım: Kitapta sözün gelişi bile olsa emperyalizm sözcüğüne rastlamadık.

İkinci eksiklik, kitabın sonunda günümüze ilişkin bir manzara yerine onun eksik eskizleriyle yetinilmiş olmasıdır. Dünyanın halini ana eksene oturtmuş bir kitabın ekonomik ve ideolojik bir çıkmaz ya da arayışta olan küreselci neo-liberalizme değinmiş olmasını beklerdik. Kitabın sonunda, günümüze ilişkin daha bütüncül bir panorama sunulmuş olabilir, bazı tekrar ve ayrıntılı olay anlatımlarından tasarruf ederek kitabın aynı sayfa sayısı korunabilirdi.

Üçüncüsü, Doğu Akdeniz etnikçiliği ve kimlikçiliğinin bir tarihe kadar pek normal, ileri, olumlu vb. bulunurken neden ne nasıl bu gün haklı olarak eleştirdiği niteliğe büründüğü de yazarın dikiz aynasının kör alanında kalıyor.

Onun bir paradoksu da bu bizce: Osmanlı sonrası orta doğu etnik ve kültürel ‘özgürleşmesinin’ paradoksunu açıkça dile getiremeyişi. Kolonyal patrondan emperyal patronun himayesinde ‘kurtulmak’!

Bu, Orta Doğu ve Mezopotamya’nın iflah olmaz hastalığıdır.

 Ferruh Tunç

GERCEKEDEBİYAT.COM

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)