Tebeşir Kokulu Sözler
İsmail Biçer: Kitabınızın ikinci sunu başlığını oluşturan bir soruyla başlayalım: “Neden Tebeşir Kokulu Sözler?”
Ali Ekber Ataş: Öncelikle, yeri gelmişken senin aracılığınla, “Tebeşir Kokulu Sözler”min basılmasını ve okurlara ulaşmasını sağlayan dostum Sadık Usta ve kitabım için emek harcayan Kaynak Yayınları emekçilerine teşekkürümü iletmek isterim. Bu kitabım, benim edebiyat ve şiirde reşit olmamın değil, “rüştümün ispatı” bir çalışma olsun istedim. “Neden Tebeşir Kokulu Sözler?” sorunuza gelirsek:
Aslında kitabın ilk adını “Yakından Bakmak” olarak düşünmüştüm. Okuru, kitabın içeriğine ilgi uyandırmak, kitaba çekmek düşüncesi taşımış olsa da, büyük bir eksikliği de beraberinde getiriyordu. Her şeyden önce öğretmendim çünkü. Yirmi yılı bitirdiğim bir meslek yaşamının içindeyim. Bu yirmi yılda öğrencilerime mesleğimle ilgili birçok şeyler öğretmiş olsam da, onlardan da öğrendiklerim oldu elbet. Değişik bölge ve coğrafya, kültür insanlarıyla iletişim içindeydim hep. Bu, şair ve yazar bir öğretmen olarak, inanılmaz bir fırsattı benim için, Benim hem öğretmenliğimi geliştirmekle kalmadı, yazarlık ve şairliğime de büyük açılım getirdi. Öğretmen Ali Ekber Ataş, şair ve yazar Ali Ekber Ataş’ın sürekli izleyeni ve eleştirmeni oldu. Bu ad, benim öğretmenliğimden çok, öğretmenlerimin benim hayatımdaki yerini ve önemini vurgulasın istedim. Öğretmenlerime olan vefa borcumu ödeme isteği diyelim. Çünkü ben çok iyi öğretmenlerin elinde yetiştim. Son yirmi otuz yıl içinde, meleğimizde inanılmaz bir ilkesizlik ve itibarsızlaştırma yaşadık. Bunda, dış etkenlerin olduğu kadar, meslektaşlarımızın da meslek ilkelerinden uzaklaşmaları, sanattan, bilimden, felsefeden, kültürden, üretimden kopuk oldukları gerçeğini de unutmamalı. Oysa öğretmen sınıfının tek hâkimi ve değiştirici, dönüştürücü tek gücü.
Hiçbir teknik gelişme, öğrencinin duygu ve düşünce dünyasında öğretmenin yarattığı değişimi yaratamaz. Öğretmen isterse eğer, sınıfındaki bu otuz genç insanı; bilginin, bilincin, duygunun, düşüncenin okyanusunda yüzdürebilir, sanatın özgürleştirici dünyasında onu yaratıcı bir bireye dönüştürebilir. Ne yazık ki, son otuz yılda yaşayıp gördüklerim ise, öğretmenin, bilinç taşıyan değiştirici dönüştürücü, bağımsız kişilik ve kimliğinden uzak, deyim yerindeyse “memur zihniyetinde” bir öğretmen portresi çizmeleriydi.
“Memur zihniyetinde” olmadım hiç. Benim öğretmenliğimi en iyi dile getiren kişi, “öğretmenine hakaretten” idari soruşturma sonucu kendisine “KINAMA” cezası aldırdığım Kartal’ın eski bir milli eğitim müdürü oldu. Hakkımdaki bir soruşturmada, İl Teftiş Kurulu Müfettişlerine verdiği ifadede benim için; “Ali Ekber Ataş, devletin istediği öğretmenliği yapmak yerine, o kafasında yarattığı kendi öğretmenlik tipini yaşayan biridir.” diye ifade vermişti. Bu çok doğru. Tam da bu öğretmenliği yaratıp yaşayan biri oldum yirmi yıllık meslek yaşamımda. “Neden ‘Tebeşir Kokulu Sözler’e” gelirsek:
“Tebeşir Kokulu Sözler” adıyla yayımlanan kitabım; devletin öğretmenleri itibarsızlaştırma politikalarına, bizzat öğretmenlerimizin de buna çanak tuttuğu meslek ilkelerinden, bilerek ya da bilemeyerek uzaklaşmalarına tepkimi dile getirme biçimim olarak kabul edilsin isterim. Çünkü ben üreten bir öğretmenim. Çok üretmesem de boş durmadım. Bu beşinci kitabım.
Günümüz şiir dünyasında, şiire ve şairlere dair önemi saptama ve anlatımlarla yüklü (“Tebeşir Kokulu Sözler” gibi) düşünsel/poetik yapıtlar kolay kolay yaratılmıyor. Bunu neye bağlamak gerek?
Bunun temel nedenlerinden biri, teknik ve teknolojinin harika ve baş döndürücü aletlerinin hayatımızı kuşatıp bizi esir alması. Garip bir çelişkidir, tekniği yaratan insanın tekniğin esiri olması. Bu genel bir kanı. Özele indiğimizde karşımıza çıkan asıl sebep üretim toplumu olamayışımız. Asıl sebep/neden bu. Üretmeden tüketen bir toplum. Buna, “aklı inanca, bilimi dine” teslim eden bir gericiliği de eklersek, gerçek neden ortaya çıkacak.
Geçmiş on yıllarda, kitap okumayla ilgili bir haberi, hangi gazeteydi şimdi anımsamıyorum, birinde ratslayıp okumuştum. İsveç, Japonya ve Türkiye’de “0-70 yaş arası kitap okuma oranlarıyla” ilgiliydi bu araştırma. Sonuç korkunç. İsveçte, “0-70 yaş” arası, bir yılda kişi başına düşen kitap okuma sayısı 12 (on iki), Japonya’da bu oran 6 (altı), Türkiye de ise, “0-70 yaş” arası kişi başına düşen kitap sayısı değil, “kitap başına” dikkat, “kitap başına” düşen insan sayısı 6 (altı). Okumayan bir toplum var karşımızda. En azından iki kişiden biri. Hal böyle olunca, “bunun sebebini neye bağlamak gerektiği de” kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Kitabınızda Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi Anadolu şiir geleneğinin temsilcileri ile Nâzım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Abdülkadir Bulut, Metin Demirtaş gibi şiirimizin “Toplumsalcı Gerçekçi” isimlerinden portreler bulunuyor. Bu sıralamış olduğum isimlerin sizin şiirinizin oluşumundaki yeri nedir?
Şiirin evrenselliği konusunda hemen hepimiz, hemfikiriz. Ne ki, evrensele ulaşmak, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir evrilme ve gelişme sonucunda gerçekleşir. Her evrensel olan “şey”, aynı zaman da hem ulusal, hem de yereldir. Ben kendi dilimi, kitabıma da aldığım, senin de adlarını verdiğin şairlerden öğrendim. Bu adlar aynı zamanda evrensel birer kişiliklerdir. Bu adlar, Alevi kültürüyle yetişmiş biri olarak benim için değil salt, emekten, özgürlükten, insan haklarından, “aklı inançtan bilimi dinden bağımsızlaştıran” her aklı başında özgür birey için önemli. Çünkü dünden bugüne, bugünden yarına düşünceleri, eylemleri, kişilikleri ve yapıp ettikleriyle hep yaşayan adlar bunlar. Pir Sultan türküleriyle büyümüş, Yunus Emre şiirleriyle, şiiri sevmişim. Enver Gökçe’yi, hiç tanımadım. Onu şiirlerinin dışında, bir de yakın dostları ve yazılanlardan tanıyıp öğrendim. Kendimden parçalar buldum. Yetimliği, garipliği, yoksulluğu ve yalnızlığı hep benimdi sanki. Ustam kabul ettim. Rıfat Ilgaz, salt benim değil herkesin öğretmeni, şairi, romancısı, mizahçısı. Onu tanıma, konuşma, sohbetlerine katılma şansım oldu. Mesleğime katkıları oldu, duruşu ve şairliğiyle. Bulut’u hiç tanımadım. Şiirileriyle var ettim onu kendimde. Devrimci düşünceleri, yapıp ettikleriyle Rıfat Ilgaz ve Abdülkadir Bulut, senin de bildiğin gibi öğretmen kökenli. Nâzım Hikmet değil mi? Hapishanede öğretmenliğin dışında, toplumbilimci, sosyal antropolog, sosyolog olarak bize, özellikle “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabıyla insanımızı tanıttı. Nasıl ki Nâzım, hapishanede tanıdı insanlarını, Rıfat Ilgaz hastane, sanatoryumlar ve okul sıralarında görüp yaşadıklarını anlattı bize. Abdülkadir Bulut ve Metin Demirtaş da okul sıralarında tanıdılar insanlarını. Ben de öyle. Bu adları seçişimin temelinde yatan neden, senin de bildiğin gibi hepsinin devrimci oluşları, düzen karşıtı, isyancı şairler oluşudur. Öğretmen oluşlarının da bunda etkisi çok elbet. Çağlarının tanığı, yapıtları da çağının aynası oluşlarındadır. Devrimci bir geleneği, geliştirerek sürdürüyor oluşlarıdır. Bütün bunları düşündüğümüzde, benim şiirimin oluşumu bu devrimci gelenek içinde kendini var etti.
“Tebeşir Kokulu Sözler”de, “Toplumsalcı Gerçekçi” şairlerin arasında farklı bir isimle karşılaşıyoruz: Cemal Süreya. “Cemal Süreya Şiirine Yolculuk” ana başlığı altında, “Herkesin ve Her Yaşın Şairi Cemal Süreya” adını taşıyan bir alt başlık yazısı oldukça dikkatimi çekti. Bu saptamanızı açabilir misiniz?
Yirmi yıllık öğretmenlik yaşamımda, kaç öğrenci gelip geçti bilmiyorum. Ne ki, edebiyat ve şiirle ilgili öğrencilerimin elinde Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri”nin eksik olmadığını gördüm. Anaokulundan, üniversiteye (Malatya İnönü Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nde öğretmenlik) öğrencilerim oldu. Hepsine bir şeyler mutlak öğrettim, mutlak öğrendiklerim oldu hepsinden. Cemal Süreya’nın neden “her yaşın şairi” olduğunu ben bu süreçte gördüm. Cemal Süreya gerçekten büyük bir şair. Dili, bütün zamanların en genç, sürekli kendini yenileyen ve her dönem kendine okur yaş ortalaması düşen okurunu bulduran bir tazeliğe sahip dili. Bugün, orta ikinci ve üçüncü sınıf öğrencilerinin bile elinde Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri” var. Bunu başka neye bağlayabiliriz! Onun şiir dili hep taze, diri, genç ve kendini yenileyen bir dil örgüsü…
Dil olgusuna gelecek olursa; gerek “Tebeşir Kokulu Sözlzer”, gerek ondan önceki yapıtlarınızda son derece taze, yalın/anlaşılır, açık, akıcı bir dil kullanıyorsunuz. Bu diliniz sadece yapıtlarınızda değil, özellikle Sincan İstasyonu, Yasakmeyve, Kıyı, Afrodisyas Sanat dergilerindeki yazılarınızda da dikkat çekiyor. Burdan hareketle; yapıtların okuyucuyla buluşmasına dilin önemi ve yeri nedir?
Bu soruyu sorduğun için teşekkür ederim. Dil, düşüncenin yalnızca ifade ediliş biçimi ya da aracı değildir. Birey olarak insanın, yurttaş olarak hepimizin, coğrafya olarak Türkiye’nin evrensel düşünce dizgesi ve algısı içinde bizi biz yapan en temel olgu, hatta tek temel olgudur diyebilirim. Düşünelim! İngilizce olmasaydı İngiltere/İngiliz, Fransızca olmasaydı Fransa/Fransız, Almanca olmasaydı Almanya/Alman’dan, Türkçe olmasaydı Türkiye/Türklerden söz edebilir miydik?
O vakit şunu diyebiliriz rahatlıkla: Dil ulusal ve bireysel kimliğimizin bir belirleyenidir…
Üzerinde yaşadığımız eliptik biçimli dünyamızda, İngilizce olduğu için İngiltere, Fransızca olduğu için Fransızca, Almanca olduğu için Almanya, Türkçe olduğu için Türkiye ve coğrafyaları/haritaları, kültürleri, felsefeleri, bilimleri, edebiyatları, sanatları, müzikleri var. Bireyi, bu dünya ve insanlık ailesi içinde diğerlerinden farklı kılan, kültürel birikimin kendini ifade bulduğu dilidir. Bu anlamda, evrensel düşünüm içinde biz, her ne kadar insanın evrensel bir varlık olduğunu düşünüp söylesek de, bizi hemcinslerimizden farklılaştıran kendi öz dilimizdir. Dil, bu çok önemli; insanın, salt bireysel kimliği değil, ulusal kimliği ve benliğidir de. Dilim nedeniyle Türk’üm ve bundan da gurur duyuyorum. Benim dilim, dünyanın en güzel şiir dilidir. Bir şiir dili olan Türkçemle yazıyor, düşünüyor, konuşuyor olma ayrıcalığımı hiçbir ulusun diliyle değişmem. Çünkü insan ancak diliyle var edebiliyor kendini. Dünyanın neresine gidersek gidelim, yanımızda götürebildiğimiz tek şey DİL’imizdir.
Düşünce tarihimizin, edebiyat dünyamızın düşünürlerinden Vedat Günyol’umuz bakın ne diyor dil konusunda:
“Ben neyim şimdi? Bir Türk! Neyimle Türk? Dilimle! Türkçe benim doğal yurdumdur; dünyanın neresinde olursam olayım, hiç fark etmez. Yunuslardan, Karacaoğlanlardan, Pir Sultanlardan, süzüle incele, özleşen, gelişen bir dildir ‘benim yurdum, barınağım, can damarım’. Dilim dolayısıyla Türk olmak, büyük bir onurdur benim için. Ben Türkçenin aşığıyım, diyebilirim. Türkçemle düşünüyor, Türkçemle yaşıyorum…”
Biraz yukarda dilimizin dünyanın en güzel şiir dilli olduğunu söyledim. Haksızlık ettim. Türkçe salt şiir dili değil. Türkü dili de. Ben yazdıklarımın, şiirse eğer türkü gibi yalın ve açık olmasına çalıştım hep. Söz oyunlarına düşmeden türkünün çarpıcı yalınlığını şiirlerimde yakalamaya çalıştım. Aynı özen ve titizliğimi düz yazılarımda da hep korumaya çalıştım. Yazdıklarımı ilkin evimizin “son beşiği,” “tekne dibi”, annem, tek ve sonsuz aşkım kızıma okutuyor ya da okuyorum. Önceden oğluma. Onlardan onay almadan yayımlamadım yazı ve şiirlerimi. Eğer bir çocuk yazdıklarınızdan bir anlam çıkarabiliyor, onun duygu ve yaşayabildiği kadar oluşturduğu düşünce dünyasına girebildiğinizi onun gözlerinde görebiliyorsanız, korkmayın. Yaptığınız iş doğru, yürüdüğünüz yol gelecek vadedendir. Benim, yazarlık ve şairlik yaşamımda ilk öğretmenlerim çocuklarım, şiiri ve yazmayı bir yaşam biçiminde dönüştürdüğüm ilkokulum evim oldu. Sonra öğrencilerim ve çalıştığım okullar. Çünkü dünyayı, yorumsuz, önyargısız, çarpıcı bir biçimde yalın ve bütün olarak algılama konusunda çocuklar hepimizden daha başarılı. Bunu ben; anaokulundan üniversiteye, eğitim ve öğretimin her kademesindeki öğrencilerime, resim dersleri ve kurslarını verdiğim sıra öğrendim. Onların düşünce ve duygu dünyasına girebilmeyi, onların dillerini keşfedip ve o dil düzeyinde onlarla konuşabilmeyi öğrendiğim anda başardım bunu. Dilimdeki yalınlığın, açıklığın, akıcılığın temelinde çocuklar, türküler, masallar ve hepsinin kendine özgü dillerinden yararlanmak yatıyor.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. İyi bir yazar ve şair olmadan önce, çok iyi bir okur olduğumu söylemeliyim. Yazılan her yazı ve yapıtta; bu ister şiir, düzyazınsan bir metin, bir resim, mekân içinde bir yontu, seslendirilen bir müzik eseri olsun, ilkin onların “anlam”ını çözümlemeyi, benim için dünyamdaki yerini aramayı öğrendim. Okur gözüyle ve elbet ki bilincini edinmiş bir kişilikle sarıldım yapıtlara. Ben nasıl ki, başladığım bir kitabın, bir türküyü dinler gibi kendini bana okutmaya çağırmalı. Beni, sanat yapıtının o değiştirici dönüştürücü etkisiyle özgürleştirip bağımsızlaştırmakla kalmasın isterim. Bir sanat eserinden beklediğimiz, güzellik bilimi olarak estetiğinin bizde yaşattığı “haz” dediğimiz, sanat eserinde gördüğümüz beğenimize karşılık gelen her ne ise onu da, yaşatabilsin isterim. Bir okur olarak benim beklentim buysa, bir yazar ve şair olarak da karşımdaki okurun benden beklentisi budur diye düşünerek, onun dünyasını yakalayacak ve yazdığım kitabımın yazaınsal kurgusunu, onu bir başka kitaba götürecek yalın, açık ve anlaşılır bir dil örgüsüyle kurmaya çalıştım hep. Bir öğretmen titizliği ve inatla öğrenmeye aç bir öğrenci kararlığıyla…
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR