Şiir ve imgelem / Arda Cevahir
Şiir ve imgelem / Garip Ekseninde Şiirin Varoluş Betimi
Bekleyen Pencereden bakıyor kadın evine dönüyor adam sokakta oynuyor çocuk duvarda işliyor saat kapıda bekliyor akşam sarı akşam güzel akşam. Garip şiirinin varlık tarzını kendinde en iyi gösteren, Oktay Rifat'ın “Bekleyen” şiiridir. Biz, Garip'i, ona bu konumsal yapıyı kazandıran bilinç düzlemiyle değerlendirdiğimizden, diğer şiirleri örneklemek de, Orhan Veli'ce söylersek, suda yüzen karpuz kabuğunun birinden diğerine geçmek olacağından, her birinin de eşdeğerlikle bağlı olduğu denizi bir tekinden gözetlemekle yetineceğiz. Ama şiir şair ilişkisi, karpuz kabuğunun denizle sürdürdüğü biçimde mi gerçekleşiyor? Buna hem evet hem hayır diyeceğiz; ilk yargımız şairlerin şiiri nasıl algıladığından, ikincisi de şiirin gerçekte ne olduğuna vereceğimiz fenomenolojik yanıttan kaynaklanıyor. Yazdıkları şiiri ve Garipçilerin yerleşikçiliğini anlamak için, bütünden beriye gelmek ve şu konumlanma dediğimizin gerçekte ne olduğunu sorgulamamız gerek. Hemen, olgunun ne olduğunu araştırmak gerektiğinde, edimi kendi varoluşumuzla görmekten hoşlanan öznelcilikten sakınmak gerek. İşte, kendisine şiirin sorunları hakkında ne düşündüğü sorulan, şu entelektüel bilinç yoksulu, şiiri kendiyle aynı varoluş düzleminde bir öznelliğe indirgediğini bile görmeden, yenilgiyi ancak kendisinde tadacağımız savunma silahı, kararmış bahtlarımızın kurtarıcısı diye tanımlamakta, toplumsallığın üzerinde ve ona can veren bilgi düzeyine taşımaktadır. Şüphesiz, vahşi yerli de aynı cahillikle bir buğday ya da horoza tapınabilmektedir. Demek ki şiir de böylece, yanı başımızdaki şair için, yalnızca üzerine fikir yürütmeyip, kendisiyle dışsal ilişkiler de sürdürebildiği varlık konumuna gelmekte; beri taraftan, farkına varılmaz gerçek, şair de kendisinde var olmayan bir şeyi algılamanın edilgenliğinde hiç olup yitmektedir. Yaşam karşısındaki tanrı gibi. Bu durumda, şiir ve şair, yaşamla ölüm arasında görülecek türden bir karşıtlık içine girerler. Yaşam, insanın özgürlüğü karşılığında işlemekle cezalandırıldığı suç, kendi mülkünde kiracılığıdır, ölümle insanı ayıran bir köprü gibi sonulluğuna doğru varlığından kopmakta, özü tarafından emilmektedir. Şiir de, özündeki varlık nedeni olan yaratımsal bilgiyi kanıtlayan deney olup çıkmakta, kendisi olmadan yaşamın olanaksız olduğu tanrısal bilince, şaire bizi götürmektedir. Az önce onu öznel bir varlık gibi bize sunan, şu edebi düşünce fakiri, şimdi onu nasıl yarattığını, yaratılması gerektiğini, hatta bu yaratım bilgisinden yoksun yazmakla şairlikten nasıl uzaklaşıldığını anlatmaktadır. Dolayısıyla, şiire ilişkin bilgi, öznelliğe geçişte tersinmeyle bilgi şiire dönmekte, bu alçı kalıbına uymayan her şiir yaşam olanağından yoksun kalmaktadır. Ben, pekâlâ, oturduğum yerden, bu Schopenhauerci pesimizmin yaşamını ördüğü kötümserlik ağını görebilirim. İşte, yeni tanıştığı sevgilisine, daha görür görmez ayaklarının ne kadar büyük olduğunu söylemekte. Ruhuna kahramanca sızmak için yaşamının çıkış bulamadığı çemberini ona sunmakta, arabasını park edemeyeceğini söyleyen görevliye, tüketici duyarlığında koruduğu hukuk bilinciyle “hayır,” demekte, eve döndüğünde el çabukluğuyla kaleme sarılmaktadır: Bir daha asla aralayamazsınız içinizde yıllanmış takvimi / artık hiçbir odaya açılmayan bir kapı gibidir aşk. Maskaralıkla insancıllaştırılmış olsa da, vahşiliği benimseyemeyiz. Ama eğer şiir olacaksa da, o zaman şairin de vahşi yanlarını insancıllıkla kılıfladığını kabullenmek gerekir. Şu dizenin ardındaki saklı düşünü hukuk düzleminde gösterecek olmam, onun şiir olduğunu ispatlamaz, tersine mahkûmluğumun delilidir: Düzyazı yazmaktayımdır. Üstelik içerilmiş gerçek gelecek konumundaki okurun belirlemesine görünür olmadıkça sanatı dıştalamaktayımdır. Şiire ilişkin bilgimle, kuşkusuz, uzunlu kısalı, metal ya da ahşap, birbirinden güzel sandalyeler yapabilir, el gün beğensin diye kapıya atıp zanaatımı sergileyebilirim. Hatta ürünlerimi kataloglayabilir, ardıma aldığım çıraklarda velinimetimi gözlemleyebilir, namuslu bir zanaatkâr olarak geçinip gidebilirim. Ama sanatçı olduğumu düşünebilir miyim? Ustamdan edindiğim yöntemi geliştirip değiştirdiğim, çıraklarım da aynı toprakta değişik usullerle, farklı mahsuller ekip biçtiği, hatta toprağın içyapısında başkalığa yol açtıklarında bile, bir sanatsal devinimden söz etmemiz olanaksızdır. Edimime ilişkin bilgim, onu bir sandalye gibi üretmemi sağlamakta; ama sanat olma özelliği kazandıran varoluşu vermemektedir. Tanrı neden tanrı olduğunu bilmemektedir. Şairin şiire ilişkin üretim bilgisi de, ona birbirinden güzel şiir yazdırmakta; ama şiirin üretim yollarına ilişkin asalaksı bilgiyi, şiirin kendinde ne olduğu bilgisiyle karıştıran öznel yanılgıdan kurtaramamaktadır. Böyle bir bilginin her zaman nasıl olası olduğunu söylemek mümkün. Ancak işin başında düşülen şu yanılgıyı, şiirin ardında bir şair doğasının var olup olmadığını gözden geçirmek gerek. Daha doğrusu, kendiliğindenliği içinde böyle bir doğa var mıdır? Şiir yazmadan da şair olunabileceğini söyleyen Dağlarca'nın yorumu, şiir hakkındaki bilgisizliğin nitelikli bir kanıtıdır. Zaten bilgi olmamasıyla yorumdur. Bu, daha işin başından iş dışına düşmekten, eylemin berisine şairi, ötesine şiiri yerleştirerek onu Platoncu devinimsizliğe indirgemekten başka bir işe yaramaz. Dağlarca, yüzücü olmak için denize girmek gerekmez, dememektedir. Tersine, uykudayken bile sudan çıkılmadığını bize öğütlemekte; ama suda olup biten her şeyi ardından yarı görebildiğimiz bir bilinci de, şiirle aramıza engel edip geçirmektedir. Böylelikle, şiir, kendisinden doğduğu ana rahmine bizi götürmenin aracısı olmakta, Dağlarca, sözünün ardındaki olumsuzlamayla olumlanmaktadır: Dağlarca da herkes gibi şairdir; ama hiçbir şair de Dağlarca değildir. Dağlarca, varlığının indirgenmez öznelliğine, şairce varoluşunun eriştiği kendiiçin bilincin özgün sesine bizi çağırmaktadır. Şiirini geliştirerek yaşamı algılayacağı ve algısı geliştikçe de yaşamı şiirleştireceği kendi sesine, yalnızca kendisini okurken duyacağımız damak tadına. Bunun, edebiyatçının girişimi için gerekli olduğu doğrudur; ne var ki edebiyatçı bu girişimin kendisidir de. İşin başında duran Dağlarca değil Fazıl Hüsnü'dür; onu kendine yönelttiği bakışından ötürü yargılayamayışımızın nedeni de bu, içinde yer aldığı bütünlük yönünden yargılayışımızın da. Fazıl Hüsnü, ona şiirin kavramlarıyla kimlik edindirecek dil evrenine doğru varlık koşullarından sapmakta, Dağlarca'nın bakışından, kavramları kültür öğesi olmayan yaşamla bir değilleme savaşımına girişmektedir. Şiirine edindiği ses imleci, dar gelen ayakkabı gibi yaşamına sığışmamakta, aklının ait olduğu yerle bedeninin ait olduğu yer arasındaki gerilme, sessizliğinin olumlanması aracılığıyla bir ses arayışı sürdürmektedir. Dağlarca bize, seni sevmiyorum, diyerek sevdiğini bildirmekte, seven Dağlarca'ya geriye dönüşlüğümüz için Fazıl Hüsnü sevgisizliğiyle ileriye gidişe itelemektedir. İletişimsizlik aracılığıyla iletişim kurmakta, B'den A'ya doğru varlığından koparmakla kendine bağlayan bir geriye dönüşlülük yaratmaktadır: “Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz / Biz neşatın da gamın da rüzgârını görmüşüz (Nabi) Ya da Turgut Uyar'da: “...İşte ben hep böyle garip mahzun Bir şey beklermişçesine yaşıyorum. Bazan öyle günlerim oluyor ki, Elâgözlüm, Ne oldu, nasıl bitti şaşıyorum... Bazı bilmem, gün nasıl başladığında, Kayıp kayıp gidiyor dünya bıkkın bakışlarımdan. Yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor, Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman...” Şiir, her tek dizede elveda yaşam, çiftte merhaba Tanrı demekte, ilk dörtlükle ileriye gidişle imlenen yaşam olumsuzlanırken, ikinciyle, olumlamak üzere imleyen şaire geri dönmektedir. Az önce yukarıda değindiğimiz, yaşamın ölüm karşısındaki anlamsızlığıyla bizi tersinleyen Schopenhauerci kötümserliğe de burada dönmek gerekir: Bir daha asla aralayamazsınız içinizde yıllanmış takvimi / artık hiçbir odaya açılmayan bir kapı gibidir aşk. Ya da bugünde gözlemlemek için, herhangi bir edebiyat dergisini şöyle rasgele aralamak yeter: Çizilmemiş haritaydı deli ırmakların peşinde aktığı sevgi / kendime dönüşte yol yorgunluğu bildiğim. Keza şair düzyazı biçiminde bir metinle karşımıza çıktığında, aynı kötümserlikle Nabi’yi yineleyerek şiir yazdığını görmemektedir. Örneğin: Yaşadığımız çağ insana ve iyiye ilişkin umudumuzu yeşertmese de / buna ilişkin umudumuzu kaybetmemek gerektiğini düşünüyorum. / Gündelik yaşam, özellikle 12 Eylül sonrasından beridir, pek çok nedenle bireye olumsuz etki göstermekte. / Ne var ki insan üstlendiği sorumlulukla bu çelişkileri dönüştürebilme gücüne sahiptir. / Bunda elbette toplumun da payı olacaktır / ama / bireyin takındığı ruhsal tutum asıl belirleyici olandır. / Kısacası, yaşamımızı saran sorunların şiire ve şaire olan yansımaları da tartışılmayı beklemektedir. / Bu bağlamda, şiirin düzenleyici bir bakış edinmesi ve şairlerin bu tartışmaya katkısı beklenmelidir. / Ne yazık ki tarafgirleri olarak böyle bir çabaya uzak olduğumuzu belirtmek zorundayım...” İşte bu yüzden, Garip şiirindeki konumlanmacı yapıyı daha iyi anlayabiliyoruz: 4 “İşim gücüm budur benim. Gökyüzünü boyarım, her sabah, Hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi.” (O. Veli) Yaşam çevresel bir fon olarak imlenen, şair, öznel olumlanmayla gerideki imleyendir. “İlkyaz geldi de geçiyor Kitaplarım darmadağın.” (M. C. Anday) Şiirin, kişinin kendi varlık koşullarından üreyerek onu şairleştireceği nesnellik karşısında, yazmaksızın var olan şair doğasını yaşama öncelemedeki öznel kaymaya ileride değineceğiz. Çünkü eğer başka koşullar altında, diyelim nesnesi kadın olduğunda, eşcinselleşme kaçınılmazdır; nesnellik, öznelliğe doğru onunla birlik oluşa ereklendirilmektedir. Dağlarca şiir olmayı istemektedir. Ama bu oluş, kendi diliyle betimleyebilmek ve yalnızca betimleyen dil olarak olumlanmak için, tanrı karşısında kendi varlığıyla lekelenmiş yaşamla girilen yadsıma mücadelesidir de. Başkasıyla kurulabilecek tek ilişki, reddeden ve köleleşen, yargıç ve sanık, efendi uşak ilişkisidir artık Dağlarca’nın gözünde. Şiirin ardında Dağlarca bildiğimiz bir doğa yerine Fazıl Hüsnü adında insan var ise, şiirde de, biçimlerle birlikte özün de kavranışında meydana gelecek bir değişiklik tarihten beri gerçekleşmemişse, o halde sorunumuz, zihnimizin değişmeyen imlemleri etrafında gelişen eylemler çokluğunun betimlenmesine dayalı fenomenolojik bir insan sorunu demektir. Yaşamımız, taşın düştüğü gölün dağılan halkalılığı mıdır? Ölçeği genişleyen ama içeriğindeki özgörüden ötürü yalnızca zaman- mekânsal biçimlerin değiştiği eylemlerimizin tözel metafiziğiyle edebiyatı ilişkilendirebilir, insanın insanca kavranmasına ilişkin felsefî bir bütünlenişe eklemleyebilir miyiz acaba? Şairin, söz konusu sorunun odağında çocukluk çağındaki insanla, insanın da edebiyatla ilişkisini varlıkbilimin gölgesinde araştırabilecek miyiz? Daha doğrusu, edebiyatçı kimdir? (Akatalpa dergisinin Mayıs 2010 tarihli 125.sayısında yayımlanmıştır.) Arda Cevahir
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR