Şiir insanlığımızdır Cengiz Bektaş kimliğimiz / Tahsin Şimşek
Derine inen en sağlam köklerimden biri kurudu bugün. Tepe dalım, artık daha sarkık. Kolay değil belleğimi besleyen damarlarımdan birini yitirivermem. Cengiz Bektaş, benim belleğimdi. “Afrodisyas belleğim, kimliğimdeki o halk belleğim…”Onun Afrodiyas için düşürdüğü şu iki dizeyi, bağlamından koparıp sık sık kendimle de özdeşleştiririm: “Ben onun sonrası mıyım / O benim geçmişim mi” Dönüp dönüp okuduğum yazarlar vardır: Melih Cevdet Anday, Muzaffer İzgü, Salah Birsel, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Tekin Sönmez, Osman Şahin… Her birinden en az on on beş kitap. Hem yazın adamlığı, hem bilgelik söz konusu olunca, Melih Cevdet Anday, Vedat Günyol ve Cengiz Bektaş’ı daha üstlerde, ayrı bir yere koyarım kuşkusuz. Dahası şu da bir gerçek, Cengiz Bektaş’ın, benim yüreğimdeki yeri bir başka; çok özel-özgün oluşuyla. Çünkü buluşma noktalarımızözdeş; konuda, duyarlıkta, “Bir Yerli Olmak”ta… “Afrodisyas, mitoloji, ‘Kültür Kimliğimiz’, şiir”de… Bu nedenlerle de kuşkusuz en çok okuduğum yazar. 26 kitapla. “Mesleklerin en güzeli insanlıktır.” diyen odur. Siz, bugüne değin Cengiz Bektaş gibi “dili ve düşüncesi koşut”, kaç mimar, şair, aydınla karşılaştınız? “Bütün insancalıkları içinde taşımak” gerçekten o denli kolay mı? Onun şiirinde, mimarisinde, düşüncesinde, sofraya elini uzatışında, dostuna merhabasında… O, “Biz bu doğruyu yarın ahrette mi söylecez?” diyen Denizlili Kasap Ali Amca’nın ta kendisiydi bir ömür. “Şiir, ozanın gerçek yaşamıdır.” derken, sözünü ettiği, salt şiir değildi kuşkusuz. Sözünü ettiği, her yerde aynı adam olmaktır, dahası her adımda. O, “… güne bir ağız seslendi” hep “İnsanlığı unutma ha / Unutma ha insanlığı” çağrısıyla. O, “Sevmek işimiz” dedi hep. Bir halayda buluşturmaktı ereği, “Elimizin usumuzun emeğini” “Bizden olanı / Dosdoğru sevmek”le Ve şiirde, “Yerimizi yurdumuzu / Suda yelen ateşte / Sevmek birliğimizi” diyen bir türküye dönüştürerek… Pek çok yazımda ve şiirimde Cengiz Bektaş vardır. “Cengiz Bektaş Şiirinde Afrodisyas (Çağdaş Türk Dili), Cengiz Bektaş’la Anadolulu İnsan Olmak (Şehir), Cengiz Bektaş’la Eyleme Geçen Bilgi (Şehir) başlıklı yazılarımla, Cengiz Bektaş ustama gönül borcumu ödemeye çalışmıştım. “Afrodisyas Uğurum Benim” ve “Eros” şiirlerimde adı geçer. “Bir Gökyüzü Sohbetinden” ve “Sebasteyon Dersleri” şiirlerimse kendisine sunulmuş birer sevgilemedir (ithaf). Bilgisayarıma “bul” dedim; 11’i kitaplarımda yer alan, tam 45 yazımda, adının geçtiğini, kendisinden söz ettiğimi gördüm. Acıyla kaleme alınan bir yazı, ne denli nesnel olur bilmem. Bu yazıyı yazmam gerekti.Yazdım. İki yazımda “Cengiz Bektaş’la – Anadolulu İnsan Olmak – / Cengiz Bektaş’la Eyleme geçen Bilgi”de, 21 kitabından söz etmiştim. Bu yazımda, hem “İstanbul, Denizli, Bedri Nakışlı Bir Deneme, Bu Ezgi Kimin, Sevgi ÖrülünceYapıda”ya değineceğim[1]; hem bize bıraktığı kulağa küpe iletilere. *** Aıgına, Poros, Hydra Midilli Sakız’daki o “sakız kokulu Ege” betimlemesini günlerce yineledim. Bir kitap, sadece böyle üç sözcüklük bir güzelliği yakalamak için de okunabilir. Ancak her biri bir savsöz kıvamındaki, aşağıdaki on tümceyi, özellikle seçtim. Hem bir ömrün özetini yapmak, hem onları, duyarlı belleklere emanet etmek için. - “İnsan, insan içinde daha çok insan olur.”/ İnsanı Kent Yarattı” (Anlamıyorlarsa Anlatamıyorsun)Korona günleri gösterdi ki insan olmamıza daha bin fersah var. Çünkü kentlerimiz, hâlâ kent değil ki insanımız insan olsun. - “Yeter ki Sormayı Unutmayın” (Anadolulu İnsan Olmak)Bu değerli uyarıyı, yalnızca bu kitap bağlamında düşünülmemeli.Evet, Anadolu, toprağın ilk sürüldüğü, ilk yerleşmenin gerçekleştiği yerdir. Elbette değer bilene! - “Eyleme geçmeyen bilgi, bilgi değildir. (Bir Yerli Olmak):Buna inandığı için hiçbir toplumsal eylemin dışında kalmadı. TMMO’nun en etkin üyesiydi. Gezi onu iyice heyecanlandırmıştı.O Korona Günlerinde parklarda oturmakta direnenler gibi bir yaşlılığı hiç yaşamadı. - “Öz, biçimini kendi alır gelir.” (2018 Dünya Şiir Günü Bildirisi) - “Kültür, yaşamı olanaklandırmaktır.”(Kültürümüz – Kimliğimiz): Bu söz, Nusret Hızır’dan ödünçlemedir - “Her olay karşısında, şu bu olmadan önce ‘insan’ olmayı bilmek gerekir.” (Yaşanası Kent) - “Gelenek ancak bugüne gelebilmişse gelenektir.” / “Bilim var olanı saptar, oysa sanat yaratmaktır…” (Her Şey Bir İnsanı Sevmekle Başlar) - “Mesleklerin en güzeli insanlık.” (Bedri Rahmi Nakışlı Bir Deneme) Bir başka noktaya daha dikkatiniz çekmek istiyorum. Arayıp tarayın, kitap adlarında sevgiyi bu denli somutlayan başka bir yazarla karşılaşacak mınınız? Bu işten sen anladığına göre sen söyle be“Sevican”.[2]Sevgi Alnımın Teri, Sevgiyle Yap, Sevgiyi Paylaşalım, Her Şey Bir İnsanı Sevmekle Başlar, Sevgidir Her İşin Başı… Sen söyle “Safo”, hepsi de “Yeryüzünün Yüreği”ne serilmiş “Barış Sofrası”ndalar değil mi? O sevgi adamı beş on gün daha yaşasaydı, bir şair – mimara yakışan Nakkaştepe’ye göçüp gitmeseydi, bu korona günlerinde, “doğa kıyası, dizginsiz tüketimi, kuralsız yaşamı, naylonlaşmış ilişkileri, betona tutsaklığı, postmodern mimarisi…”; dahasısalâlı-dualı sağaltıma aminiyle, bu duruma doğrudan neden olan insanoğluna, bir değil, birden çok diyeceği olurdu kuşkusuz. *** Haydi, şimdi de şu beş kitapla bir yolculuk yapalım. Kapısına, bir demet çiçek daha bırakalım. İstanbul: “İstanbul Neden Bu DurumaGeldi” sorusuna yanıt aşağıdaki tümcelerde: “Hitit kralı söyle söylüyor: “Aç köpeklerdiniz. size iş buldum, size aş buldum. Günümüzün yöneticileri de diyor ki: “Falan meydanı açtım, falan yolu açtım.Dinlediğinizde sanki Tanrı konuşuyor sanırsınız. Halkın karar oluşturmasına, yönetime katılmasına hiç olanak sağlanmamış… Bu düşünülmemiş bile. (sayfa 10)”[Halkınkini bırakın, şimdi parlamentonun katılması da yasaklanmış durumda.] Dahası “Bizim için hiçbir çağda doğru dürüst bir kültür yorumumuz olmadı. (…) hiçbir partinin izlencesinde kültür izlencesine yer verilmedi. Her şey ekonominin dümen suyuna göre yapıldı. (sayfa 10)” Doğru. Somut örnek mi? Küllük, İkbal, hatta Baylan gibi kültür odaklarını bu nedenle kaybettik. AKM’yi bu nedenle yıktık. Çiçek Pasajı’nın, bir zamanlar şairlerin mekânıyken, şimdilerde özenti düşkünlerinin uğrağına dönüşmesi bu yüzden. Evet, Eminönü Meydanı’nda o kuşlara yem atanlardan hiçbirinin “kuşevleri”iyle ilgili bir bilgisi yok, başını kaldırıp gördüğü de… Dün, “İstanbul Kentliliğin Okulu”uydu.Bugün, gelenleri kentleştireceğine, kendisi köyleşip gidiyor.“İnsan içinde, çakıl taşları gibi birbirlerine sürte sürte insan olur insan. (sayfa 61)” olduğuna göre, mimar ve aydın Bektaş’ın seher umudu odur ki, “İstanbul, bir gün onları da insancıllaştıracak”tır((sayfa 58)”. İstanbul’a “Bizans adı 19. Yüzyıl tarihçilerince, Roma döneminden ayırmak için konmuş.” Çünkü “O günlerin İstanbulluları kendilerine Romalı derlermiş. Bugün de öyle deriz. Onlar Yunan değil Romalıdırlar. (sayfa 63)” Demesine deriz de ne var ki sapla samanı birbire karıştıran hâlâ ne çok! “Grek-Helen-Yunan” ile “Rum”u karıştıran ne çok arkeoloğumuz, aydınımız olduğunu, bir ören yerini gezerken kulak kabartmanız yeter. İstanbul, her şeyden önce Sinan’ın kentidir. Sinan’ın mantığını doğru algılamak gerekir. Daha güzelden önce insana daha yararlı olanı, yeğlemek gerekir; Yerliyi, insancayı… Bektaş ustanın betimlemesiyle, “Kapalıçarşı, İstanbul’un çeyiz sandığıdır.” İstanbul, dün bir açık hava müzesiydi. Son otuz kırk yılda,her yeri, her şeyi gökdelenler arasında boğduk. Gerçekten çok zengin müzelere gereksinimiz var. Kent insanı için, müzeler, görsel yenilenme yerleridir. O’nun her tümcesi bir katkıdır. Bilgelik budur işte. Keçi derisinden yapılan Bergama kâğıdının (pergament – pergament) yani parşömenin öyküsünü O’ndan öğrenmek bir başka güzeldir. 476’da 20.000 betikli bir kentmiş İstanbul. Fatih’in ilk işlerinden biri de 1459’da Eyüp Betikliğini kurdurması olmuş. 1950’lerde 1 milyon nüfuslu İstanbul’da, 120 çocuk kitaplığı vardır, 2003’te 65’e düştüğünü öğrenince irkildim ve üzüldüm.Açtım bilgisunara sordum, bugün bir elin parmaklarından birazcık fazlaymış.Eh,kitaba, kitaplığa ne gerek var, Google Amca’mız var ya(!). Kanal İstanbul’un, İstanbul Kanalı denmeli, tartışıldığı bu günlerde onun “Boğaziçi” yazısı, herkes bir kez daha okunmalı. Boğaziçi, “Asya ile Avrupa’nın, Mikelanj’ın resmindeki İsa ile Pederin parmakları gibi birbirine değdi değecek olduğu yer… (sayfa 98)” Mitolojisi, tarihi, ekolojik yapısı, doğası, yalılarına dair bilgi edinmek için. Seve okşaya, insanca yerleşilen Boğaziçi’nin nasıl sıkboğaz edildiğini öğrenmek için. Boğaziçi’ni, sanırım bundan sonra ancakbonsailerde göreceğiz. Bodurlaştırılmış doğasıyla, güdükleşmiş insanlarıyla. Evet, o bodur dünyada, Türkçe de yok artık, Türkiye de!... “Plastikleşen İstanbul” yazısı, bana, hemencecik şu tümceyi kurdurdu. “Evlenmeyin bekarlar naylon kızlar çıkacak deniyordu. Naylon kızlar bir yana Naylon kentler çıktı. Seksshop yatağı gibi kentler.” Evet, caddelerdeki koca çınarların yerinde şimdi yeşili yeşil olmayan plastik ağaçlar var ve o ağaçlara sarılmış lambalar. Bu gerçeği Bektaş ustam şöyle somutluyor: “Plastikten bir duvar ışıklığının üzerine “Allah” yazılmış görse Karahisarî, nurunu döktüğü yazılar uğruna yitirdiği gözlerine yanmaz mı (sayfa 110)” Transpraşanlar,salt binalarda değil. Plastik kanserdir, İstanbul kanserleşmiş bir kenttir kuşkusuz. İhanet edenler, kendilerini biliyor… * Denizli: Çatalhöyük, Laodikya, Afrodisyas O’nun sevdalı olduğu antik kentlerdir. Denizlilidir; bir ayağı Babadağ, bir ayağı Buldan’da. Salbakos’un (Babadağ) arkası Afrodisyas. O’nun anlatımıyla, “Bu yöre, eskil çağdan beri doğa sevgisini, insan sevgisini dillendirip gelmiş bir yöre(Cumhuriyet, 19 Mart 2007)” Şükran Kurdakul’dan Egemen Berköz’e nice dostuyla, yazar ve aydınımızla Laodikya’da,Afrodisyas’taolduğunu biliyorum. Ben de elimden geldiğince onu izlemeye çalıştım, çalışıyorum. 70’i aşkın yazar şair dostumla Afrodisyas’ta buluştum. “Afrodisyas O Beyaz Merhaba”mın “merhaba”sı, biraz da bu buluşmaların anısına duyduğum saygının somutlamasıdır. Denizli, salt “Horozların Denizli’si değildir. Beycesultan, Apemeya (Dinar),Tripolis, Hierapolis (Pamukkale), Laodikya’sıyla farklı bir kenttir. O, Truva,Aphoridisias, Laodicea diyenlerden değildir. Troya, Afrodisyas, Laodikya der; çünkü 1071’den öncesi de bizimdir. “Laodicea’nın c’sini ‘s’ de okuyabilirsiniz ‘k’ de… ‘S’ okursanız sözcüğün anlamı ‘halkın sesi’dir, ’k’ okursanız ‘halkın adaleti’…(Sayfa 74)”Bugünkü dokuma kültürünün kökleri, ta Laodikya’dadır. “Strabon, bu yörenin yünlerini, bunlardan yapılan dokumaları pek övüyor. Romalı bir kadın için buradan getirilmiş bir Trimita’ya (bir tür giysi) sahip olmak pek önemliymiş. Herkes ‘bak bak’ diyormuş o günlerde… Bir ara kent bile Trimitaria (Trimita’nın yapıldığı kent) diye anılmış.((Sayfa 75)”Evet, O, “Ayrısı gayrısı olmayan insanın, üretenin tarihini yazmayı bilmeliyiz. (sayfa 125-126)” derken, biraz da tarihin bu gerçeğini vurgulamaktadır.Şimdi soralım, bugünün Denizli’sinde, tiridine banacak bir markamız, “Trimita”mız var mı? “Korkunç olan ölüm değil, ölüm düşüncesidir.” diyen Epiket’le de tanıştırıyor biziLaodikya’da. Halkı bilen, tanıyan üç beş aydınımızdan biridir Cengiz Bektaş. “İnsan ancak insan ilişkileri içinde insanlaşır. (Sayfa 91)” demenin halkçası, Egecesi (Denizlice – Aydınca) “Sen pazarda adam ağzı görmedin mi?” sorusudur. Bektaş ustam gibi, ben de çok severim bu deyimi.Yeri geldikçe kullanmaktan da hiç çekinmem. Cengiz Bektaş için, en başta gelen şey, bir kentin, toplumun kültür üretmesidir. Sanata ilgisi ve katkısıdır. Ve ayraç içinde eklediği gibi: “Sanat dediysem, şarkıcılık, türkücülük, bir çalgıyı tıngırdatabilmek değil elbette… sanat demek ‘yaratmak’ demektir. (Sayfa 102)” ElbetO’nu dinleyenlerden bolca, “Yaratmak Allah’a mahsustur!” diyen de çıkmıştır. Denizlili Bektaş,bir panelde, tekstil varsılı Denizlilere şöyle seslenir. İletisi, keskin ve kesindir.Bütün insanlığadır.Önce sorar Bektaş usta, “Varsıl olmaya para yeter mi?” Sonra da yanıtını verir: “İki anlamda yetmez. Para yetmez bir türlü para hırsını döndürmeye bu bir. İkincisi para yetmez trilyonlarınız olsa da, kendinize sonradan görme dedirtmeden, bencil olmadan, saygılı, sevgili yaşam sürmeğe.(Sayfa 103)” Peki o sonradan görmeliği yenmenin çaresi, örneği var mıdır? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Viyana Belediyesi’nin ne yaptığına bakmak gerekir: “Viyana Belediyesi bir soruşturma yapmış da sormuş halka. ‘Yıkılan kamu yapılarının onarımında hangi yapıya öncelik tanınsın?’ Yıkık dökük, camları bile olmayan evlerde yaşayan Viyanalıların yanıtı neymiş biliyor musunuz? Opera Binası. (Sayfa 103)” Homer’den el alarak savaşlara şöyle karşı çıkar:“Açık ya da saklı “Din” deyip ayıranlara karşı… Açık ya da saklı “Renk” deyip ayıranlara karşı… Açık ya da saklı “Irk” deyip ayıranlara karşı… Özetle ayırıcıların, çıkarcıların, hırsızların, gangsterlerin, yazdıkları tarihleri çöpe atmayı bilmeliyiz.” (Sayfa 125-126)” Ve bir başka yazısından da şu tümcelerin altını çizmişim: “Sözüm ona akıllıymışlar bu bombalar… Öldürmede kullanılan akıl, nasıl bir akıldır ki? (Sayfa 131) Onun Türkçe tutkusuna benim yetişebilmem pek olanaklı değil. İşte “Dilimiz insanlığımızın da ölçüsüdür. (Sayfa 103)” diyen ustamdan birkaç örnek: bağdar(besteci), bilisiz (cahil), beti (heykel), eskil (antik), güzelduyu (estetik), oylum, (hacim), özek (merkez),salkı (haber)… Tabela kirliliği için de şöyle der: “Aşağılık duygusunun bu kertesini sömürgelerde bulamazdınız geçen yüzyılda. (Sayfa 136)” Kokakolanizasyon”dur bunun adı. “Türkiye’ye dışardan girilir.” diyen Aziz Nesin tam da buna dikkati çekmektedir. * Bu Ezgi Kimin: “Utanıyorum”la başlıyor bu kitaba. Elbette “Şu taşları Yunanistan’a versek de kurtulsak (Sayfa 12) diyen kırk elli yıl öncenin Kültür Bakanı’ndan, Yortanlı Barajı’nın yapımını çabuklaştırmak için “Allionoi diye bir şey yok.”(Sayfa 13) diyen o aklı evvel, tam odunluk o Orman Bakanı’ndan. Ve şöyle bitiriyor yazısını “Utanıyorum demek yetmiyor duygularımı anlatmaya… Kendimden uyanıyorum herkesten önce. Böyle bir ülkeye değer miyiz?’ diye düşünüyorum kimi kez.. . Şu günlerde Allionoi! Hasankeyf mi gelecek ardından? Daha nelerimizi yok ediyorlar bilseniz…(Sayfa 13)” İyi ki, Ekim 2019’da bir kez daha gördüm Hasankeyf’i; onuda vakitsiz anılarımıza gömdüler üç beş ay sonra! “Kuvayı Milliye” başlıklıyazısında Nâzım’dan yaptığı alıntıyla seslenir okura: “’Domuzları patatesle, insanları sözle besliyorlar.’ Böylelerinin yalancılıklarını halkın anlayacağı gibi anlatmadıkça, onların anlayacağı gibi yüzlerine vurmadıkça kurtulamayacaksınız bu kişilerden. Gerçekten Kuvayı Milliye günlerindeyiz bir daha. (Sayfa 17)” Kuvayı Milliye günlerinde olduğumuzu, belki Yörük Ali’nin baldızının yamalı şalvarını, görürsek algılayabiliriz.O şalvar, Çine Kuvayı Milliye Müzesi’nde. “Yaşama Kültürü” başlıklı gazete yazılarının gerekçesini, onun şu tümcelerinde buluyoruz: “Kültür kirlenmesiyle başlıyor her şey diyorum yıllardır… Kültür kirlendiği için toprak, su, hava kirleniyor diyorum. ‘Kültür kirlenir mi?’ diyorlar… Çağdaş eğitimden geçirmezseniz insanları, onları yüzlerce binlerce yıl önce yaşanmışlıkların etkisine bırakırsanız öyle bir kirlenir ki…(Sayfa 25) birileri çıkıp şimdi sen 1400 yıl önceye mi dil uzatıyorsun diyebilir. Bu ülkenin yitirilen, sahiplenilemeyen her değeri, O’nun hiç dinmeyen sızısıydı. “Biliyor musunuz, başka ülkelerdeki tam kırk müzede Troya müzelerinden çıkmış yapıt var. (Sayfa 58)” “Troya’nın Sahibi Kim?” başlıklı yazısını, bu ülkenin kültür politikasını belirleyenler, arkeoloji eğitiminden sorumlu olanlar dönüp dönüp okumalılar. Elbette laftan anlarlarsa. “Durdançüşten” dememek için kendimi dizginlemeye çalışıyorum.”Troya’ya son yıllara gelinceye dek ‘Troia’ deniyordu. Kültür bakanlığında bile. Azra Erhat yazdı çizdi: ‘Etmeyin eylemeyin’ (…) Neyse ki Manfred Osman Korfman bulguları, saptamalarıyla kanıtladı Hitit Kültürünün ürünü olduğunu. Anadolulu olduğunu. (Sayfa 60-61)” “Bu Ezgi Kimin?” Örneğin “Üsküdar’a gider iken” kimin? Midilli’nin, Üsküp’ün, Saraybosna’nın, Belgrat’ın; Bulgar’ın, Türk’ün… Midilli’de aşk şarkısı, Üsküp’te kilise, Saraybosna’da Müslüman ilahisi… Bu şarkı kimin, coğrafyanın. “Oda, soba, meydan, kale…”de. İstanbul’un “Siluet”ini herkesler gördü de birileri görmedi. “L’Corbusier, daha 1911’de yeryüzü mimarlarına şöyle seslenmişti: Siluetin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız İstanbul’u görmelisiniz. (Sayfa 103)” İtalyan Mimar Picinato’nun gördüğünü kimseler görmedi: “Doğanın size verdiği İstanbul gibi bir ‘nimet’i. kendi ellerinizle yok ediyordunuz. (Sayfa 103” O nimete Çamlıca Camisi dahil değildi. Oysa “Onun siluetini Osmanlı, yüz yıl gibi kısacık bir sürede kendinden öncekilere saygı göstererek, kendinden etmiştir. (Sayfa 58)” Bir de Osmanlılıklarıyla övünürler! Övündükleriyle kalsalar da bir de kibirlenmeseler. O’nun her satırında bir zenginlik bir çağrıştırm var. Mustafa Kemal’in, “Öğretmenlik yapabilecek olanları savaşa değil de öğretmen olarak gerek duyulan yerlere yollaması da bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermez mi? (Sayfa 133)” Nâzım ile Vâlâ Nurettin’in Bolu günlerini anımsadım bu tümceyle. Bu önceliğin gerekçesi, Mustafa Kemal’in, Milli Eğitim Bakanı’na söylediği şu uyarıdadır: “İnsanımızı eğitecekseniz ya doğru dürüst eğitin ya da dokunmayın onun halk kültürüne. (Sayfa 134)” O doğru dürüst eğitimin programı da yapılmıştı kuşkusuz. Ağaların beylerin ödünün koptuğu Köy Enstitüleri… * Sevgi Örülünce Yapıda (Mimar Sinan): Bir mimar olarak O’nun şu soruyu sormak zorunda kalması, çağımız için ne acı! “Münihte misiniz, İstanbul da mı, Bağdat’ta mı?” Çünkü kentler bir birinin bir örneği artık. “En zor olan, sabah uyandığınızda otel odasında, çevreye bir süre bakıp da gene de nerede olduğunuzu bilememek… (Sayfa 12)” Bilmiyorlar ki bugünün mimarları, şehir planlamacıları, belediye başkanları, “Kısa gün kârı, uzun süre için geçerli olmayacaktır... (Sayfa 14)” Evet, “Avrupa da Arabesk” artık! “Koca Mimar Sinan kalksa da, bir Osmanlı tokadı aşketse, ‘Bre cüceler, bir parmakçık ilerlemediniz mi benden beri?’dese haksız mıdır? (Sayfa 19)” Mimar Sinan’a öykünenleri alkışlayanlardan geçilmiyor ortalık! Bir örneği Ataşehirde, bir başkası Çamlıca’da… Moderni algılamayanların yapay ürünüdür postmodernizm.İoannaKuçuradi’nin dediği gibi, “bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltme”dirpostmodernizm. Arabeskleşme. Bektaş usta, hamsi diyarı Akçaabat’ın köfteci olup çıkıvermesini, bir örnek olarak koyuveriyor önümüze. Edirne bimarhanesi (sayrılarevi), sevgi ile örülen yapıların bir örneğidir. Mimar Hayrettin’den Sinan’a, Ser Mimaran-ı Hassa Sinan’danCengiz Bektaş’a… Ama hepsi birbirinden farklı. Özetle Anadolu, el el üstünde kimin eli var diyenlerin yurdudur. Bu coğrafyaya yakışan bir olgudur bu.“Sinan gökten zembille inmedi. (Sayfa 58)” diyebilme erginliğine ulaşmadır bu. Megaronla başlayıp Prien’i yaşayıp, ahşap çatkılı Akdeniz evlerinden bu günlere gelen. Evet, “Sinan’ın yapılarını sayıp dökmek bile zor. Dile kolay 84 cami, 57 medrese, 51 mescid, 7 Kur’an okulu, 22 türbe, 17 halk mutfağı, 3 hastane, 5 suyolu, su kemerleri, 8 köprü, 18 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 46 hamam, sayısız çeşme, sebil vb. (Sayfa 63)” MoğlovaSukemeri’ni görmek bile yeter, “Sinan, mimardan önce mühendistir. (Sayfa 95)” demeye.Dönüp bir daha bakarsak, geleceğe saygılı, kimlikli bir toplumun aynasını görmez miyiz bu dökümde. Yirmi beş otuz yılda İstanbul’u, İstanbul olmaktan çıkarmaya hiç benzemiyor değil mi? İstanbul’dan söz edince, salt renkkörü değil, Bektaş ustanın nitelemesiyle “su körü” bir toplum olduğumuzu yadsıyamayız artık. İstanbul’u otuz yıl kesintisi yönetenler, unutmuşlar mıdır bilmem, o dillerine pelesenk ettikleri “medeniyet”in ne olduğunu? Anımsatalım, “Medine ‘kent’ demek… Medeni, Medineli eş kökenli sözcükler. Kısaca uygar (medeni) olmak için Medineli (kentli) olmak gerekiyor. (Sayfa 66)” Evet, hacca ya da umreye gitmekle hemen kentli olunmuyormuş; medeni de… Bektaş, 2001 Ağahan Ödülü’nü, Akdeniz Üniversitesi Olbia Sosyal Özeği ile aldı. 1985’te de aday gösterilmişti bu ödüle. 1965’te, yedek subayken Etmesgut’ta yaptığı camiyle. Çağdaş bir yapıydı o cami.O günün Genelkurmay Başkanı, “Bunun için çağdaş bir imamı nereden bulacaksın? (Sayfa 79)” diye de sormuştu. Haklıymış! * Bedri Rahmi Nakışlı Bir Deneme: Bektaş ustamın en eski metinlerinde oluşan bu kitabı, en sona bıraktım. Bir ömrün aydınlığını, tutarlığını, yurtseverliğini hep birlikte görelim diye. “Yetmez ama evet”çilerden biri, ola ki, bu yazıyı okursa, okuyup okuduğuna pişman edebilir miyim diye. Kitap, Azra Erhat’ın bir mektubuyla başlıyor. Bektaş usta, Azra Erhat’ın manevi oğludur. Kitabın tek öznesi var,Bedri Rahmi. 6 Ekim 1975’te başlayıp 11 Ekim’de biten on “günlük”.Dört tanesi 9 Ekim tarihli. Mavi Yolculukla, Denizli Çarşısı’yla zenginleşen anılar, düşünceler, şiirler… Ve “Türkü, nakış alıp hiçbir şey veremediğimiz köylüler (Sayfa 37)” Kütahyalı Hüseyin de onlardan biri… 1975’te kapitalizmin, “vurgunu nasıl azgınlaştırdığını” bir Mavi Yolculuk izlenimi olarak şöyle not etmiş ustam: “Çalıp çalıp götürdüler, müzelerini doldurdular geçen yüzyıl… Şimdi çağ değişti… Artık yerinde el koyuyorlar istediklerine… (Sayfa 29)” Gerekçesi, bir Kanadalının şu sözünde: “Avrupalı, olmayan kültür geçmişini bir yerlere bağlayabilmek için aranıyor, çırpınıyor; siz, her şeyin ortasındasınız, kökünüzün nerelere uzayıp gittiğini bulmak güç, onlara benzemeye çalışıyorsunuz. Bir yapmacıklık, bir özenti…Anlamıyorum bunu… (Sayfa 30)” Anlayabilmek için önce insan olmak gerekiyor.Birinin size “İşte İnsan” demesi…Unutmak olasımı şu tümceyi: “Mesleklerin en güzeli insanlık. (Sayfa 33)” “Geçen yıl Desanka[3] demişti ki bana: Biliyor musun Sırpçada çoğu sevgi sözcükleri Türkçedir. (Sayfa 44)” Hangi Türkçe mi? Yanıt, elbette Bedri Rahmi’den: “Dilimize düşen ilk mübarek cemre / Bitip tükenmeyen Yunus Emre (Sayfa 86)” *** Cengiz Bektaş şiiri de Türkçeye düşen cemrelerdendir. Nokta öncesi, bir kez daha “Yaşarken söyleyelim doğruyu.” En doğruyu: “Ne yürek yangını bilirler / Ne can yongası / Ne can yongası / Ne can suyu / Varsa yoksa kendileri / Dinlence mi / Bayram mı / Var mı yoğa mı // Bir küçük yalan söylesek / Hemen burnumuz uzar / Yalanlar söylerler uzamaz burunları / Ne sorgulanır ne yargılanırlar / Sorduğumu duymazlar / Duysalar umursamazlar / Olsun / Yaşarken söyleyelim doğruyu” Merhabası boldur Ege’nin, yılın on ayı sokaktayız biz ve hayatta. Duyacaktır elbet ustambeni: Merhaba!... (Berfin Bahar, Sayı 266, Nisan 2020)
YORUMLAR