Sevmek bir başka güzel / Tacim Çiçek
Yüreğindeki gerçek aşkı ortaya çıkaracak bir kadına rastlamadıysa bir erkek, bana göre ucunda hiç ışık olmadığını sandığı hayat tünelinde kendi karanlığında yaşar. Kaderi sanır bunu. Ve her erkek gerçek aşkla hayata doğar. Yani hayat, gerçek aşkla başlar bir erkek için. İşte ben de bu sözünü ettiğim erkeklerden biriymişim. Biriymişim diyorum çünkü bilmediğim bu gerçekle beni küçücük ama ışıktan bir kuş yüzleştirdi? Nasıl mı? Söylediğim gibi, kendi karanlığımda ucunda ışık olmayan hayat tünelinde günlerimi kanıksadığım biçimde sürdürüyordum. Hayat takviminden günleri son saniyesinde kopartıp sırtımdaki yaşanmış günler sepetine atıyordum. Her ne kadar da bir peygamber “iki günü aynı olan zarardadır,” dese de; birbirinin aynısı yaşanmış günlerin ağırlığı arttıkça kendimde bir bıkkınlık duyumsuyor ve bu kısırdöngüden bir an önce kurtulmak istiyordum. Özel bir çaba harcamıyordum sevmediğim bu hayattan kurtulmak için. Bunu benim yerime zalim zaman yapıyordu zaten. O, usta ve işini seven bir işkenceciydi Ben de işkence edilmekten zevk alan biriydim sanki. Kandırılarak soğuk suyla kaynatılan bir kurbağa da bendim belki de zalim zamanın elinde. Ve öğrendiğim gerçeklilerden biri de, siz hayat için bir şeyler planlarken başınıza gelenlerin toplamından başka bir şey olmamasıydı hayatın. Birbirinin tekrarı olan günlerin bir sarmaşık gibi beni sardığını, soluk alamaz hâle getirdiğini nice sonra anlayacaktım. Kanıksadığım günlerin birinde dilimden düşürmediğim türkülerden biriyle hayat tünelinde dolaşırken -ki gözlerim içine doğduğum karanlığa alışmıştı neredeyse ve görme becerimi yitirmiştim âdeta- bir yarasa gibi kulağıma gelen kendi sesimle girdiğim yolu izliyordum. Nereye gittiğimi, niçin, hatta neden gittiğimi bile bilmediğim bir yoldu bu defa adımlamaya başladığım yeni yol. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ama sol omzumda bir şey hissettim. Usulca dokundum sağ elimin parmak uçlarıyla omzuma konan varlığa. Omzumda bir şey yokmuş gibi, her denememde kendi omzuma dokundum sadece. Oysa o oradaydı. Ürperdim. Heyecanlandım. İçlendim. Bana, kendine dokunmam yerine bakmamın daha iyi bir fikir olacağını söylemeseydi, bu hiç aklıma gelmeyecekti gerçekten. Söylediğini yaptım ve dönüp baktım. Onu gördüm. Gözlerime inanamadım. Bildiğim, okumalarımdan öğrendiğim hiçbir kuşa benzemiyordu. Küçücüktü ama ışıktandı. Şaşkınlığım, ürkekliğim geçti usulca. Bana, kendini anlatmasını istedim ondan. Kendini anlattı. Tuhaf ama onu anlıyordum. Aslında ucunda ışık olmadığını sandığım hayat tünelinin ucunda ışık varmış. Kendi de o ışıktan almış rengini. Işığı görmek olasıymış, ama ışığa dokunulmazmış. Ele avuca gelmezmiş. Su gibi. İstersem o ışığa ulaşabilirmişim. O ışıktan yararlanabilirmişim ve hayatımı karanlıktan, kanıksadığım günlerden kurtarabilirmişim. Çünkü insanmış kendine en büyük iyiliği de kötülüğü de yapan. Bu sevda için gönüllü olmak yetermiş. Ve bu sevda aslında içimde varmış. Ben bu sevdanın içimden çıkmasına engel oluyormuşum. Tanımadığım ve bilmediğim yeni yola da beni sürükleyen, daha doğrusu çeken içimdeki ışık sevdasıymış. Bu yola sevdalanan her insan ne yaparsa yapsın geri dönemezmiş ve sonuna kadar da gidermiş. İşte bu yüzden ben de sonuna kadar diyenlerden olmuşum. İşte bu sebeple kendisi, o ışıktan güç alıp bana gelmiş. Amacı ulaşamayacağımı sandığım tünelin ucundaki ışığa bir an önce ulaşmam için bana rehber olmakmış. Yarı yoldan dönersem de dönmemi engellemekmiş. Anlattıkça anlattı. Anlattıkları bana o kadar uyuyordu ki… Evet, mutsuzmuşum. Bir karanlık içinde yaşıyormuşum. Hayat tünelinin ucundaki ışıkla bir karşılaşsam bir daha ondan kopamazmışım. Ona, içimdeki ışıktan siluetten beni huzura boğan sesten ve yüzlerce güzellikten söz ettim. Dediklerimi hayat tünelinin ucundaki ışıkta bulabilirmişim. O kadar güzel anlatıyordu ki… Kendimi onun anlattıklarına kaptırdım. Onun anlattıklarına birdenbire, damdan düşercesine kaptırmadım tabii ki. Hani içinde oldukları soğuk suyla usul usul kaynatılan kurbağalar gibi oldu onun anlattıklarından etkilenmem. İçimdeki buzları eritti. Gözlerimdeki bağı düşürdü. Kendime ördüğüm duvarları, engelleri yıkmama yardım etti. İçimdeki kara perdeleri söküp atmama yüreklendirdi beni. Ve inanılmaz bir şey oldu. Nasıl oldu bilmiyorum, zaten anlatamam da, ama önce yavaşça sonra da uçarcasına koşmaya başladım. O kuş omzumdaydı. Minik pençeleriyle tutunmuştu bana. Kısa bir zaman sonra onun kanatları beni taşıyacak kadar kocaman oldu ve kollarımın yerini aldı. Bu müthiş bir şeydi. O mu ben olmuştu, yoksa ben mi o kuş olmuştum, inanın hiç bilmiyordum. Bunun bir önemi de yoktu üstelik. Sonunda hayat tünelinin karanlığını geride bıraktım. İnsanın gözlerini kör etmeyen aksine kendini insana sevdiren bu anlatılmaz ışıkla yüz yüze geldim. O zamana kadar içimde hissetmediğim ve hiç mi hiç bilmediğim bir huzurla doldum. Işığa bulandım. İçim dışım ışık oldu. Büyülendim âdeta. İçimdeki siluet dışarı çıktı. Karşımda benim boyumda bir kadına dönüştü bir anda. Yüzü ışıktandı, gözleri de… Saçı parlaktı. Ve içimdeki ses de karşımdaki kadının sesi oldu. Kendimi ondan alamadım. Gülen gözleriyle bakıyor, huzur veren dinlendirici sesiyle kendini anlatıyor, bir yandan da beni bırakıp ışıkla bütünleşen sevgili, sevimli kuş gibi kanat oluyordu bana, beni dünyasına götürmek için. Evet, ben de uçabiliyor muşum meğer! Bir daha ayrılmak istemediğim bu kadın içimdeki gerçek aşkı çıkardı. Yüreğime ektiği tüm güzellikler dudaklarımdan kulaklarına ulaştı onun. Konuşmayı ne çok özlemişim ben. Dilim çözüldü. Gürül gürül akan bir pınar oldu. Söylediklerim onun bana söylettikleriydi. Söyleyene değil de söyletene bak sözüne uygun biri olmak ne güzelmiş aslında. Ömrüm bin yıl olsa onun dünyasında ve onunla bana bir gün gibi gelecek biliyorum bunu ve de bu yüzden çok üzülüyorum. Gerçek aşka ölümsüzlüğe doğdum şimdi. Hayat hiç de karanlık değilmiş. Bana öğretilenleri ve o karanlık geçmişimde bıraktıklarımı yaşamamışım gibi. Beni aşka doğuran bu ışıkla yeni bir pencere açıldı önüme. Aşk, bana; aslında tuhaf bir Kâbe olduğumu bir ayna gibi göstermekle kalmadı. Bende her yöne onlarca pencere boşluğu açarak içimi ışıkla ve inanılmaz güzelliklerle doldurdu. Sonlu ve sınırlı olan bana can oldu. Ve içimde hissettiğim, ama dilimle diyemediğim binlerce şey kattı bana. Şaşkındım, sarhoştum âdeta. Bu güzel mi güzel bir düştü. Düş de olsa hiç uyanmak istemiyordum. Ve korktuğum başıma geldi. Bu güzel düş bitecek, bana bunu yaşatan her neyse o uyandı sanırım. Uyanmasaydı o şey ve bu hep sürseydi düş ya da gerçek olarak… Evet, düşündüğüm gibi. Her şey sonsuz ve sınırsız değilmiş. Karanlıkta akrep kötürümdü, oysa şimdi ve sevdiğimin yanında en hızlı koşucu. Kopartıp sırtımdaki yaşanmış günler sepetine atmak için beklediğim gün yaprakları öyle hızlı dökülüyor ki sevdiğimin yanında. Yetişemiyorum hızına günlerin. Her şeyin bir sonu varmış. Işıktan gözlerine baktığımda sevdiğimin bunu anladım ve ağladım. Acımı içime bir zehir gibi akıttım, ama ölmedim. Alıştım buna ve sonraki her şeye. Çünkü sevmek beklemek ve sabretmekmiş. Aralarındaki bağ acı da olsa bu iki gerçekliğin... Bu iki sözcük iki değirmen taşı. Hangisinin alt, hangisinin de üst taş olduğu önemli değil. Aralarında ayakta bir buğday tanesiyim. Onlar yaklaştıkça birbirine, ben büküleceğim, sonra uzanacağım yüzükoyun ve sonra da… Sonrası, bence önemsiz… O zamana kadar yaşayacaklarımı ve biriktireceklerimi götüreceğim kendimle. Orda da yalnız kalmayacağım böylece. Ve anlattı sevdiğim. Benden önceki yaşamında bağlarının olduğunu, onlardan hemencecik kurtulamayacağını söyledi, bir masalcı gibi; karşımda. Gözlerimin içine bakarak, sözler gözlere söylenirmiş çünkü. Sözcüklerle oluşturduğu fotoğrafları ve onun bu fotoğraflarda durduğu yeri gördüm. Ona inandım. Ondan bana hiçbir şey için söz vermemesini istedim. Ama sonsuza dek ona ait olacağıma o an söz verdim. Yalnızca tuttu elimi, sıcaklığını kanıma karıştırdı. Sımsıkı sarıldı. Gözleriyle vedalaştı. Işıklar içinde gitti. Ondan kalanlar birer anı olmadı hiç. Çünkü canlandılar hep. Onsuz günlerimi onunlaymışım gibi yaşamamı sağladılar. İşte bilemeyiz bazen düşler mi yaşadıklarımız yoksa yaşadıklarımız mı düş diye. Sevdiğimiz mi bizde yaşıyor, yoksa biz mi onda yaşıyoruz diye. Ve gelip gitmeler başladı karşılıklı. Ben onu önceki günleri içine alan büyük bir aşkla sevmeye ve yaşamaya devam ettim. O başka bir yerdeki hayatını sürdürdü bıraktığı yerden benden gittikçe. Ve bir gün o kuşun yanımda belirdiğini gördüm. Işık ülkesinde yalnız kalmaktan bıktığını beni de yanında istediğini belirtti. Bunun ne demek olduğunu ve hiçbir şeyin de karşılıksız olmadığını bir daha anımsadım. Üzülmedim. Onun bana yaşattıklarına bedel olarak benden istediğini seve seve vereceğimi biliyordu. Değer sevdiğim için vereceğim bedel. Birbirimizden uzak kaldığımızda, sevdiğim sesini yüzlerce kuşa yükledi ve onları bana yolladı, beni hiç yalnız bırakmadı. Ve son gelişinde dedim ki ona. Artık yorulma, çünkü sevdiklerin için yaşaman gerekiyor biliyorsun. Onlar senin gözlerin, ayakların, kolların ve de vazgeçemez olduğun tüm güzelliklerin. Yollarda perişan olmanı istemiyorum. Her an her şey olabilir. Sana mektuplar göndereyim. Bu daha iyi! Ve sen uçurunca kuşlarını yuvandan, o yuvada yalnız kalmak istemediğinde bir daha dönmemek üzere gel bana olur mu?! Bu sözlerime inandı ya da inanmış göründü. Yüzü gölgelendi. Sesi titredi. Ve beni sonuna kadar dinledi. Gidince bir daha gelmeyecekti. Gelmek istediğini çok defa belirttiği hâlde! Ondan iki şey istedim. Mektuplara hiç yanıt vermemesi ilk isteğimdi. Bir daha mektup yazmazsam bunu onun gelmesini istediğime yorması da ikici isteğimdi. Söz verdi ağlayarak. Ve ona kuşlarını yuvadan uçurmak için gerekli olan zamanı sordum. Yedi yıl olduğunu söyledi. Tam yedi yıl. Ben ona her haftaya bir mektup hesabıyla tam dokuz yılın tüm haftaları için mektup yazdım. Gece gündüz demeden ve hangi renkte kâğıt, kalem buldumsa… İlk başlarda uzun mu uzundu mektuplarım. Aradan zaman geçtikçe kısaldılar. Eciş bücüş, neredeyse okunmayacak biçimde yazdım. Zamanım azalıyordu. Zalim zaman daha da işkence yapıyordu. Gücümü emdikçe emiyordu. O kuş da acele ettikçe ediyordu. Candan bir dostuma emanet ettim ona yazdığım mektupları. Hangi sıklıkta göndermesi gerektiğini de tembihledim. Ağır bir sorumluluk üstlendiğinin farkındaydı can dostum. Son mektuplarımın birinde ona şunları yazmıştım: Sevgili Küçüğüm, Yalvarırım beni düşünme. Üzülme benim için. Seninle pişmanlık duymayacağım kısa ama zengin mi zengin, renkli mi renkli bir ömür yaşadım. Bilirsin hep aslolan uzun yaşamak değil, yaşadığın sürece keşkesiz ve dolu dolu yaşamak dediğimi. Sen hep hayat oldun ben de karşında ömür oldum. Beni bırakma hayat, dedim sen de hiç bırakmadın. Kendine güven ve olduğun gibi yürekli bir kadın ol. Sevdiklerine zaman ayır. Sen her iki dünyadaki sevdiğimsin. Şayet bir gün olur da sana mektup yazamazsam ve sen de merak edip gelirsen, bize ait olan ama her milimetrekaresinde senin olduğun o evde dilediğin kadar kalabilirsin. Her şey senin bıraktığın gibi duruyor olacak, unutma e mi? Ve senden bana gelecek olan gönül kuşunla biz bize bir hayatı kimseden korkmadan yaşayacağız sen aramıza katılana kadar. Ve burada da seni sabırla bekleyeceğim. Sevmek beklemek ve sabretmekmiş zaten biliyorsun. O ışıktan kuş bir daha belirdi yanımda. Ben o kuşun isteğine ancak üç yıl direnebildim ve sonunda boyun eğdim. İçimdeki kuş kafesimden çıkıp ışık ülkesine uçarken gördüm onun da omzuma konan ışıktan kuş gibi olduğunu... O gözden kaybolana kadar ben de bunları yazdım. Sana ulaştıran olur mu bilemem son anda yaşadıklarımı döktüğüm bu mektubu... Yine de orta yerde bırakacağım ilk yanıma gelenin gözüne çarpsın diye. Sonrası ona kalmış. Canımın içi, bilmelisin ki altı yıl daha güç ve yüreklilik olabilmişsem bıraktığım mektuplarla sana, ben seninle yaşarken güzellikleri elimi tutmuşsun gibi mutlu etmiştir beni bu çabam. Evet, sevmek gerçekten de bir başka güzel/miş. Tacim Çiçek Gercekedebiyat.com
YORUMLAR