Sanal ütopya olarak nostalji / Halit Payza
Nostos sılaya, vatana, eve dönmeyi, alagos acı’yı içerir.
Kökenbilimsel olarak nostalji, sıla özlemi, geçmişe ilişkin olmasına karşın şimdi duyulan özlem olarak adlandırılır. Antik Yunanca kaynaklı nostalji, nostos ve algos sözcüklerinin bileşimlerine dayanır. Nostos sılaya, vatana, eve dönmeyi, alagos acı’yı içerir. Bir duygunun nostaljik sayılabilmesi için özlem duyulanın geçmişte ancak özlemin başlangıcının bugün olması gerekir ve geçmişe özlem duyan, özlem duyduğu şeyden ötürü acı duyumsuyor olması gerekir. Nostalji, psikomatik nitelikli bir duygudur, dolayısıyla bir hastalık olarak da adlandırılabilir. Nostaljinin psikomatik bir hastalık olduğunu ilk kez 1688’de Johannes Hofer öne sürer. Hofer, nostaljiye ilişkin bulgularını bilincin, insan biyolojisi üzerinde etkinliğine ve bunun klinik olarak da ortaya konabilir olmasına dayandırır. Johannes Hofer, nostaljiyi klinik bir psikomatik sapma olarak adlandırdığı tezini yazmadan önce İsveçli paralı askerlerde gözlemler. İsveçli paralı askerler Alp dağlarında çobanların sığırları otlatırken çaldıkları bir tür üflemeli çalgıyı duyumsadıklarında, yoğun biçimde melankoli duyumsuyorlar, melankoli duygusu vücut ağrılarına, iştahsızlığa neden oluyordu. Hatta bu askerlerden bazıları ezgiyi dinledikten sonra intihar düşüncesine saplanıyorlar. Hiç kuşku yok ki günümüzde nostalji psikomatik bir ruhsal hastalık olarak adlandırılmıyor, ta ki biri bu anlamı içeren duygularla intiharın eşiğine sürüklenmediği, böyle bir girişimde bulunmadığı sürece. Nostalji iktisattan ödünç alınabilecek bir söylemle sınırsız istemlerin, sınırlı gerçekçilik engeline tosladığı yerdedir. Hofler nostaljinin sağaltımı için, İsveçli paralı askerleri memleketlerine geri göndermeyi önerse de 1733’de Rus orduları Almanya’ya girdiği sürede aynı nostalji hastalığı bu kez Rus askerleri arasında görülmeye başlıyor. Kimin aklına gelmişse çivi çiviyi söker örneği gibi nostaljik semptomlar gösteren ilk asker diri diri toprağa gömülüyor. Bu yöntem nostaljinin sonunu getiriyor. İşi garantiye almak isteyen Amerikalı bir askeri doktor olan Theodore Calhoun, Amerikalı askerlerin de nostaljiden müzdarip olmamaları için daha etkin bir çözüm buluyor: nostaljiyi erkeklik yoksunluğu olarak adlandırıp, işi kökten çözüyor. Calhoun korkuyu korkuyla yenmeyi amaçlıyor, erkeklik korkusuyla, eve dönüş özlemini ortadan kaldırıyor.1 Svetlana Boym için nostalji “insanın kendi fantezisiyle arasındaki aşk ilişkisidir.” Bu bağlamda Boym’un sözünü ettiği aşk ilişkisi fantastik bir aşk ilişkisidir. Narsizmle özdeşleştirilebilir, kendi sevgisi sayrılık olarak nitelendirilebilir. Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanındaki Miss. Havisham böyle takıntılı bir nostalji duyumsar. Varsıl yaşlı bir kadın olan Miss. Havisham artık eski görkeminden eser kalmayan neredeyse hayalet bir köşkte, üzerinde eprimiş, dökülmek üzere olan bir gelinlikle yaşar. Köşkteki saatler dokuza yirmi varken durmuş ve bir daha da çalıştırılmamıştır. Aradan geçen bunca zamana karşın saatler hâlâ dokuza yirmi varı göstermektedir. Yemek masasının üzerinde çürümüş, kokuşmuş, böceklenmiş yemekler konuklarını bekler gibidir. Miss. Havisham nostaljik takıntısı nişanlısının düğün günü kendisini terk ederek gittiği güne ilişkindir. Havisham nişanlısının gelmesini dokuza yirmi vara kadar beklemiştir, üzerindeki gelinlik düğünde giymek için diktirdiği gelinliktir, masadaki çürümüş yiyecekler düğün masasında yenilmek üzere hazırlanmış şölenden dokunulmadan kalanlardır. Dökülmeye yüz tutan köşk, üzerinden hiç çıkarılmayan gelinlik, belli bir zamanı gösteren, çalışmayan saatler, masa üzerindeki çürümüş yemekler nostaljik saplantının simgeleridirler. Havisham zamanın akışını orada dondurmuş, geleceği geçmişe kurban etmiştir. Başka bir nostaljik takıntı Woody Allen’in yönettiği romantik komedi fantezi Paris’te Geceyarısı filmindeki Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil karakterinde somutlaşır. Gil, nostaljik takıntıları olan genç bir adam, İnez’le evlilik hazırlıkları yapmakta. Evlilik öncesi Amerikalı Gil ve İnez Paris’te kaçamak bir tatil yaparlar. İnez’in ayakları yere sağlam basarken Gil’in gece yarısı Paris sokaklarında yaşadıkları 1920’lerin Paris’idir. Gil’e bu gece yarısı yolculuklarında ona Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald, Ernest Hemingway, Getrude Stein, Jean Cocteau, Thomas Stearns Elliot gibi şair ve yazarlar; Salvador Dali, Pablo Picasso, Hanri de Toulouse Lotrec, Paul Gouguin, Edgar Degas gibi ressamlar eşlik eder. Onu Paris sokaklarında düşsel bir yolculuğa davet edenler arasında film yönetmeni Luis Bunuel, müzisyen Cole Porter, Josephine Baker, İspanyol matodor Juan Belmonte gibi isimler de vardır. Gil için gerçek dünya ile nostaljik sanal dünya birbiri içine girmiştir. Gil ya nostaljik takıntısı içinde kalacak, gerçek dünya ile ilişkisini kesecektir ya da tam tersi… Her iki örnekte de görüleceği gibi nostalji, sağlıklı düşünmenin ötesinde, sanal bir ütopya vaat eder. Bu gerçeklik olgusunu yeterince tatmin edici bulmayan hastalıklı imgelem kendini istenilmeyen gerçeklikten koparmasının aracıdır. Uyuşturucuların kimyasallarla sağladığı gerçeklikten kaçış, imgelemin uyuşturucuya gereksinim duymadan kendi salgıladığı kimyasallarıyla daha sanal ama gerçeklikten daha doyurucu bir sana gerçeklik duyumsaması yaratmasıyla oluşturulan gerçeklik dışı gerçekliktir. Gerçek olmayan bir gerçek, gerçekten uzak ama gerçeklik hissi duyumsatan bir aldanış… Yapay bir cennet… Bu yapay cennette bireyi mutsuz kılan, umutsuzluğa yönlendiren ne kadar hoş olmayan duygu ve gerçeklik algısı varsa ortadan kaldırılmıştır. İmgelem bireye dikensiz gül bahçesi vaat etmektedir. Birey olmasını istediği bir dünyayı nesnelerden uzakta, kendi imgelemindeki nesnel olmayan imgeler aracılığıyla yaratır. Kant, somut imgesel bütünlüğün - bu kavramı ruhsal bütünlük olarak adlandırır- ‘kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın’, bu duyusallığın ‘belli bir ilişki içinde’ oluştuğunu söyler. Gerçeklik olgusu somut nesnelerden imgeleme yol aldığında orada belli bir gerçeklik ilişkisi içinde yorumlanarak somutlaşır. Kant anlama yetisinin görüden ya da duyusallıktan öte düşünme ve anlama yetisine sahip olduğumuz için ortaya çıktığını savlar. Nostaljide Kant’ın düşünme yetisi sanal gerçeklikle sakatlanınca, yanlış bir düşünme dizgesi sonucu, gerçek olan değil olması istenilen sahte anlama yetisi devreye girer ve gerçeklik çarpıtılır. Kant’ın söylemindeki gibi: “Duyusallık olmadan bize hiçbir nesne verilemez ve anlama yetisi olmadan hiçbir şey düşünülemez. İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görüler kördür.” Marks’ın ‘yabancılaşma’ kavramında olduğu gibi gerçek kendine yabancılaşır, kendi olmaktan çıkar, ötekileşir ve gerçek olmayana dönüşür. Gerçekliğin kendine yabancılaştırılması yıkıcı duyguların ortaya çıkmasına neden olur, birey bu saptırma ile geçici ama sahte bir mutluk algısı yaratsa bile gerçekliğin yeniden bilinci algılamasıyla artık haz vermekten çıkarak acı vermeye yönelir. Nostalji din gibi yıkıcı olabilir. Teolojik argümanlar kullanılarak söylenecek olursa, cehennemde yanmakta olan bir ruhun, cennette süt ırmaklarında serinlemesi olanaksızdır. Bunun en açık kanıtı Jim Jones’tu. Jones, 1977’de nostaljik/fantastik/ütopik cennet vaadiyle kendine bir din kurdu ve müritler kazandı. Onları sahte bir cennet nostaljisi düşüyle toplu intihara kadar götürdü. Richard Dawkins, “Bir Şeytan’ın Papazı”nda şunları yazar: “‘Peder’ Jones müritlerini bir araya toplamış ve onlara artık cennete doğru yola çıkmanın zamanı geldiğini bildirmiş. ‘Başka bir yerde,’ diye söz verdi ‘buluşacağız.’ Kelimeler kampın hoparlörlerinden dökülmeye devam ediyordu. ‘Ölümde büyük bir şeref var. Bu ölecek olan herkes için büyük bir gösteri.’”2 Jones’un İnsan Tapınağı tarikatı kendine merkez olarak Guyana’da orman içindeki Jonestows olarak adlandırdıkları bir araziyi seçmişti. Arazi üzerinde müritlerin yaşayacağı tahta barakalar inşa edilmişti. “Jones’un hayali burada tarikatıyla komünal bir yaşam sürüp medyanın ve halkın artan ilgisinden uzak kalmaktı. Fakat kasaba yaşamına geçince işler değişmeye başladı. Jones, ağırlaşan uyuşturucu bağımlılığını gizlememeye başladı. Müritlerine sık sık toplu intihar provaları yaptırıyordu. Tarikat mensuplarının yakınları dernekler oluşturup Jonestown’da insan hakları ihlalleri yapıldığını iddia edip bölgeyi ziyaret etmek için bir basın ekibi ve senatör göndermeyi başardılar. Ekip Jonestown'dayken her şey normal gözüküyordu, fakat birkaç kişi ertesi gün ziyaretçi ekibe artık oradan ayrılmak istediklerini söylediler. Ekip dönerken ayrılmak isteyenleri de aldı ve havaalanına gitti. Uçağa binerlerken kamyon üstünde İnsan Tapınağı tarikatı mensubu silahlı adamlar tarafından saldırıya uğradılar. 5 kişi hayatını kaybetti. Bu olayın patlak verdiği günün akşamı ise aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu 911 müridiyle birlikte Jim Jones, kasabasında aynı anda intihar etti.”3 Müritler siyanürlü kokteyl ve enjektörler vasıtasıyla intihar ederken, koltuğunda ölü bulunan Jones kendini silahla vurmuştu. Toplu intihar olayı Jonestown Katliamı olarak adlandırıldı. Hiç kuşku yok ki her nostalji psikomatik sapma olarak adlandırılamaz, günümüzde nostaljinin hastalık olmadığı söylenebilir. Kimi nostaljik duyguların esin verdiği insanları mutlu ettiği de tartışmaya gerek kalmayacak kadar açıktır. Ne var ki nostalji de madeni bir paranın iki yüzü gibidir, yazı ve tura, ya da ayın aydınlık ve karanlık yüzü gibi… Nostalji bizi uyuşturmaya yönelik sahte bir mutluluk hissi vaat eder, mutluluğu vaat etmez. Bizi geçmişte imgelemimizde saplantılı bir biçimde takılı kalmış an’a götüren söz, koku, ses uçucudur. Ona tutularak zaman içinde bir yoluculuk yapılamaz, Wells’in Zaman Makinesi bir ütopyadır ve öyle olduğunu biliriz. Ancak romanı okurken yolculuğa çıkmayız, onu okuyor olduğumuzu bilerek bir edim gerçekleştiririz. Bu nostaljinin gölgede kalan kara yanıdır ve şu nostalji denilen şey iki yüzü tura olan madeni parada yazının gelmesini beklemekten başka hiçbir şey değildir. Yitirmeye hükümlüsünüzdür. Halit Payza
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR