Petra’ya giderken… / Müslüm Kabadayı
-Üstez, kameranızı kapatın! -Ne oldu ki? -Burası Kral Abdullah’ın sarayı. Bu bölgede fotoğraf ve video çekmek yasak! -Öyle mi? Daha önce söyleseydin ya! -Ben fark etmedim ama bak istihbarat çeviriyor. O anda, birinci kur düzeyinde öğrendiğim Arapçayla kendimi nasıl anlatacağımın kaygısıyla bedenimi ter basmaya başladı. Taksi şoförü, bir süre İstanbul’da yaşadığı için Türkçe konuşabiliyordu iyi ki. İlk kez Amman’a geldiğimi, Lübnan elçiliğinden vize almaktan döndüğümüzü, Petra’yı gezdikten sonra da Beyrut’a gideceğimi bildiği için kolumdan tutarak: -Üstez rahat olun. Siz bana bırak, onların dilinden anlarım. Gerekmedikçe sen konuşma, dedi. Şoförün sakinleştirici ses tonuyla korkumun kaygıya dönüştüğünü hissettim. El çabukluğuyla kamerayı çantama koydum. Arkama yaslandığım anda, aracın önünde silahlı iki kişi gördüm, bir elin de yan tarafımdaki cama vurduğunu fark ettim. Bir anda nerden gelmişti bu el, anlayamadım. Şaşkınlığımı gören şoför düğmeye basarak camı indirdi. Elin arkasındaki bedeni, arabamıza doğru eğilen kafayı belleğime kaydetmeye çalışırken, onun davudi sesiyle sorduğu sorulara şoför yanıt vermeye başladı. Ses tonlarından ve yüz ifadelerinden durumun kötüye gittiğini, yolumuzu kesenlerin ikna olmadıklarını anladım. Üzgün bir bakışla bana dönen şoför: -Üstez korkma, bizi sorgulayacaklarmış. Arkaya geçmenizi istiyor. Çantanızı alın, hemen arkaya oturun, dedikten sonra ekledi. Aman bir sorun çıkarmayın. Daha çok kıllanırlar. İşi yokuşa sürerler. -Tamam. Ne dediklerini hiç atlamadan bana tercüme etmeni istiyorum, dedim ve çantamı alarak dışarı çıktım. Çıkar çıkmaz taksiye ellerimi dayatıp tepeden tırnağa aradılar üzerimi. Arka taraftakilerden birinin fotoğraf çektiğini, diğerinin de kameraya aldığını görünce, tedirginliğim yeniden korkuya dönüştü. Bu ülkelerde hak hukuk tanınmadığını, akla gelmedik operasyonlar yapıldığını, kendini anlatana kadar ölümü gösterip sıtmaya razı ettiklerini arkadaşlarım anlatmışlardı. “Başımıza belayı aldık. İşin yoksa ayıkla pirincin taşını,” diye geçirdim içimden. Çantamı da kontrol ettiler. Fotoğraf makinemle kamerama el koydular. Taş atar gibi üzerime çantayı fırlatıp arkaya geçmemi işaret ettiler. Başımı kaldırıp taksinin üstünden karşıya baktığımda ağaçlar arasında görkemli bir saray gözüme ilişti. Saraya giden yolun her iki tarafı, rengarenk çiçeklerle süslenmişti. Durumun ciddiyetini anladığım anda, durakladığımı fark eden sivil giyimli görevli, kolumdan tutup açtığı arka kapıdan itekleyerek içeri zorladı. İki yanıma görevliler oturduktan sonra arama yapan görevli, boğuk sesiyle şoföre: -Vadi Abdun’a sür! dedi. Şoförün renginin attığını, aynaya baktığımda anladım. Şam’dayken kentteşlerim, Amman’daki taksicilerin çoğunun fırıldak olduğunu, yabancı olanları kazıklamak için her role girdiklerini söylemişlerdi. Amman’a gelirken Karnak otobüsünün kaptanına, beni güvenilir bir taksiciye teslim etmesini tembihlemişlerdi. Şamdan Amman’a gelene kadar fotoğraf ve kamera çekimiyle belgesel çalışması yaptığımı anlayan Karnak kaptanı, çekebileceğim yerleri önceden haber veriyordu: -Savvur[1], savvur Üstez! İyi ki kentteşlerim bunu akıl etmişler, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bu topraklarda, güvenilir insanların da var olduğunu göstermişlerdi. Ürdün gümrüğünde devreye girerek işimi halleden, Zerka’ya yaklaştığımızda kopan kum fırtınasını, muavin koltuğuna oturmamı sağlayıp daha yakından kayda almama olanak sunan Karnak kaptanına güven duymuştum. Böyle oturaklı bir adamın güvendiği taksi şoföründen de bir kötülük gelmez diye düşünüyordum. Aynadan onun soluk benzini görünce, tehlikeli bir yere götürüldüğümüzü hissettim. Yolun açık olduğu bir anda, dikiz aynasında göz göze geldik kendisiyle. Dik bir sesle: -Yabancılar Şubesine götürüyorlar Üstez! Onlara söyledim, sizin bana emanet edildiğinizi, yanınızdan ayrılmayacağımı, dedi. Onun yanımda olacağı bilgisi, alevlenen içime su serpti. Yabancılar Şubesinde tercüman olabilirdi ama söylediklerimi ne kadar doğru aktarabilirdi. O, en azından bana karşı sorumlu davranan biriydi. Görevlilere, benim saray çevresinde çekim yasağı olduğunu bilmediğimi, başka bir niyetimin olmadığını Arapça anlatmak için çabalıyordu. -Seni de sorguya çekeriz! Daha fazla konuşma da hızlı sür! diye gürledi üstümü başımı arayan. Keskin tavır ve davranışlarıyla korku salarak üzerimizde otorite kurmaya çalışıyordu kendince. 12 Eylül işkencecilerinin bedenime acı verdiklerini ama yüreğime korku salamadıklarını nereden bilsindi. Şoförün de dik duruşundan ve kendine güvenli konuşmasından, oldu bittiye pabuç bırakmayacağı anlaşılıyordu. Hadika yazan bir tabelanın solundan geniş bir caddeye girdiğimizde Vadi Abdun yazısını gördüm. “Geldik herhalde,” diye düşündüm. Öyle de oldu. Birkaç dakika sonra ağaçlık bir yola sapıp konak gibi bir yapının önünde durduk. Taksideyken bileğimden yanımda oturanın bileğine kelepçelemişlerdi. Bileğine bağlandığım görevlinin arkasından indim. Davudi sesli: -Sen de önüme geç, diyerek şoförü iteledi. Şoför ona sertçe bakıp bir isim söyleyince görevli âdeta mum kesildi. Buradaki görev hiyerarşisinde üsttekilerin alttakilere korku saldığını da duymuştum. Onun süt dökmüş kedi gibi olması, içimi biraz daha rahatlattı. “Burada uzun tutamazlar,” diye geçirdim aklımdan. Girişte üzerimi tekrar aradılar, pasaportumu ve cüzdanımı alıp kayda geçirdiler. El koydukları çantamı da alarak beni stüdyo gibi bir odaya götürdüler. Arkamdan gelmek için çırpınan şoförü, girişte tuttular. Odaya benimle Türkçe konuşan orta yaşlı, boynu yoğun, hızlı konuşan biri gelince odaya, hemen kameramdaki kaseti çıkarıp cihaza taktılar. Ekran açıktı zaten. Kasetteki bir saate yakın görüntülerle ilgili soruları, durdurup açarak arka arkaya sordular. Niye bu kadar meraklı olduğumu, niçin böyle çekimler yaptığımı, belgeselci gözüyle olaylara nasıl baktığımı onlara yeterince anlatmış olmalıyım ki, kaseti ileri sardılar. Saray bölgesi çekimime gelince normale aldılar. Saraya doğru çıkan cadde üzerindeki binanın görüntüsünü görünce durdurdular. -Sen kim adına çalışıyorsun? Dişlerini sökmeden doğruyu söyle! -Araştırmacıyım. Belgesel hazırladığım gibi gezi yazıları kaleme alıyorum. Bugüne kadar kimse adına çalışmadım. Bırakın dişlerimi sökmeyi, şurada kıtır kıtır etimi kesseniz de, kimse adına çalışmam! -Göreceğiz ne kadar dayanabildiğini! diye gürledi davudi sesli. Binanın estetikliği dikkatimi çektiği için taksinin ışığa yaklaştığı yerde biraz daha fazla çekim yaptığım bina, onlar için çok önemli olmalıydı ki, üzerinde bastıra bastıra durdular. Benim duruşumda, konuşmamda bir çelişki, açık görmemiş olacaklar ki, kaydı sonuna kadar izlemeye başladılar. Son karede şoförün, “Üstez, kameranızı kapatın!” sözüyle, benim “Öyle mi? Daha önce söyleseydin ya!” cümlemi dinleyince boynu yoğun görevli, diğer görevlilere dönerek Arapça konuştu. Onların da olurunu aldıktan sonra, gözlerimin içine bakarak: -Kusura bakmayın Üstez. Biz görevimizi yapmak zorundayız. O bölgede kamera, fotoğraf çekiminin yasak olduğunu gösteren çok sayıda levha var. Nasıl fark etmemişsiniz? Şoförle son konuşmanız ikna edici olmasaydı, çekeceğiniz vardı elimizden, dedi. -Gerçeği anlamanıza sevindim ama ben Petra otobüsümü kaçırdım. Ne olacak şimdi? -Önce şu saray çevresinde çektiğiniz video ve fotoğrafları sileceğiz. -Beni, Nebatilerin o görkemli kaya başkenti Petra’ya nasıl göndereceksiniz? Önce bunu açıklayın bana! -Üstez, sakin olun bakalım. Ülkenizle ülkemiz arasındaki anlaşmaya göre, bu biçimde hakkında işlem yaptığımız kişileri, sınır dışı etmek zorundayız. Bu ağustos sıcağında, Petra’yı görme sevdanızın üzerine bir bardak soğuk su için. Petra’da buluşacağımız Üsteze Rima’ya ne diyecektim. O ceylan yavrusuyla Sig geçidinden Hazne’ye girmek varken, sınır dışı ediliyordum. Olacak şey değildi. Omzumda çantam, Rima’nın yüzüne nasıl bakacağımın hesabını kendime sorarak girişe geldiğimde, orta yaşlı ve kıvırcık saçlı şoförün kollarını açarak, sarılmak için bana koştuğunu gördüm. [1] Fotoğraf çek Müslüm Kabadayı
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR