Pamuk bir gün çıkıp bir “söz” söyledi, bütün hayatı değişti (**).

Nobel ödülünün açıklanmasının ardından, kendisine bir anda insan hakları,  ifade özgürlüğü ve demokrasinin “yılmaz savunucusu” rolünü biçen Avrupalıların bu tavrına eminim en çok Orhan Pamuk’un kendisi şaşırmıştır. Fıkrayı belki bilirsiniz; Boğaz vapurunda bir vaveyla kopmuş; adamın biri denize düşmüş ve suda bir batıp bir çıkmaktadır; derken, güvertedeki kalabalık arasından birisinin denize atladığı görülmüş; adam yüzerek boğulmakta olan kişiyi yakalamış ve filika yardımıyla güverteye çıkarmış. Kalabalık coşkuyla, “Yaşa! Varol!” sesleri arasında “kahraman”ı eller üzerine almak üzereyken, adam öfkeyle kalabalığa bağırmış: “Hangi alçak beni denize itti !?

“Kahraman”ın, ortaya koyduğu “eylem”iyle kendi kendini yarattığı düşünülür genellikle; oysa temelde, o bizim tasarladığımız, bizim onay vererek var ettiğimiz, bizim görmek istediklerimizi üzerinde odaklaştırdığımız, kendisinde “sürmek” istediğimiz bir “imge”dir, bir kurgudur; o, bizim hayalimizdir, ortak belleğimizdir, bilinçaltımızdır. O, eskiden halkın hayal gücünün yarattığı “toplumsal ve kültürel bir biçim”di; şimdilerde ise, siyasal bir biçim, kurgusal bir “figür/an” oldu…

12 Ekim 2006’yı izleyen günlerde, Pamuk’a verilen Nobel ödülü konusunda Batı ,özellikle de Fransız  basınındaki kimi değerlendirmeler “nasıl kahraman olunur?”un ipuçlarını veriyor bize: “Özgürlük savaşçısı”, “hayatı pahasına resmi Devlet tezine, milliyetçilere, anti-demokratlara ve İslamcı faşistlere karşı mücadele eden”; “insan hakları, özgürlük ve sorumluluk duygusu için ödüllendirilen”; “ifade özgürlüğünün, hakikatin araştırılmasının saygın, otantik bir militanı, sembolü, kahramanı”; “bir özgür düşünce adamı”; “Salman Rüşdi ölümle tehdit edildiğinde ona destek çıkan”; “Ermeni soykırımının tanınması ve Kürtlere geçmişte ve şimdi yapılan kötü muamelelere karşı savaşım veren”; “tüm bunlara karşı hakkında davalar açılan, hapse girmekten kıl payı kurtulan”; “hakikatten söz eden, onu araştırmak, öğrenmek, diyalogu sürdürmek, düşünceleri ve fikirleri karşılıklı aktarmak isteyen”; “dünyanın öncüleri ve kahramanlarından biri” ...

Pamuk, Avrupalının gözünde sanırsınız ateşi tanrılardan çalıp insanlara veren mitolojik kahraman! Çağdaş Prometheus! Akdeniz’in köpüklü sularından doğan Afrodit gibi, “özgürlük savaşçısı” Pamuk da -ne yazık ki- kendi halkının hayal gücünden, ortak ruhundan, ortak belleğinden değil de, “Batı’nın Doğu imgesi” olan “oryantalist bir siyasal projeksiyon”dan böyle doğar. Pamuk’un, “Herkül’ün on iki işi” gibi “hayatı pahasına” bunca “eylem”i (!) yaptığı Türkiye’ye gelince, sanırsınız Taliban’ın Afganistan’ı ya da faşist rejimle yönetilen bir zamanların bir Güney Amerika ülkesi! Önyargının –cehaletin mi demeliydim?- bu kadarına da pes doğrusu! (2)

BATI'NIN OTANTİK MİLİTANI: ORHAN PAMUK

Batı’nın 12 Ekim’i izleyen günlerde, “otantik militan” Pamuk’a Soljenitsyne tarzında   giydirdiği bu “muhalif kahraman” giysisi şaşırtıcı biçimde romancı Pamuk’u geri plana iter; nitekim, romancı Pamuk hakkında o günlerde yazılanlar İsveç Akademisi’nin beş cümlelik gerekçeli kararında dile getirilen sözlerin çerçevesini aşmaz: Pamuk, “(Doğu ve  Batı) kültürlerin(inin) birbiriyle çatışması ve kaynaşmasının yeni simgeleri”ni bulmuştur… Soğuk Savaş döneminde iki kutup arasındaki ideolojik çatışmanın yerine son on beş yıldan bu yana ikame edilen ve “medeniyetler çatışması” adıyla pompalanan küreselleşmeci ideolojinin meşrulaştırmak istediği “kültürler ve dinler arası diyalog”a koşut olarak, Pamuk’un “kültürleri birleştiren kişi” olduğu görüşü “neo-oryantalist” bir söylemle ortaya atılmaktadır.Bilindiği gibi, Doğu-Batı çatışması, Batılılar kadar Doğulular için de tarih boyunca hep çekici bir tema olmuştur. Doğu ve Batı dünyalarının bu çerçevede birleştikleri ortak payda ise “öteki” kavramıdır. “Batı’nın Doğu kurgusu” ya da “Doğu’nun Batı kurgusu” olarak tanımlayabileceğimiz ve karşıtlık temeli üzerine kurulu “öteki”nin varlığının, her iki dünya açısından “kendini tanımlamak” için bir gereklilik olduğuna kuşku yoktur. Ancak, kuşkulu olan, Pamuk’un romanlarında önemli bir işlev üstlenen ve farklı, dahası karşıt kültürel kutuplar olarak kurgulanan “ötekilik” ya da Doğu-Batı karşıtlığı ile, “kültürleri birleştiren kişi” saptamasının nasıl uzlaştırılabildiğidir; ayrıca, Pamuk’un bu çerçevede nasıl bir “sentez”e ulaştığını  da anlamakta zorlandığımı belirtmeliyim.

Oysa ilginç bir “ortakyaşarlılık” (symbiose) söz konusudur bu noktada; Pamuk’u kendi kafalarında var ettikleri Doğulu “kahraman” ve yazar olarak tasavvur eden Batılı dostlarımızın yaptığı şey, Avrupa merkezci bu “hazır kalıp” imgeden hareketle ve yukarıda çerçevesi çizilen “antidemokratik Türkiye imgesi” üzerinden “uygar Avrupa kimliği”nin üstünlüğünü imâ yollu tanımlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu aşağılayıcı “imge”den hiç rahatsızlık duymayan Pamuk da, siyasal bir propaganda aracına dönüştürüldüğünün farkında olmadan -farkında olmaması gerçekte olası mı?- Batılıların kafalarından geçeni, ortak belleklerinde, kolektif bilinçaltlarında yer etmiş motifleri doğrusu iyi okuyor görünüyor.

Pamuk, egzotizm, harem, peçe, Bin Bir Gece Masalları, mistisizm (tasavvuf), kadercilik, despotizm, minyatür, hattatlık, kaligrafi, Boğaz, Cami,vb., Doğu dünyasına özgü durum, kavram  ve olguları, Batılıların XVIII. yüzyıldan itibaren “aşina” oldukları motif ve temaları, “stereotipler”i, yani Batılıların tasavvurundaki Doğu’yu, onların hoşuna gidecek, içlerini gıcıklayacak “imgeler”le, renklerle, son yirmi yıldan bu yana “aşina” oldukları bir biçem ve kurguyla metinleştirir; İsveç Akademisi’nin “yeni simgeler” dediği şeylerin yeniliği aslında eskiliklerinden gelir; “yeni” olan sadece biçem ve kurgudur... bir de  -yakında “efsane”ye dönüştürülmezse-  “siyasal kahraman”…

 Pamuk’un “içerden” gördüğü Doğu ile Batı’nın kendi kendisine atfettiği üstünlük duygusu içinde, “fantezi” ve “hayaller”iyle biçimlediği Doğu, böylece ilginç biçimde örtüşür. Pamuk’un romanlarına Batı’da duyulan ilginin kökenlerinde, tüm estetik, yazınsal değerlendirmelerin ötesinde böyle bir ‘ideolojik’ kaygının da olduğu yadsınamaz. Batı’nın,  her fırsatta olumluladığı,  kesinlediği kendi gerçeğini, Doğulu, ancak “Avrupa’da, İstanbul’da, kentin batı bölümünde doğmuş”  -bu ifade Fransız “Libération” gazetesinin 13 Ekim 2006 tarihli sayısında Jean-Baptiste Harangue imzalı yazıda geçmektedir!-  Türk yazarı Pamuk’un, “kültürlerin birbirleriyle çatışması ve kaynaşması”nı konu alan romanlarında “yeni simgeler”le  -bu sözcük de Doğu’yu bir dizi “simge”ye indirgeyen oryantalist söylemin temel kavramlarından biridir- ifade edilir görmekten hoşnut olması doğaldır. Batılılar, Pamuk’un “Doğu ile Batı arasında entelektüel (bir) bağ”, köprü kurduğunu keşfetmiş olmaktan son derece mutlulardır; Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarından bu yana bilinen bu “bağ”ı, “köprü”yü de  ilk kez Pamuk’un hayal ettiğine inanmışlardır bir kez…

Türkiye’nin  “Doğu ile Batı arasında köprü” olduğu “oryantalist tanım”a da artık iyiden iyiye içerliyorum; Türkiye “köprü”ymüş! Yani, bir “geçiş güzergâh”ı.. Türkiye “köprü” falan değil! Anadolu topraklarında, bir arada ortak bir tarihi, yazgıyı, benzeşik kültürel değerleri paylaşan halkların yedi bin yıllık görkemli bir kültür sentezi, alaşımı –mozaik değil!-  içinde oluşturdukları miras üzerine kurulu bir ulus-devlettir Türkiye; tanımı yaparken,  Türkiye’nin, neden ille de “Doğu” ya da “Batı” aidiyetinden birisine yamanmak istendiğini anlamak gerçekten zor. Oysa Türkiye’nin kendine özgülüğü işte tam da bu noktada beliriyor; tam olarak her iki dünyaya da ait olmaması. Dünyada emsali olmayan bu örnek kesinlikle bir “arada kalmışlık” durumu olmadığı gibi, sıklıkla ileri sürüldüğü biçimiyle bir “kimlik sorunsallığı” konusu da değildir.

Ancak, Batı’nın -İsveç Akademisi’nin- Türkiye’yi, Türk kültürünü Doğu ile Batı arasında sıkışmış bir “geçiş kültürü” alanı, başka bir deyişle Batı’nın “öteki”si olmanın dışında, kendi özgünlüğü, olağanüstü kültürel çeşitliliği ve zenginliği içinde görmek gibi bir kaygısı yok; böyle bir kaygısı olsaydı, Nobel ödülü ikisi deneme, topu topu yedi romanı olan Pamuk’a değil; otuzun üstünde dünya diline çevrilen romanları yurtdışında en az Pamuk’unkiler kadar popüler olan ve sömürü ve zorbalığa karşı direniş, insan onurunun savunulması gibi soylu amaçlar ile insana özgü tutkuların, hayallerin, insan-doğa birlikteliğinin arka planındaki binlerce yıllık efsane ve mitlerden süzülerek gelen “arketipler”i, tüm sahihliği içinde Anadolu Türk kültürünü romanlaştıran ve kırkın üstünde romanı olan Yaşar Kemal’e verilirdi.

Bu arada, Pamuk’la dünya yazınına açılan kapının Türk yazarlarına Batı’da “serbest dolaşım” olanağı sağlayacağını hayal edenlerin sayısı da az değil. Bu ödülün bizzat Pamuk’un da iddia ettiği gibi “Türkiye'ye, Türk kültürüne, Türkçeye,” Türk edebiyatına verildiği savıyla ilgili de ciddi kuşkularım var. Nobel’in kişiye, yazara, yazarın toplu eserlerine değil de, bir ülkeye, bir kültüre, bir edebiyata, bir dile verildiği yüz yıllık Nobel tarihinde görülmüş bir şey değildir; hani, bir an için hayal edelim: “2005 yılında Harold Pinter’e verilen ödül İngiltere’ye, İngiliz kültürüne, İngilizceye verilmiştir!” Gerçekten de, bu örnekte de görüleceği gibi, “absürd” dediğimiz şey, sanılanın tersine “yaratılan”, kurgulanan bir şey değil gerçekten “var olan”dır… Nobel ödülünün Türk yazarlarına “ciddi şekilde ilgiyi artıracağı”, “başka yazarlarımızın önünü açacağı” iyimserliğine de -yanılmamı çok diliyorum-  katılamıyorum. Pamuk’un bu ödülle bin yıllık kökleşmiş önyargıları kırdığı savına gelince; nedense, sanki yıkılan şeylerden çok pekişen şeyler varmış gibi bu savın tersini düşündürtecek nedenler daha gerçekçi  geliyor bana.

orhan-pamuk-nobel

Pamuk’un Nobel ödülü konusunda dile getirilen yönlendir(il)me (manipulation) savları, “Truva atı” kurgulaması, yazınsallık dışı söylemler Pamuk’un yazarlık yeteneklerinden kuşku duymamı gerektirmiyor. Yine de, Pamuk’un romanlarının yukarıda kabaca çerçevesini çizmeye çalıştığım “oryantalist vizyon”la örtüşen tarihsel, kültürel, zihinsel/düşünsel ve siyasal arka planlarını ortaya çıkaracak bir çoğul okumanın, yazınımız açısından olduğu kadar, Pamuk’un Türkiye’de ve Batı’da neden bu kadar farklı alımlandığı konusunda da önemli ipuçları vereceğini düşünüyorum.

PAMUK TARAFTARLARI ve KARŞITLARI

12 Ekim’de Nobel ödülünün açıklanmasının ardından, Türk kamuoyu, medyası, yayın dünyası, edebiyatçıları, entelektüelleri, akademisyenleri, siyaset ve devlet adamları, her kesimden okur kitlesi ikiye bölündü; benzer bir bölünme –aynı derecede şiddetli olmasa da- Batı basınında yayımlanan yazılarda da gözlemlendi. Ancak, ödül konusunda siyasal ve yazınsal çerçevede dile getirilen lehte ve aleyhte görüşler ne olursa olsun, bu bölünmüşlük Pamuk’un başarısı ve aldığı ödül kadar, kendisine yöneltilebilecek eleştirilerin de önemini azaltmaz.

Pamuk’a gösterilen tepkilerin sadece siyasal bir demece indirgenmesi, siyasal bir demeçle ilintilendirilmesi sözcük yerindeyse hafiflik olur -kaldı ki Pamuk, “hayatını değiştiren” bu demecini sonradan inkâr da etti- ; nitekim Pamuk ile ilgili olarak bu karşı duruş ilk romanından sonra Türkiye’de hep var oldu. Romanları çok satıldı, doğru.. Ancak, sonuna kadar okunmadığı konusunda ciddi kuşkular dile getirildi. Yazınsal olduğu kadar sosyolojik nitelikli de olan bu olgunun bugüne kadar bir iki çalışmanın dışında ciddiyetle ele alınmadığı da ortada. Pamuk’un romanlarının Batı ülkelerine oranla, kendi ülkesinde, hem de azımsanmayacak bir oranda neden böyle bir farklı/olumsuz  “alımlama”ya konu olduğu “alımlama estetiği” açısından incelenmeyi bekliyor. Bu durumun, basit bir “siyasal görüş” beyanının, dahası bir “liberal”-“ulusalcı” çatışmasının ya da Türk okurunun donanım eksikliğinin çok ötesinde ciddi bir araştırma konusu olarak karşımızda durduğunu düşünüyorum.

Türk okurların Pamuk’un romanlarına mesafeli duruşu konusunda öne sürülebilecek gerekçeler Pamuk’un siyasal tutumundan çok romanlarının kurgusu ve dili üzerinde odaklaşıyor. Pamuk, Anglo-sakson kültürün 1950’li yılların Fransız kökenli “Yeni Roman” tekniklerini 1980’li yıllarda keşfiyle gündeme gelen “postmodern yazım teknikleri”nden bol bol yararlanır; klasik roman kurgusunun bütüncül, çizgisel, kronolojik ve çoğunlukla tek merkezli anlatım kurgusunu dışına çıkarak, olay, kişi, mekân, zaman ve dil olgularını süreksizlik, bölünmüşlük ve parçalanmışlık temelinde ele alır; çoğul bir perspektiften, kimi zaman iç içe geçmiş kurmaca yapılar  -kurgu içinde kurgu-  ve farklı bakış açıları  -Eco’vâri iz sürme-  geliştirerek, bir anlamda “nesnel gerçeklik”i yadsır; “gerçek”lik sürekli değişebilen, dönüşebilen, göreceli bir duygudur sadece. Metnin doğal akışı çeşitli müdahalelerle sekteye uğrar böylece. Okur ise, kopuk parçaların  -“kolajlar”-  “gizli” ya da açık biçimde birbirlerine eklemlenmesiyle -montaj yapılar- oluşturulmuş metnin -metinlerarasılık ya da “ikinci el” metin-  kurgu ve dil düzeyinde kaybolan bütünlüğünün peşinde, beyhude yere elindeki parçaları birleştirerek “gizem”i çözmeye ve bir “anlam” bütünlüğü oluşturmaya çalışır. Bütün bunlara bir de Pamuk’un yer yer “testere gıcırtısı” izlenimi veren Türkçesi eklendiğinde tepki doğallaşır.                         

Peki, bu durumda, Pamuk’a, romanlarında geleneksel anlatım biçimlerini, tekniklerini kullanmıyor diye bir eleştiri getirilebilir mi? İfade ve eleştiri özgürlüğü kapsamında tabii ki evet; sanatçının/romancının yaratı özgürlüğü açısından ise, hayır; hiç kimsenin sanatçıyı/romancıyı bu konuda zorlayıcı bir tutum içine girmesi söz konusu olamaz. Sanatçı/romancı sınırsız özgürlük hakkını kullanır. Oysa sorun, bu noktada, ne tek başına ifade/eleştiri özgürlüğünü kullanmaktır; ne Pamuk’u geleneksel/klasik roman kurgusuyla yazmadığı için eleştirmektir; ne de romanın çağdaş gelişmelerle kazandığı bu yeni yapıyı, kurguyu yeterince bilmediği için metni kavrayamadığı savlanan okuru suçlamaktır. Sorun, gerekçesi ne olursa olsun, yazarla, yazarın metniyle okur arasında bir türlü kurulamayan ilişki ve diyalogdur.

Pamuk’un , “ülkemizde haz için okuma alışkanlığı daha yeni yeni yerine oturuyor” sözleriyle profilini çizdiği; Yıldız Ecevit’in de mutlaklaştırarak “profesyonel bir eleştirmen” düzeyine çıkarttığı “Orhan Pamuk okuru”nun; “yazarın yazdığını yeniden yazan”, “yeniden kurgulayan”, “yeniden üreten”; “yazarın metnine hep kuşkuyla yaklaşan”; “dil”in bir “iletişim nesnesi” olmaktan çıkıp, başlı başına bir “ama”’ durumuna geldiğini bilen; “satır aralarında yeni anlamlar üreten”; “gizli şifrelerin peşindeki bir dedektif ya da bulmaca çözücüsü”; “yazarın oyun arkadaşı” olan bu “yeni okur tipi”nin henüz Türkiye’de genelleşerek yaygınlaşmadığına mı hayıflanmalı, yoksa Pamuk’u “kendi dilleri”nde okuyarak, ortalama “Türk okuru”nun “ana dili”inde anlayamadıklarını kolayca anlayan yabancı okurların “yüksek dil ve okuma düzeyi ve beğenisi”ne mi imrenmeli, doğrusu bilmiyorum..

Pamuk’un romanlarının kırk dokuz yabancı dile çevrilmesinin nedenlerini, başka bir deyişle, Pamuk’un farklı dillerde, kültürlerde alımlanmasındaki olumlu gelişimi; bu farklı alımlamaların konu ve kurgu düzeyindeki geri planlarını, her türlü peşin hükmün dışında, yazınsal planda olduğu kadar kültür tarihi ve yazın sosyolojisi bağlamında incelenmesinde büyük yarar olduğunu düşünüyorum.

Özellikle, Pamuk’un “metinlerarasılık” yoluyla metinlerine yedirdiği, serpiştirdiği alıntılar, açık ve gizli göndergeler, daha da önemlisi ‘intihâl’ derecesinde örtüşen söylemler aracılığıyla okurların zihinlerinde doğan çağrıştırıcı imgelerin, “daha önce görmüşlük duygusu”nun (“déjà vu”) metinlerin okunması ve benimsenmesinde okura -özellikle yabancı okura- nasıl bir “ön hazırlık” ortamı kazandırdığı; okuru metni alımlama konusunda nasıl “eğilimli” kıldığı, “elverişli” hale getirdiği üzerinde ciddiyetle düşünülmelidir. Ayrıca, çeviri yoluyla, anadildeki ‘kusur’larından arındırılmış metnin -Türkçe söyleyiş kusurlarının, ifade bozukluklarının ortadan kalkması, vb.- varış dilinde kazandığı “okunma avantajları”nın da dikkate alınmasının önemine inanıyorum; kimi “kötü niyetli kişiler”in (!) akademik bir disiplin olarak çevirinin bu ödül sayesinde hiç bu kadar yücelmediği; Nobel ödülünün “çevirinin zaferi” olduğu, dahası “çevirinin özgün metni aştığı” konusundaki iddialarını da en azından birer “fikir egzersizi” olarak düşünmenin yararsız olmayacağı kanısındayım..

Pamuk’un romanlarının “neo-oryantalizm” ve “alımlama estetiği” bağlamında okunmasına ve çözümlenmesine yönelik bu giriş denemesi ya da okuma önerisinin “Pamuk’un Bavulu”nda 3  yeri olur mu bilmem, ama bunu Türk yazını açısından çok önemli bulduğumu belirtmeliyim.

_____________________________________________________

(1) Bu yazı, Orhan Pamuk’un 12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının hemen ardından yazıldı. Yazı, 7, 8, 9 Haziran 2007 tarihlerinde İtalya’da Cenova Üniversitesi Yabancı Diller ve Edebiyatlar Fakültesi’nin düzenlediği ‘Krizle Yüzleşmek: Araçlar ve Stratejiler’ adlı uluslararası bir kolokyumda sunuldu ve daha sonra  “Sözcükler” Dergisi’nde (2008) yayımlandı.

2. Pamuk’un “angaje yazar” ya da “muhalif yazar” olduğu savı tam bir aldatmacadır. Kitaplarını yayımlayan Yayınevi tarafından her yeni kitabı piyasaya sürüldüğünde yapılan reklam kampanyaları ile hapishanelerdeki açlık grevleri ya da “Kürt sorunu” konusunda bir-iki imza kampanyası dışında Pamuk’un adı bugüne kadar Türk yazılı ve görsel basınında pek yer almamıştır. Pamuk, bu “kararlı muhalif”, Türkiye’de “ifade özgürlüğünün yılmaz savunucusu” unvanını ilk kez 2006 yılı içinde bir İsviçre gazetesine verdiği  “Bu topraklar üzerinde bir buçuk milyon Ermeni ve Otuz bin Kürt katledildi. Benim dışımda kimse bunu telaffuz etmeye cesaret edemedi” biçimindeki sözlerinden sonra aldı. “Türk kimliği”ne hakaret’ten 301. maddeye göre suçlanan Pamuk hakkındaki dava bilindiği gibi ilk duruşmanın ardından düştü. Ancak, Batı basını Pamuk’u bir anda “ifade özgürlüğü”ve “insan hakları”nı Türkiye’de ve tüm dünyada (?) savunan “Doğulu yazar”, daha doğrusu “Türk Soljenitsyne”i ilan etti !

3. “Babamın Bavulu”, Orhan Pamuk'un 2006 yılında Nobel Ödül Töreni'nde yaptığı konuşma metninin başlığı. Bu metin 2007 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

(*) Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.

(**) Orhan Pamuk 2006 yılı içinde, İsviçre’de, “Türkler bu topraklar üzerinde bir buçuk milyon Ermeni ve otuz bin Kürdü katletti” biçiminde büyük tartışmalara yol açan bir demeç vermiş; demecin ardından da İstanbul’da hakkında ‘Türklüğe hakaret’ten dava açılmış; ancak, ilk duruşmanın ardından dava düşmüştü. Bu söz aynı zamanda Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ romanının ilk cümlesine bir göndermedir.

Prof. Dr. Kemal Özmen
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)