PEDAGOJİNİN KISA GEÇMİŞİ

Eğitime Marksist dünya görüşünün içinden bakanlar, pedagojiyi bir bilim olarak ele alırlar ve eğitimi büyük insanlığın nihai uyumunu amaçlayan bir sınıf tutumuyla yapılandırırlar. Bu nedenle ülkemizde cumhuriyetin eğitim dizgesini kuracak olanlar da öyle yapmaya koşuludurlar. Bu tutum, insanlık tarihinin eğitimin deneyimlerinden yararlanmakla birlikte, bu deneyimleri kamucu ve bilimsel bir elekten geçirmeyi de zorunlu kılar. Zira az ya da çok uygulama programına dönüşme olanağı bulmuş çeşitli eğitim yaklaşımları, nihai amaçlarıyla uyumlu uyumsuz birçok ideolojinin kuram ve pratikleriyle doludur. 

Eğitim, insanlık tarihi kadar eskidir; tıpkı onun bir parçası olan ve insan tekinin doğumuyla başlayan öğrenme gibi, canlıların evrim sürecinde doğaya karşı duydukları ilk merakla başlar. Bu aşamada öğrenme, canlının içgüdüsel davranışının önünü geçer, onu yönlendirerek yaşadığı ortamla uyumlu kılar. Bu nedenle en ilksel biçimiyle eğitim, içten dışa doğru, yani insanın doğayı tanıma, bilme süreci biçiminde gerçekleşir.  

Mitolojinin biçimlendirdiği Eski Yunan düşüncesinde, örneğin Platon'un Devlet'inde eğitim, insanın ruhuna görme gücü verir. Hatta bunun da ötesinde Platon, idealarla inşa ettiği felsefesine uygun olarak insanın eğitim etkinliğini ruhun gücünü iyiden ve idealden yana yontma süreci olarak işlevlendirir. Bunun İslam inanışındaki karşılığı, nefsin eğilimlerini kontrol edebilme yetisi kazanmasıyken, Uzak Doğu düşününde, diyelim Konfüçyüs'te insanın kendini aşmasını ve toplumun töresine uygun davranmasını sağlamaktır.  

KAPİTALİST EĞİTİM

Görüldüğü gibi kadim öğretiler, insanın potansiyel olarak kötü bir doğayla dünyaya geldiği ön kabulü üzerine kurulmakta, eğitimi de bu yüzden insanın olumsuz doğasını aşmanın bir olanağı olarak değerlendirmektedirler. Oysa 17. yüzyıl Sanayi Devrimi, Aydınlanma düşüncesi ve bilimsel gelişmelerin de katkısıyla insanın doğasına dair bu kabulle birlikte eğitime yüklenen işlev de bütünüyle değişir. Bu çağda eğitim, bireyde kasıtlı ve istendik davranış değişikliği meydana getirme sürecidir artık. Kolayca anlaşılacağı gibi bu tanım, eğitimi eski yaklaşımın tersine içten dışa değil, dıştan içe yönelen bir etkinlik olarak ele almaktadır.  

Burjuva pedagojilerinde hâlâ geçerli olan bu tanıma göre eğitim, bir yandan dünyevileşirken bir yandan da insanda içgörü yaratma işlevinden, ona daha teknik davranma becerisi kazandırma işlevine evrilir. Günümüzde hem liberal ekonominin sürdürülebilmesi için üreten hem de Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nin en üstünde yer alan "kendini gerçekleştirme gereksinimi"ni karşılamak için tüketen birey yaratmayı amaçlar. Zira bu hiyerarşinin her basamağı, bir öncekinin gerçekleşmesine bağlıdır. Örneğin Güvenlik gereksinimi, fizyolojik gereksinimler karşılanmadan gerçekleşemeyeceği gibi insan, saygınlığını sağlayacak bir statüye “sahip olmadan” erdemli olamaz!  

Kapitalist tüketim kültürünün karşıdan kaptığı Maslow Piramidi’nin, bugünkü düzeyine ulaşmış bilimsel verilerle pek de uyumlu olmadığı gerçeğini bir kenara koyarak ilerleyecek olursak, “Klasik” ve “çağdaş” sıfatlarıyla nitelenen bu iki zıt eğitim yaklaşımının, toplumsal altyapısını toprağa bağlı feodal üretim ilişkileri ile sanayi üretimine dayanan kapitalist mülkiyette bulan iki farklı kültürün iki farklı felsefi temeline dayandığını söylemek gerekecektir.  

EĞİTİM FELSEFELERİ

Diğer bütün sosyal dizgeler gibi eğitim de belli bir düşünsel temelde örgütlenir ve bu düşünsel temeli geçerli kılan, toplumun moral veya maddi türlü gereksinimleridir. Klasik eğitim yaklaşımlarından "daimicilik"in dayandığı felsefe; iyi, güzel ve doğrunun evrensel, bilginin mutlak ve değişmez, zihnin doğuştan bilgiyle dolu olduğunu ileri süren idealizm”dir. Diğer klasik yaklaşımsa "esasicilik"tir ve o da gerçekliği mutlak, değişmez kabul eder. Esasicilik, insan zihnin doğuşta boş olduğunu, bilginin sonradan edinilebileceğini savlayan realizm”den güç alır.  

Eğitim tarihinde uzun süre etkili olmuş bu iki pedagojinin temel kavramları değer, hakikat bilgisi, ahlak, akıl gibi daha çok soyut iç dünyaya yöneliktir. Doğaldır ki böyle bir yönelim, eğitim uygulamasında merkeze konu ve öğretmeni koyacak, ezber yöntemini benimseyecek ve eğitim yoluyla tanrıya ulaşmayı amaçlayacaktır. İzlerini Osmanlı mekteplerinde, özellikle de seçkinci eğitim veren saray "enderun"larında bulabileceğimiz bu yaklaşım, günümüzde uygulanan eğitim politikalarının, okulları tümüyle imam hatipleştirme pedagojilerinin kaynağını da göstermektedir. 

Öte yandan bilim alanındaki gelişmelerin ve aydınlanma atılımlarının sonucu olan çağdaş eğitim yaklaşımlarından biri "ilerlemecilik"tir. İlerlemeciliğin dayandığı felsefenin, deneyimi öne çıkaran ve bireyi merkeze alan “pragmatizm” olduğunu görmek zor değildir. Bu yaklaşım da kapitalizmin dayandığı sanayi üretimine nitelikli işgücü yetiştirme gereksinimini karşılamaya yönelik okul eğitimini ifade eder. Dolayısıyla toplumsal ve ekonomik gelişmeyle birlikte düşünülebilecek olan ilerlemecilik eğitim felsefesi, uygulamada iş içinde öğrenme ve problem çözme odaklıdır. Bireyin kendini özgürce var etmesini savunan varoluşçuluk”tan (existansiyalizm) esinler taşıyan "yapılandırmacı eğitim" (yeniden kurmacılık) yaklaşımı ise, toplumsal dönüşümlerin zihinsel ve kültürel zeminini oluşturma işleviyle öne çıkar ve toplumu, bireyi yeniden inşa etme hedefiyle hareket eder.  

Yukarıda özetlenen eğitim felsefe ve yaklaşımları, pedagogların eğitim tarihi içindeki gözlemlerine dayanarak belirledikleri kategorilerdir. Bu yaklaşımların her biri, tarihsel olarak içinde bulunduğu toplumun sosyolojik gereksinimlerini karşılayacak biçimde ve o toplumda egemen olan düşünce biçimiyle uyumludur. 

Öte yandan toplumlar ve kültürler arasındaki etkileşimler nedeniyle hiçbirinin sınırları tümüyle yalıtılmış değildir. Tarih içinde birbirlerine ulanarak, birbirinin içine geçerek esasicilikten daimiciliğe, oradan ilerlemeciliğe, giderek yapılandırmacılığa ilerler. Bu yaklaşımlardan bağımsız olarak eğitim, sınıfsal niteliğini asıl Fransız devriminin verimi olan ulus devletlerce kamusal bir hizmet kabul edilmesinde ve yine Aydınlanma’nın getirdiği laik/bilimsel içeriğinde gösterir.   

TÜRK EĞİTİMİNDEKİ SORUN

Çağdaş eğitimin altını çizdiğimiz bu iki temel ayağı, yani kamusal sunumu ile bilimsel içeriği Cumhuriyet’in son yirmi yılında tümüyle çökertilmiştir. AKP, iktidarının ilk yıllarında, idealizme dayanan “daimicilik” eğitim yaklaşımına henüz cesaret edemediği, Batılı pedagoglarla fikir alışverişinde olduğu 2004-2005’te, Cumhuriyet eğitiminin kamusal ve aydınlanmacı yapısına “yapılandırmacı” pedagojiyle saldırdı. Öğretmeni, aydınlanmacı bir rol model olmaktan çıkarıp onun eğitim sürecindeki inisiyatifini elinden aldı. Artık toplumsal yararı sağlayacak "hedefler" yok, bireysel ve tecimsel "kazanımlar" vardı. Eğitim bürokratlarının dilinden düşürmediği “öğrenci merkezli” ders ortamlarında merkeze koyduğu öğrenciyse yıldan yıla geriledi ve bir süre sonra Milli Eğitim Bakanı, okulların sadece %10'unun "nitelikli", %90'ının "niteliksiz" olduğunu ilan etti!  

Dünyada ve bizde devrimci niteliğini çoktan yitirmiş olan burjuvazi, hâlâ insan kişiliğinin oluşumunda bio-psişik belirlenimciliğin ağır bastığını ileri süren bir pedagojiyi, bilimsel bir karşılığı olmayan STEM, modüler ve esnek eğitim, sertifikasyon gibi uygulamalarla, “çoklu zekâ”, “mizaç” merkezli yaklaşımlarla çeşitlendirip işletmelerine nitelikli iş gücü sağlayacak bir eğitim dizgesinin peşine düştü. Öte yandan tanrı merkezli bilgiye dayanan gerici pedagoji, en son artık tümüyle dinselleştirilmiş “maarif modeli, bireyi sosyal yaşamı içinde ve maddi dünyayla ilişkisinde kaderci, edilgen kılmak için idealdi.  

Özetle ülkemizin egemen sınıfları, bir yandan varlıklarının sürekliliği için meslek okullarıyla imam hatiplerde karşılık bulan ikili eğitimle nitelikli ama itaatkâr işgücü yetiştirmenin pedagojisini uygularken, diğer yandan da eğitimi kamusal bir devlet hizmeti olmaktan çıkarıp sınav odaklı elemelerle paralı hale getirerek halkı eğitime erişebilme olanaklarının dışına itti. 

CUMHURİYET NE YAPMIŞTI?

Özü bakımından aydınlanma ve kültür devrimi olan Cumhuriyet, eğitimin Osmanlıdan beri süregelen parçalı ve bilim dışı yapısına 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile son verirken, bireyi ve toplumu çağın değerleriyle buluşturmak amacındaydı. Türk devriminin değerlerine sahip, aydınlanmış yurttaşlar yetiştirme amacına pragmatik bir akılla “daimici”, hatta “esasici” eğitim felsefelerinden de yararlanarak yürümüş, onlar aracılığıyla eğitimin özneleri olan bireylerin önüne “hedefler” koymuş; toplumun güncel ve somut ihtiyaçlarına yönelmişti.  

Aynı Cumhuriyet, üniversite reformunu yaparken, köy enstitülerini kurarken, öğretmen okullarını açarken, eğitim enstitülerine geçerken de sosyal hayata hazırlığı önceleyen, bireyin gelişimini merkeze alan, yeni bir toplum yaratma amacı güden “ilerlemeci” ve devamı olan “yapılandırmacı” yaklaşımlardan da nesnel olarak yararlanmıştı. Okuma yazma oranlarındaki sıçramada, halkın eğitime erişiminde, daha eşitlikçi bir sosyal hayatın hazırlanmasında alınan yola bakılırsa, Cumhuriyet dönemi eğitim politikaları toplumu dönüştürmede, bireyi çağa ve hayata hazırlamada son derece başarılı oldu. 

Sorunu yerel değil daha evrensel ölçekte görüntüleyecek olursak, yirminci yüzyılın son çeyreğinde kapitalist sistemin, içine düştüğü kaynak sorunuyla birlikte kamusal kaynaklara saldırısı, siyasal zeminde liberalizm, kültürel zeminde postmodernizm krizine tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu krizden etkilenen liberal pedagoji ve “varoluşçuluk” felsefesine dayanan “yapılandırmacı” eğitimciler, eğitim süreçlerinin bireyselleştirilmesi, bu süreçlerde toplumsallığın ve ortaklaşmacılığın mümkün olduğunca azaltılması gerektiğini ileri sürdüler. Bu düşünce, kişiliğin gelişiminde biyolojik etkinin belirleyiciliğine dikkat çeken Freudyen psikolojiden de destek alıyordu. 

Aynı kriz, ülkemizde İslamcı siyasal akıma büyük cesaret verdi; çünkü onlara göre de Türkiye’de bireyselleştirilmiş eğitim, toplumun “antidemokratik, baskıcı Cumhuriyet yönetimi”nin önünde önemli bir engeldi. Bu nedenle birey, Cumhuriyet değerlerinden bağımsız şekillenmeliydi, pedagoji bunun emrine koşuldu. Okul müfredatlarının sosyal değerlerden ve bilimden “hafifletilmesinin” nedeni buydu; sonucu da eğitimdeki bireyin bütünlüklü bir anlam arama ihtiyacının ortadan kalkması oldu. 

EĞİTİMİN SINIFSAL KARAKTERİ

Öte yandan biyolojik olanla toplumsal olandan birini baskın hale getirmekten kaçınan, bu nedenle kişilik gelişiminde biyolojik, psikolojik, sosyal ve maddi koşulların birlikte etkili olduğunu savunan sosyalist pedagoji, bu birlikteliğin toplumsal ilişkiler içinde anlamlı bir hale gelebileceği eğitim süreçlerini zorunlu kılıyordu. Zira insan biyolojik bir tür olarak tekti ama kendisi dışında nesnel olarak belirlenmiş toplumsal ve maddi ilişkilerin içinde yaşamaktaydı. Bu nedenle öğrenme süreçleri toplumdan yalıtılıp bireyselleştirildikçe tek yönlü gelişim güçlenmekte, branşlaşmanın artmasıyla kişinin üretim aracının bir parçasına dönüşerek emeğe, topluma, doğaya yabancılaşması kaçınılmaz olmaktaydı. Artık, uçağın milyonlarca parçasını ezbere bilen mühendis, çocuğunun iç dünyasına kilometrelerce uzaktı!  

İnsan kişiliğinin gelişimine bu iki türlü yaklaşım, eğitim sistemlerinin yapılandırılmasında etkili olmuş ve bu sistemlerin sınıfsal karakterini ortaya çıkarmıştı. Burjuva sınıfının, varlığını güçlendirerek sürekli kılacak eğitim, genel kültür eğitimi ile meslekî teknik eğitimi kalın çizgilerle birbirinden ayıran ve belli bir alanda uzmanlaşmayı esas alan monoteknik eğitim” dizgesiydi. Bu dizge, burjuva sınıfına hizmet edecek, genel kültür eğitiminden burjuvazi yararlanacak; çalışan sınıfların çocukları ise meslekî eğitime yönlendirilecekti. Bu çocuklar, sanayi bölgelerinde kalifiye eleman olarak artı değer üretecek, kâr sağlayacak ve böylece toplumun sınıfsal yapısı pekişecekti. Diğer yandan da kapitalizmin varlık nedeni olan sosyoekonomik eşitsizlik, eğitime erişimde de eşitsizlik yaratacak ve bu iki eşitsizlik birbirini var edip sürekli ve kalıcı kılacaktı!  

EĞİTİME SOLDAN BAKMAK

Sınıflı toplumlarda iş bölümünün, zihinsel iş- bedensel iş, kafa emeği- kol emeği ayrılığına neden olduğunu, bu nedenle de burjuva sınıfının çocuklarının zihinsel eğitime, emekçi sınıfın çocuklarının da meslekî eğitime yönlendirildiğini saptayan Karl Marks’ın bu düşünceleri, sosyalist ülkelerde, örneğin Sovyetler Birliği’nde eğitimciler tarafından “politeknik eğitim” olarak yapılandırılarak genel kültür, sanat, beden ve meslek eğitimi, yükseköğretim dahil, eğitim sürecinin tüm kademelerinde bir arada dizgeleştirildi. Eğitimin bu biçimde yapılandırılmasıyla, insanın çok yönlü gelişiminin sağlanması ve hayatı bütünsel bir yapı içinde tanıması amaçlanmıştı. 

Politeknik eğitim, insanın çok yönlü gelişiminin ancak genel kültürün üretim içinde temellendirilmesiyle gerçekleşebileceğini ileri sürüyordu ve bilginin teorik kavrayışıyla üretimin pratik uygulamasının bütünleştirilmesi esasına dayanıyordu. Bu özelliğinden dolayı doğanın bilgisine dönüktü; teolojik değil, laik ve bilimseldi. Düşük hız, az çeşitlilikle çalışan zihnin, giderek edilginleştiği, bireyin gelişimini engellediği ve verimini düşürdüğü gerçeğinden hareket eden politeknik eğitim, insanın dar kalıplarla düşünmeyi aşması, yaratıcılığını geliştirmesi için kültür ile maddi üretimin çakıştığı alanda yapılanıyordu. Bu tür bir eğitim, öğrenen bireyin branşlaşarak tekleşmesinden doğan uzmanlık alanı ile genel kültür arasındaki mesafeyi kapatacak, yani insanın kendisine, doğaya ve topluma yabancılaşmasını ve bunlardan kopmasını engelleyecekti. 

İlk kademelerinde eğitimin esas yönü, öğrencilerin toplumu tanımaları ve onunla uyumlarının sağlanmasını gösterir; ancak onların çok yönlü gelişimleri daha bu ilk kademede hesaba katılır. Eğitimin bu ilk ayağında edinilen genel kültür ve üretime ait bilgiler, sonraki kademelerde moral ve zihinsel gelişim ile uzmanlık alanlarındaki gelişime temel oluşturur. Mutlak bir uzmanlaşmanın önüne geçmek için branşlaşma yükseköğretime ertelenir. Buna karşın, üniversite düzeyinde de insanın çok yönlü gelişimini gözeterek, ona çoklu ilgi alanları açacak bir eğitim kurgulamak ve programlar uygulamak gerekir.  

Öte yandan, kaçınılmaz olarak politeknik eğitimin sosyalizmle yönetilen ülkelerdeki biçimlenişleri, o ülkelerin tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik ve coğrafi durumlarına uygun bir biçimde yapılandırılmalarını zorunlu kılar. Nihayet Sovyetler Birliği’nde devrimin ilk yıllarında uygulanan “Reform Pedagojisi”, aletçilik felsefesinin kurucusu Amerikalı John Dewey ile Alman pedagog George Kerschensteiner’in küçük ölçekli üretimi temel alan meslekî eğitime dayanıyordu. Bu nedenle endüstriyel gelişimi elverişli olan Sovyetler Birliği’nde sosyalistler, Reform Pedagojisi’ni reddettiler; eğitimi yeniden kurgulayarak büyük sanayi üretimi ile ilişkilendirdiler ve okulları büyük üretim merkezleriyle bütünleştirdiler. Sovyetler Birliği’nde halk, sosyalistlerin Çarlık Rusya’sından devraldığı cahillik ve yoksulluktan politeknik eğitimle ancak böyle kurtulabildi.  

Bulgaristan gibi küçük ölçekli ve tarımsal üretimin yaygın olduğu ülkelerde politeknik eğitim, zorunlu olarak Narodnik etkiler de taşıyan bir pedagojiyle köye ve köylünün eğitimine dayalı bir yapılanma biçiminde gerçekleşti. Hatta ülkemizde esas olarak köylüyü eğitme mücadelesinin kurumları olan Köy Enstitüleri’nin kurucularından İsmail Hakkı Tonguç’un da Bulgar köylü hareketinin siyasal temsilcisi Bulgaristan Köylü ve Çiftçi Partisi’nin daha çok kırsal üretime dayanan eğitim politikasından esinlendiği söylenebilir. 

HALKÇI AYDINLANMACI EĞİTİM

Eğitim toplumsal sistemden bağımsız, kendisine kapanmış bir yapı değildir kuşkusuz; tersine yaşamın bütün yönleriyle sıkı bağları olan bir etkinliktir. Kapitalist dünya geriletilmedikçe, insanı araçsallaştırmaya ve ürettiği eşitsizliği yaymaya devam ettikçe sosyalist ülkelerde eğitim de bundan olumsuz etkilenecek, sütliman ve sorunsuz olmayacaktı; ama teslim etmek gerekir ki eğitime, bugünlerde iyice unuttuğumuz toplumsal ve halkçı boyutu da sol ve sosyalist pedagoji kattı. Şimdi toplumları cahil, halkları aç bırakan kapitalizmin bu emperyalist aşamasında, bu eğitim dizgesine çok daha fazla ihtiyaç var.  

Tekrar ülkemize dönecek olursak, Cumhuriyet eğitiminin sağladığı toplumcu, halkçı ve bilimsel kazanımlar, Cumhuriyet’in yeniden kurulma mücadelesinde çok önemli dayanaklar. Şimdi bir karşı devrimle yıkılmış olan Cumhuriyet’i yeniden kuracak olanlar, dünden daha zengin mücadele deneyimlerine ve eşsiz eğitim mirasına sahiptirler. Her şeyden önce, kişiliğin gelişimi sürecinde belirleyici rol oynayan eğitimin sınıfsal karakterinin bilincindedirler. 

Türk eğitimcilerinin elinde eğitime dair bunca kuramsal birikim ve arkasında zengin bir deneyim varken Cumhuriyet Türkiye’sinde eğitim bir sorun olmaya devam edemez. Yarının büyük insanlığının uyumlu dünyasına katkıda bulunacak, insanın doğaya, topluma ve kendisine yabancılaşmasını engelleyecek halkçı, aydınlanmacı bir eğitimin hayata geçirilebilmesinin tek koşulu; onu uygulayacak gücü elde etmek, iktidar yapmaktır. 

Mustafa Pala 
Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)