Son Dakika



Darbeler ve hukuk açısından bakarsak romanı nasıl açımlayabiliriz?

 

Darbeler, hukukun geçersiz kılındığı, kurumların sarsıntılar geçirdiği, insanların çeşitli yıkımlara uğradığı büyük toplumsal olaylardır ve bizim ülkemiz bunlara hiç yabancı değildir. Tüm toplumsal olaylar gibi darbeler de bir biçimde edebiyata yansır.

 

General Uçtu, doğrudan darbeyle siyasi bir temel üzerinden tartışma ya da hesaplaşmayı içermiyor. Aslında tamamen insani bir roman. Romanın ana konusu; yaşlı bir babanın, suçsuz olduğuna inandığı oğlunu asan Generalden hukukun hesap soramaması üzerine duyduğu öfkenin artmasıyla intikamı kendisinin almaya çalışması. Bu yoğun duygu, oğlu gibi birçok gencin intikamını da alacağı düşüncesiyle babanın zihninde bir tür yasal hak haline dönüşüyor. Aslında gerçek hukukun asla benimsemediği kişisel adalet arayışını haklı görmesine ve hatta bu yolla topluma bir ders de vereceğine inanmasına neden oluyor. Yani aslında darbe, hukuk dışı bir girişim olarak toplumun düzenini bozarken insanların adalet anlayışlarına kadar birçok duygu ve düşüncesinde derin yaralar açıyor, sonunda hukuksuzluk yeni suçlular yaratıyor.

 

Bir ailenin hayatı üzerinden bir dönemi ve ailenin çektiği acıların günümüze yansımalarını okuyoruz romanda. Acımasız bir General var ve aileyle karşı karşıya geliyor. Romanın sürprizlerini de bozmadan bu karşılaşmayı biraz anlatabilir miyiz?

 

Aile, bildiğimiz bir memur ailesi. Anne ve baba idealist, çalışkan iki öğretmen. Tayinler yüzünden çocuklar değişik yerlerde büyümüş, aile çeşitli sıkıntılar çekmiş. Her biri birbirinden farklı beş çocuk var. Büyük oğul Murat darbede asılıyor ve ailenin trajedisi başlıyor. Günün birinde General aile ile karşılaştığında hesaplar soruluyor ama ne yararı var? Giden geri gelmiyor. Vicdan kendini temizleyeyim derken bir çöküşe giriyor. Kahramanlar yeni ve içinden çıkılmaz durumlarla karşılaşıyorlar. İyi sonuç vermesi beklenen girişimler başka facialara neden oluyor. Bu arada Generalin aklı darbeden bu yana hiç değişmemiş. Kendini haklı buluyor ve haklılığını ispatlamaya bile gerek görmeden, kibirle, küçümseyerek cevap veriyor. Mantığın çözemediği tartışma, duyguların kabarmasıyla ölümcül bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Haklı ve haksız birbirine karışıyor.

 

Köy Enstitüleri romanın başında önemli bir yer tutuyor. Bunu özellikle mi eklediniz?

 

Evet, Köy Enstitüleri Cumhuriyetin dâhiyane buluşlarından biriydi ve siyasi nedenlerle kapatıldı. Bizim aydınlanmamızın şahlanışı köy enstitüleriyle olacaktı. 14 yıllık kısacık dönemde bile kültürümüze, eğitime, sanata, siyasi hayata çok önemli insanlar kattı. Buralardan mezun olmuş çok değerli dostlarım var. Onların yaşama bakışları, topluma ve insana karşı duydukları sorumluluk, karşılıksız çalışmaları, idealizmleri, insan ve doğa sevgileri her zaman bana örnek oldu. İstedim ki bu romandaki öğretmen Köy Enstitülü olsun ve gerçek bir öğretmenin duygularını, düşüncelerini yansıtsın.

 

Günümüze ilişkin çeşitli diyaloglar, tartışmalar da var kitapta. Kahramanların din, ahlak, hukuk, siyaset gibi konulardaki söyledikleri Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ne kadar yansıtıyor?

 

Bir yazar ne yazarsa yazsın aslında kendisidir diye inanırım. Karşılıklı konuşturduğumuz kişilerde kendi içimizdeki zıtlıklardan, karşıtlıklardan, çelişkilerden çok yansıma vardır. Kimseyi öldürmeyi düşünmesek bile bir katilin portresini çizerken topladığımız bilgileri düzene sokan ve onları canlandıran da bizizdir. Örneğin romandaki Generali ben değil de bir başkası yazsaydı temel bilgiler benzer olmakla birlikte arada farklılıklar mutlaka bulunurdu. Dolayısıyla Generalin düşüncelerine katılmasam ve onu kendi karakteri açısından konuştursam bile o konuşmada benim izlerim vardır. Kısacası, duygularımın tam olarak örtüştüğü bir kahraman yok kitapta, ama kimi zaman bir tartışmada kendime yakın bulduğum tümceler var. Bu tümceleri bazen biri bazen öteki söylüyor. 

 

Romanda sürekli merak uyandırarak akan bir kurgu var. Önce bir tabanca, sonra başka şeyler. Bu merak unsurları, yetmişli yıllara geri dönüşlerin bulunduğu sayfaların da hızlı akmasını sağlıyor sanki. Çok parçalı bir yapısı var kitabın. Günümüzden birkaç sayfanın ardından geçmişe dönüyoruz, sonra yine günümüze sonra bir başka zamana. Bu tür bir kurguyu yeğlemenizin nedeni nedir?

 

Kitabın başlarında geri dönüşlerle 70’li yıllara ve bu dönemin orta halli bir ailesinin duyarlılıklarına yer verdim. Karakterlerin tanıtılması kendi zamanları ve çevrelerinin de yeterince tanıtılmasıyla mümkündür. Kurgu açısından geri dönüşler başlarda daha sıkken, yarıdan sonra giderek azalıyor.

 

 

Sizin de bildiğiniz gibi iki temel bölüm var aslında ama okuyucu bir yere gelinceye kadar bu iki farklı bölümü algılamıyor. Her iki bölümün içinde de yer alan geçmişe dönüşler, değindiğiniz gibi akışa dinamizm katıyor. Ama kurgumun temel düşüncesini, sözünü ettiğim iki bölüm oluşturdu. Bu düşünceyi şöyle açıklayabilirim. Biliyorsunuz yay ve ok hem bütünü hem de karşıtlığı simgeler. Bir okçuyu izlediğinizde önce bacaklarının üstüne sanki yeniden yerleştiğini, ardından yayını yavaşça kaldırıp yine yavaşça gerdiğini sonra bir an için beklediğini görürüz. Bu süre içinde olağanüstü hesaplamalar, dengeler, konsantrasyon vardır. Okçunun bedeni, aklı, ruhu, her şey okun hangi anda yaydan çıkacağına ve uzaktaki hedefe kilitlenmiştir. İşte romanımın ilk bölümü bu gerginliğin oluştuğu bölümdür. Karakterlerin gelişmesi, oyunun başlamasına neden olacak olaylar, yavaş yavaş bu gerginliği sağlayacaktır ve ikinci bölüme oranla akış hızı biraz daha yavaştır. Sonra bir noktada ok yaydan çıkar. Artık okçunun yapabileceği bir şey yoktur. “Ok yaydan çıktı” deriz basitçe. O sırada oku birkaç santim saptıracak bir rüzgâr eser mi, esmez mi rastlantılara kalmıştır. Romanın ikinci bölümü okun yaydan çıktığı anda başlıyor. Olaylar kendiliğinden, çok hızlı gelişiyor ve sürprizli bir sonuca gidiyor.   Okuyucu ikinci bölümde biraz ilerleyince okun hangi anda yaydan çıktığını kendisi görecektir. Zaten romanın sonunda babayla oğulun dertleşmesinde “oyun nerede başladı?” sorusuyla ele alınan bölüm, okun ne zaman yaydan çıktığının sorgulandığı bölümdür. Kendi hayatlarımızda da hangi anda oklar yaydan çıkmıştır, düşünmeye değer sanırım.

 

Romandaki oyun kavramı da bu kurgu düşüncesine bağlı o zaman.

 

Kesinlikle öyle. Hayatımızda kimi zaman kendi kurguladığımız, kimi zaman içine çekildiğimiz, hatta özellikle bizim için kurgulanmış oyunlar vardır. Shakespeare’in Beğendiğiniz Gibi adlı oyununda geçen “Dünya bir sahnedir,”  sözü tüm hayata oyunun gözünden bakabileceğimizi anlatır kanımca. Kitabımdaki oyun, hem okuyucu için kurgulanmış bir oyundur hem kahramanların bilinçli olarak içinde yer aldığı ve oyunu tartıştıkları bir oyundur. Roman, “gerçek,” “sahte” ve “oyun” kavramları üzerine tartışmanın olduğu bölümle bu konuya girer. Okuyucuya, romanı okurken karakterlerle birlikte kendisinin de bu oyunun bilincinde olmasını, bu bölümü romanın ilk bölümündeki gerçekçilikten farklı bir biçimde okumasını anımsatır.

 

Romanın sinemaya hatta tiyatroya çok uygun bir yapısı var, üstelik de çok görsel bir üsluba sahip. Ne diyorsunuz?

 

Evet, aslında bu romanı düşünürken sinemasal bir yapısı özellikle olsun istedim. Tiyatrocu arkadaşım Ayhan Kavas ve eşi yönetmen Filiz (Kaynak) Kavas, bana konunun oyun ve final bölümü hariç düşündüğü kısmını, bir intikam hikâyesi olarak özetlediler ve birlikte bir senaryo yazmayı teklif ettiler. Karakterler iyice olgunlaşmadan senaryonun yazılmasını riskli buldum ve bunu bir romana çevirmeyi teklif ettim. Gerçekten de karakterler hesapta olandan çok farklı işler yaptılar olaylar geliştikçe. Özellikle “oyun” u devreye soktular ve bizi şaşırttılar. Ayhan romandan sonra farklı bir senaryo yazdı böylelikle. Şimdilik film için yapımcı arayışı sürüyor.

 

Romanın sonunda bir “Zamansal Dizin” var. Daha önce hiçbir yerde rastlamadığım ilginç bir ek bu. Neden böyle bir şeye gerek gördünüz?

 

Özellikle tarihsel romanlarda tarihi gerçeklerle romanın gerçekleri kimi zaman birbirine karışır ve yazarlar tarihçiler tarafından suçlanabilirler. Bir kurgunun tarihsel gerçekleri çarpıtmaması kanımca yazarın sorumluluğudur. Yazar, romanını kurgularken tarihe ilişkin değiştiremeyeceği gerçekleri bilmek zorundadır. Hiçbir yazarın, bu bir kurgudur gerekçesiyle üzerinden sorumluluk atmaya, okura gerçekdışı bilgi taşımaya hakkı yoktur. Bu iki farklı gerçekliğin, yani yaşamın gerçekliği ile romanın gerçekliğinin yanı sıra bir de yazarın romanın üstüne düşmüş kendi gerçekliği vardır. Örneğin tarihsel bir romanda Sezar ile Kleopatra’nın aşkını anlatırken yazar aşkın kendindeki yansımasını da katacaktır doğal olarak. Bu durumda bir de yazarın gerçekliği devreye girmektedir. Hele olaylar yazarın yaşadığı çağda ve çevrede geçiyorsa, yazar romanın daha da çok içinde olacaktır ister istemez.

 

İşte kitabın sonundaki dizin, bu üç farklı gerçekliğin birbiriyle olan ilişkilerini özetlemek amacını taşımaktadır. 1930’dan 1955’e kadar yalnızca romanın gerçekliğiyle yaşamın gerçekliğini göstermekte, bu tarihte benim doğumumla birlikte yazarın gerçekliği de devreye girmektedir. Bu zamansal akışta örneğin Vatikan’ın dünyanın yuvarlak olduğunu resmi olarak 1992 yılında kabul etmesi ne arıyor diye soracak olursak, romanın bir yerinde inançlar üzerine yapılan tartışmayla uzaktan ilgisi var derim.

 

O halde, okurun romana başlamadan arkadaki zamansal dizine bir göz atması yararlı olacaktır öyle mi?

 

Evet, iyi olabilir, aileyle ve tarihsel akışla ilgili bir ön bilgiyle başlamak işe yarayabilir, ama tersi de, yani kendini akışa bırakarak bilmeden başlamak da iyidir. Kim bilir? Her şey bir oyun olduğuna göre her türlü oynamak mümkün.

 

Konuşma: Gamze Akdemir

(Cumhuriyet Kitap Eki 24 Nisan 2014)

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)