Kim kahpe? / Celal Ulusoy
Celal Ulusoy'dan yine bir aile dramı.
Sabahın
körüydü, güneşin doğmasına daha vardı. Uyku ile uyanıklık
arasında kapı ziline benzeyen, fısıltı gibi bir ses geldi
İbrahim’in kulağına. Polis değildi! O böyle korka korka kapı
çalmazdı; vurdu mu indirirdi Alimallah! Emin olmak için bekledi.
Bir horoz sesi karıştı alacakaranlığa. “Komşulardan birinin
gecekondu çığırtkanıdır,” diye düşündü. Çok geçmeden,
daha güçlü bir zil sesi yırttı geçti sessizliği. Doğruldu
yataktan. Karısı da uyanmıştı. “Ne oldu, kapı mı çalındı?”
dedi. “Yanlış işitmediysem duyduğum kapı ziliydi. Sen yat ben
bakarım!” diye yanıtladı onu. “Bu saatte!.. Hayırdır
inşallah!” dedi karısı, yarı uykulu. Dış kapıya yöneldi
pijamalı haliyle. Girişin ışığını yakmayı akıl etti son
anda. Önce sürgüyü çekti, sonra da anahtarı çevirerek açtı
kapıyı. Karşısındakiler iki karanlık yüzdü. Tanımakta güçlük
çekti önce, “Sabah sabah kim bunlar yahu?” dedi içinden. Ara
lambasının sönük ışığı altında mum gibi sararan yüzüyle
bir bayan, yanında da ondan daha uzun, esmer yüzü daha da kararmış
bir erkek; korkuluk gibi dikiliyorlardı karşısında. Onlar, kayını
Çetin’le karısı Selime’ydi. Şaşkınlıktan ne diyeceğini
bilemedi. Karısı içerden, “Gelenler kimmiş İbrahim?” diye
seslenmese bir süre daha dikilip kalacaktı kapı önünde.
“Çetin’ler gelmiş Kerime” dedi yutkunarak. Gönülsüz
bir sevinç gösterisi içinde “Hoş geldiniz!” diyerek,
peşlerine takılmış bir araba soğukla birlikte içeri aldı
konukları. “Sizleri de rahatsız ettik bu vakitte kusura
bakmayın!” diyen kayınının ağzından ateş gibi çıkıyordu
sözcükler. Ateşli sözcüklerin buz taneleri gibi ortalığa
döküldüklerini hisseden İbrahim, bir terslik olduğunu hemen
anlamıştı. Gösterdiği misafir odasına girdiler hep birlikte.
Kerime de gelmişti yanlarına; önce kardeşine sarıldı hoş
geldin diyerek, sonra da gelinlerine… Soğuk hava buraya da
gelmişti peşlerinden. Aylardan Mayıs olmasına rağmen zemheri
gibiydi ortalık. Karı koca birbirlerine baktılar; neler oluyor der
gibi.
Bu
geliş, geliş değildi… Onları Ağustosta bekliyorlardı.
Gürültüye çocuklar da uyanmış, gözlerini ovuşturarak
dayanmışlardı kapıya. Koştular dayılarına; ellerini öptüler
ikisinin de. Bir bebek sesi bozdu kısa süreli sessizliği, ben de
varım burada diyordu sanki. Selime heyecanla kalkmıştı ki, Çetin
bir kaplan gibi atıldı, “O çocuğa bir daha dokunmayacaksın
kahpe, artık onun anası değilsin sen!” diyerek kolundan tuttuğu
gibi oturttu yerine. Bir bomba gibi patlamıştı Çetin’in
ağzından çıkan sözcükler. Bir çatışmanın içinde
kalmışlardı birden. “Neler oluyor abi? Kahpe de kim?” diye
atıldı karmakarışık bir yüz ifadesiyle Kerime. İbrahim, duruma
müdahale etme ihtiyacı duyarak, “Sen çocuklarla ilgilen Kerime!“
diye uyardı karısını. Şaşkın ve uykulu gözlerle durumu
izleyen kızıyla oğluna da anneleriyle gitmelerini söyledi. Sonra
da kayınına dönerek, “Neler oluyor Çetin? Bu gelişiniz pek
hayra alamet değil. Sizde bir hal var! Tatsız bir şey mi oldu?
Korkutmayın bizi! Anlatın bakalım!” dedi. Tetiğine
basılmış makineli tüfek gibi atışa başladı Çetin. Ağzından
çıkan sözcükler kurşun gibi yayılıyordu odaya. Hedefinde ise
karısı Selime vardı. “Bu kahpeyi ustabaşının arabasında
yakaladık. Meğerse her gün onun arabasıyla gelip-gidiyormuş işe.
İşine, yabancı bir adamın arabasıyla gidip-gelen başka neler
yapar kim bilir enişte. Hala da ‘…ben bir şey yapmadım!’
diyor da başka bir şey demiyor. El alemin arabasına bin,
fingirdeş; sonra da ben bir şey yapmadım de… Seni bir de adamın
yatağında mı basacaktık orospu! Benim de bir namusum, şerefim
var! Karın onun bunun arabasında dolaşıyor dediklerinde ben ne
cevap vereceğim? Söylesene ne cevap vereceğim? Beni rezil ettin,
perişan ettin! Sokağa çıkamaz hale getirdin! Seninle evlendiğim
güne lanet olsun!” diye veryansın ediyordu. Bu ağır sözler ve
hakaretler karşısında Selime garip bir şekilde susuyordu. Hiçbir
şey duymamış gibi tepkisizdi. Küçülmüş, pusmuştu oturduğu
yerde.
İbrahim
bir anlam veremedi bu durumuna. O’na acıyarak baktı. Neden hiç
yanıt verme ihtiyacı duymuyordu kocasına? “Bu işte bir iş var,
ama ne?” diye geçirdi içinden. Çetin ağzından köpükler
saçarak konuşmaya devam ediyordu: “Elimden bir kaza çıkmasın
diye zor tutuyorum kendimi. Ben de bunu temiz saf bir köylü kızı
diye aldım. Bir gün görsün, Avrupa görsün diye elinden tuttum.
Nereden bilebilirdim gözünün dışarda, kanının bozuk olduğunu…
Kadir kıymet bilmez vefasızın, nankörün biri çıktı; bir anda
darmadağın etti yuvamızı. Beş gündür, ne bir şey yiyebildim
ne uyuyabildim. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum...
“Bu
olaydan sonra karı koca olarak kalmamız imkansız artık.
Boşanacağız. Buraya da bunun için geldik apar topar. Kusura
bakmayın sabah sabah sizin de huzurunuzu kaçırdık. Kaderimizde
bir kahpe yüzünden bu günleri görmekte varmış meğer… Neyse
sözü fazla uzatmayalım enişte, vakit geçirmeden sen bize birer
avukat buluver de bir an önce bitsin bu iş. Senden istediğimiz
bu.” Ortada
oldukça mutlu sanılan bir ailenin hazin sonu sergileniyordu. Ortaya
dökülenler ele alınacak türden şeyler değildi. Çetin’in
alabildiğine kalabalık sözcüklerle, harman savurur gibi
anlattıklarının doğru olabileceğini düşünmekle birlikte, her
şeyi abartmak gibi bir huyları olan kayınlarının bu konuyu da
gereğinden fazla büyüterek saptırmalarından şüphelenmişti
İbrahim. Bu yüzden, aklına takılanları öğrenmek istedi. “Çetin,
Selime’yi sen mi yakaladın ustabaşının arabasındayken?” “Abim
arabadan inerken görmüş. O söyledi” “Yani,
sen görmedin? “Ben
görmedim. İyi ki de görmedim. Yoksa…” “Abinden
başka gören var mı?” “Abimin
söylediğine göre komşulardan da görenler olmuş.” Birden
sekiz yıl öncesine gitti aklı İbrahim’in; Kerime’yle
nişanlandıkları günlere… Henüz çiçeği burnunda bir memurdu
Karayollarında. Kerime’yle uzaktan akrabalıkları vardı. Öyle
aşk evliliği falan değildi onlarınki. Arada bir karşılaşmaları
olmuştu düğünlerde bayramlarda. Büyüklerin uygun görmesiyle
nişanlanmışlardı. Sonradan Kerime’nin Almanya’da olan abisi
Erol, “Kardeşime bula bula bu memur parçasını mı buldunuz?”
diye karşı çıkarak nişanı bozmaya çalışmıştı da,
büyüklerin araya girmesiyle aşılmıştı bu kriz. O gün bu
gündür İbrahim’in, büyük kayınıyla araları biraz soğuktu.
Pek hoşlanmazdı ondan. Almanya’ya gitmeden önce inşaat ustalığı
yapardı. Ustalığıyla öğünür dururdu. Hiçbir ustayı
beğenmez, onları küçümser, alay ederdi. Öyle her şeyi ben
bilirim havası, üst perdeden konuşmaları, patavatsızlığı hep
rahatsız etmişti İbrahim’i. Almanya’daki hayatı ile ilgili
bir takım dedikodular da gelmişti kulağına. Söylendiğine göre
karı-kız ayağıyla ilgili hoş olmayan takıntıları vardı. Bu
yüzden ondan uzak durmaya, bulaşmamaya çalışmıştı bugüne
kadar. İbrahim’in kafasından bunlar geçerken, büyük kayınının
bu olaydaki rolünü kestirmeye çalışıyordu. “Gelinle
konuşmalıyım. Baksana kadıncağıza; korkmuş, sinmiş, küçülmüş
adeta… Beş aydır hasret kaldığı bebeğini görmeye bile
cesareti yok. Ağzını açacak hal bırakmamışlar zavallıda. Kim
bilir neler yaptılar…?” dedi içinden. İbrahim
bunları düşünürken, yan odada bütün konuşulanları duyan
Kerime, kucağında mamayla beslediği bebeğin kadersizliğine
ağlıyordu sessizce. “Vah kızım vah! Vah yavrum vah! Daha yaşına
bile girmeden bunlar da mı gelecekti başına! Vah benim bahtsız,
kadersiz kızım, vah benim küçük bebeğim, Hayriye’m!”
diyerek. “Tamam
Çetin! Mesele anlaşıldı… İzin verirsen ben bir de Selime’yle
konuşmak istiyorum” dedi İbrahim, söylediklerinden
rahatsızlığını belli edercesine. “Ne
konuşacaksın o kahpeyle enişte! Konuşacak bir şey mi kaldı?
Suçüstü yakalandı işte; her şey ortada. Kendini boşuna yorma
istersen!” Tam da abisinin tarzıydı bu: Her şeyi ben bilirim,
ben düşünürüm; benin söylediklerim dışında boşuna
dolaşmayın! Doğru sadece bendedir! “Bak
Çetin! Bütün uyarılarıma rağmen altı aylık çocuğu halasına
bırakıp gittiniz. En çok ihtiyaç duyduğu aylarda onu anne
sütünden, ana kucağından mahrum bıraktınız. Ondan anasını
çaldınız! Bunun farkında değil misin hala? Ne uğruna yaptınız
bunu? Üç - beş mark daha kazanmak uğruna... Öyle değil mi? Ne
olursa olsun annesinden ayırmamalıydınız bu bebeği. Bu konuda
biz de dahil hepimiz sorumluyuz ve suçluyuz. Bakalım bu sabinin
hakkını nasıl ödeyeceğiz? O yüzden diyorum ki: Selime önce
gitsin bebeğiyle hasret gidersin. Borcunun bir kısmını
kapatabilir belki… Senin hem büyüğün hem de enişten, bebeğin
de manevi babası olarak söylüyorum bunu. Bu arada sen de dışarda
şöyle bir dolaşıver; Ankara’nın taze, güneşli bahar sabahı
iyi gelir, rahatlatır insanı; toparlarsın kafanı biraz. İleride
bir fırın var; iki ekmekle bir kaç da simit alıver gelirken.
Misafire bunu söylemek biraz tuhaf kaçtı ama ne de olsa sen
misafir sayılmazsın bu evde. Hadi bakalım itiraz da istemiyorum.
Tamam mı Çetin? Hem bu kadar gerginlik yaramaz bize. Bu konuyu daha
sakin bir kafayla konuşmalıyız.” diyerek ortamı biraz
yumuşatmaya çalıştı İbrahim. Çetin
bu kez sesini çıkarmamış, susarak onay vermişti, söylenenlere. İbrahim
için Selime’nin söyleyecekleri önemliydi. Çetin’in
anlattıklarıyla yetinemezdi. Hele işin içinde Erol abileri varsa…
Bir aile faciasına, bir yanlışa alet olmak istemiyordu. O’nu
düşündüren büyüklerden çok çocuklardı. Boşanan anne ve
babaların çocuklarının başına gelenleri az çok biliyordu. “Ne
yapılması gerektiğine karar vermeden, Selime mutlaka konuşmalı
ve yaşadıklarını anlatmalı. Yoksa bunlara kalırsa, zücaciye
dükkanına giren ayı gibi her şeyi kırıp döküp, her şeyi
ağızlarına yüzlerine bulaştıracaklar. Derleyip toparlamak da
yine bizlere düşecek” dedi içinden Çetin’in ardı sıra. Çocukları
tekrar uyutan Selime ile Kerime misafir odasına gelmişti. İbrahim
tam Selime’ye bir şey söylemek üzereyken Kerime: “Kız anam
nasıl yaptın bunu? Hiç utanmadın mı? Kocanı düşünmediysen
iki bebeni de mi düşünmedin?” diye azarlayınca, Selime
günlerdir tuttuğu bütün gözyaşlarını koyuverdi. Barajın
tahliye kapakları açılmıştı sanki. Bir yandan hıçkıra
hıçkıra ağlarken, bir yandan da, “Vallahi ben bir şey yapmadım
abla, bana yakıştırdılar. Kimseye anlatamadım. Kimse beni
dinlemedi” diye içini döküyordu. Selime
biraz sakinleşince, “Eğer her şeyi anlatırsan, kimsenin
dinlemediğini biz dinleyeceğiz” dedi İbrahim. Karısını da,
“Sen de söyleyeceklerini sonraya sakla Kerime, sözünü kesmeden
dinleyeceğiz Selime’yi” diyerek uyardı Çantasından
çıkardığı selpak mendille gözyaşlarını silen Selime
hayatının önemli bir kesitini anlatmaya başladı ta baştan:
“Evlendiğimde daha 15 yaşındaydım biliyorsunuz. Köydeydim.
Kasabayı bile görmemiştim henüz. Aynı köyden olunca birbirimizi
az çok tanıyorduk. Kısmetmiş, halamın da araya girmesiyle
evlendik. Mutluydum. Birden büyüdüm; büyük şehirler gördüm.
Birçok genç kızın hayalindeki Almanya’yı gördüm. Çocuklarım
oldu. Ama ne olduysa geçen yıl oldu. Çetin nerden aklına
koyduysa, ‘Seni de bir işe sokalım, sen de çalış. Üç yıl
sonra da Türkiye’ye dönelim!’ demeye başladı. Adam birden
para delisi olmuştu. Ben, ‘Daha bebeğimiz çok küçük, bu
haliyle kim bakar, kime bırakırız. Biraz büyüsün; hiç olmazsa
üç yaşını doldursun ondan sonra bir düşünürüz’ desem de,
Nuh deyip peygamber demiyordu.
“Bir
türlü caydıramadım. Bu yüzden altı aylık yavrumu size emanet
ettik. Sizden Allah razı olsun. Çok iyi bakıldığını biliyorum.
Bir anne üç kuruş için bunu nasıl yapar diyerek beni
kınadığınızı da biliyorum. Size hiç de gücenmedim, gücenmem
de… Elimden bir şey gelmedi. Bütün çabalarıma rağmen kocamı
ikna edemedim. Çaresiz kalmıştım. Sonradan öğrendiğime göre
Erol abim böyle bir karar alınca bizimki de ona uymuş. Oğlum da
babaannesindeydi zaten. Sıra bana bir iş bulmaya gelmişti.
Oturduğumuz kasabada tekstil fabrikaları vardı. Türklerin birçoğu
kadın erkek oralarda çalışıyordu. Güzün Hayriye’yi size
bırakıp döndükten sonra böyle bir fabrikada işe başladım. Bir
an önce çocuklarıma kavuşmak istediğimden var gücümle
çalışıyordum. Bazen, gönüllü olarak fazla mesaiye de
kalıyordum. Belediye otobüsüyle gidip geliyorduk, yakınlarda
oturan komşu kadınlarla birlikte. Benim gibi işe yeni girenler
ütücüler bölümünde çalışıyorduk. İşimiz nispeten hafifti
ve çocuklarımı özlemenin ötesinde bir sıkıntım yoktu.
“Büyükçe
bir odada 25, 30 kişi kadar vardık çalışan. Başımızda da
bizim gibi Kayserili bir usta vardı. O da bize yakın oturuyordu.
Oraya ilk gelenlerdenmiş. Çetin’in dediğine göre bu işi de
hemşeriyiz diye o bulmuştu bana. ‘İyi adamdır, hemşerilerine
iş bulma veya sair konularda yardımcı olur!’ diye Çetin
bahsetmişti. Bazen durakta otobüs beklediğimizi görünce
arabasına bizi de alırdı. Hiçbir kötülüğünü, kötü gözle
baktığını görmedim, duymadım. O gün de üç kişi binmiştik
arabasına; bir arkadaş daha önce inmişti. İki kişiydik Erol abi
beni gördüğünde; iyi baksaydı içerde bir başkasının daha
olduğunu fark edecekti. Beni yalnız başıma yabancı bir erkeğin
arabasına binmekle suçladı durdu. Anlatmaya çalıştım
dinlemedi; kahpelikle suçladı beni. Çetin önceleri beni anlamaya
çalıştı. ‘Adam yabancı değil abi, bize çok yardımı dokundu
kötülük yapacak birisi değil!’ diyerek abisine karşı çıkmaya
çalışsa da. Onu da dinlemedi; ‘Kimin ne olduğunu sen benden iyi
mi bileceksin koca kafalı.’ diye azarladı onu. Beni de, ‘Bugün
arabasına binen yarın neresine biner kim bilir?’ diyerek
aşağılıyordu.” Bunları söylerken Selime hıçkırıklarını
tutamadı. Kelimeler boğazında düğümlendi. Mendiliyle gözlerini
sildikten sonra devam etti. İçi zehirle dolmuştu, boşaltmak
istiyordu. “Çetin
iki gün benimle konuşmadı. İçi içini yediğini yüzünden ve
hareketlerinden anlıyordum. Belli ki, benimle ağası arasında
kalmıştı. Kim bilir bir de çocukları… Bu durumda işe
gidemezdim. Hiç sesini çıkarmadı… Üçüncü gün sabahı işe
gitmek üzere dışarı çıkmıştı ki, Erol abimin sesini duydum.
Ramazan topu gibi gürlüyordu, “Sen o kahpeyi hala karın olarak
evinde tutmaya devam mı ediyorsun birader. Sen öküz müsün? Salak
mısın? Yoksa boynuzlu musun? Sende hiç kafa yok mu? Sen hiç namus
denen bir şey olduğunu duymadın mı? Elin arabasıyla işe gidip
gelenden hiç karı olur mu? Hey koca kafalı!’ diyordu. Sonra da,
zehrini akıtan bir yılan gibi çekti gitti.. Çetin hiç sesini
çıkarmamıştı. Ama birden içeri girdi bir hışımla, beni
tokatlamaya başladı. Hem vuruyor hem de, ‘Bana bunu nasıl
yaptın? Beni ele güne rezil ettin? Şerefim iki paralık oldu. Ben
şimdi işe nasıl giderim? İnsanların yüzüne nasıl bakarım
kahpe!’ diyordu. Gözleri kararmış, adeta bambaşka bir adam
olmuştu. Abisine bir şey diyemeyince hırsını benden çıkarıyordu.
Onun gözünde tam bir günah keçisi olmuştum.
“Sabırla
durmasını bekledim. İlk kez abisinin ağzıyla konuşmaya
başlamıştı. O an içimden bir şeyler kopmuş, bütün umutlarımı
yitirdiğimi hissetmiştim. Hırsını alınca çıktı gitti. Bir
süre sonra Nurgül ablamla görümcem Sultan geldiler. Bana destek
olacaklarını beklerken, ne ahlakımı ne namusumu bırakmadan
ağızlarına ne geldiyse onlar da kustular gittiler. Saldırı
üstüne saldırı yaşıyordum. Sanki Afrika’daki vahşi
hayvanların arasına düşmüştüm de pençelerinin hedefi
olmuştum; vurdukça vuruyorlardı. Hepsi de ağızlarına kadar kin
ve nefret doluydu. İki günde bu kadar stoku nasıl yaptıklarını
anlamakta güçlük çektim. “En
yakınımdakiler iki laf etmeme bile fırsat vermediler. Onların
gözünde bir orospuydum, kahpeydim ve de en azılı düşmanlarıydım
artık. Beni en ağır şekilde suçladılar, hiç de adil olmayacak
şekilde yargıladılar, savunmamı bile almadan ölüm cezasıyla
mahkum ettiler. Şimdi de ipe çekilmeyi bekliyorum...” Bir süre
başı önünde sessizce ağladı Selime. O kadar çaresizdi ki…
“Gidebileceğim, derdimi anlatacağım kimse yoktu. Gurbet elde
kolu kanadı kırılmış yapayalnızdım. Kesime hazır kurbanlık
koyuna dönmüştüm. O gün akşama kadar ağladım. Ölmek istedim.
Canımı alması için Allah’a yalvardım. Çocuklarım geldi
aklıma, başaramadım. Akşam gelince Çetin’in ilk sözü:
“Boşanacağız, başka yolu yok!” oldu. Kararlıydı. Ne
diyebilirdim. Sesimi çıkarmadım. ‘Duydun mu? Boşanacağız
dedim!’ dedi tekrar öfkeyle. ‘Duydum, duydum… Madem bana
inanmıyorsun, bana güvenmiyorsun, istediğin gibi olsun!’ dedim.”
*** “Yan
yana oturmamıza rağmen uçakta hiç konuşmadık. Bir kez bile göz
göze gelmedik. Çetin, her davranışıma azarlayıcı ve kırıcı
sözlerle tepki veriyor; beni hırpalıyor, hakaretleriyle eziyordu.
Beş gündür yeterince hakarete uğramış, onurum ayaklar altına
alınmıştı. Hala nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Yanımdaki
adam dört yıllık kocam değil, kanlı bıçaklı düşmanımdı
sanki. Aklımda sadece çocuklarım vardı; bu yüzden yolculuk
boyunca dişlerimi sıktım. Hiç karşılık vermedim. Yeterince
rezil olmuştuk zaten, bir de uçakta… Bütün bunları yaşamamak
için, gökyüzündeki bütün yıldızları saymaya razıydım. “Gördüğünüz
gibi hala devam ediyor… Durum bu İbrahim abi, Kerime abla. Eğer
tek bir yalanım varsa şuradan şuraya gidemeyeyim. Çocuklarımın
yüzünü bir daha görmeyeyim. Ben evlendikten sonra ne yaptıysam
kocamın dediklerini yaptım. Ben ne şehir bilirdim ne de Almanya.
Onlara uydum, peşlerinden geldim. Daha yaşına girmemiş, sütten
kesilmemiş çocuğuma hasret kaldım. Bağrıma taş bastım. İçim
kan ağladı. Derdimi kimseyle paylaşamadım. Her konuda yüzleşmeye
hazırım. Arabasına bindiğim adam kocamın deyişine göre
güvenilir bir adamdı. Yani herhangi biri değildi. Ne yapayım,
benim kaderim de böyle yazılmış?” diyerek söyleyeceklerini
bitirdi Selime. İbrahim’le
karısı Kerime, üzüntü ve acımayla karışık bir duyguyla
dinlemişlerdi Selime’yi. Anlattıklarının ne kadarı doğru, ne
kadarı yanlış veya uydurma bilemezlerdi. Kaygıyla birbirlerine
baktılar. Kerime bir şey diyecek oldu. Onu sus işaretiyle durdurdu
İbrahim. Karısını çok iyi tanıyordu; abisi ve kardeşinden yana
olacaktı elbette. Kardeşi neyse de, abisine toz kondurmazdı.
Karşısındaki de gelinleriydi ve sekiz aydır çocuğu gibi baktığı
Hayriye’nin annesiydi. Onu altı aylıkken bırakıp gittikleri
için kardeşini suçlamıştı içten içe. Bir işimiz düştü de
yapmadın demesinler diye razı olmuştu. Bu yaşananların üstüne
şimdi ne diyebilirdi? Sakalla bıyık arasında kalmışlardı. “Tamam
kızım! Seni dinledik. Ne olmuşsa olmuş; gerçek veya değil,
olanı değiştiremeyiz artık. Araya giren güvensizlik ve soğukluk
ister istemez sizi ayrılma noktasına getirmiş. Fakat şu içerdeki
bebek ve diğer çocuğunun hatırına soruyorum: Boşanma konusunda
kararlı mısın? Bu kararı kocanın baskısı sonucu vermediğinden
emin misin? Bak biz burada üç kişiyiz. İşte karım. Onun yanında
söylüyorum. Evimize geldiniz. Kocan kayınımdır. Ama burada
kimsenin hakkının gasp edilmesine alet olamam. Bunu sizden çok,
hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklarınız için söylüyorum.
Hepimiz vicdan sahibiyiz... Öncelikli görevimiz bir ailenin
dağılmasını önlemektir kızım. Soruma ona göre cevap ver!” “Abi
daha ne diyeyim bi1mem ki? Size her şeyi anlattım. En
yakınımdakilerin dört yandan nasıl saldırdığını, namusumu
şerefimi paçavra gibi nasıl çiğneyip attıklarını… Bu
yaşananlardan sonra ne Çetin’in ne de benim aynı çatı altında
kalmamıza imkan yok artık. Biz istesek de izin vermezler buna.
Çetin, ‘Sana hiçbir şey vermem; ne çocukları ne de mallarımdan
bir parça...” diyor. Ama benim tek istediğim kızımdır. Onu
versin bana yeter. Başka da hiçbir şey istemem. Yavruma olan
borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Allah beni affetsin!” “Allah
hepimizi affetsin kızım! Son sözün bu mu?” “Son
sözüm bu abi.” Peki
öyleyse, sizin için elimden geleni yapacağım. Endişelenmeyin…”
***
Bu
krizin arkasında kayını Erol olabileceğini düşünse de,
başaktörünün Çetin olduğunu biliyordu İbrahim. Avukatlarla
görüşmeden önce, onunla boşanma koşullarını konuşmak istedi.
Çocuk lafını duyunca, nasırına basılmış gibi fırladı Çetin.
Gözlerinden kin ve nefret saçıyordu. Bir insan bir anda nasıl bu
hale gelirse o hale gelmişti. Karşısındaki canavarlaşmıştı
adeta. İbrahim, kayınının bu yüzünü ilk kez görüyordu. Çetin
ağzından köpükler saçarak söylenirken, gözünün önüne iki
kuzuyu kapıp götüren azgın bir kurt sürüsü geldi. “Çocukları
unutsun, onların adını bile almasın ağzına. Vermem çocuklarımı
o kahpeye. Ölürüm de, öldürürüm de vermem! Bir orospunun
annelik yaptığı nerede görülmüş abi? Söylesene…!” Bir
süre sustu İbrahim. Nasıl bir belaya çattığını, üzülerek
bir kez daha görmüştü. Karşısındaki canlı bir objeden çok,
koskoca bir kayaydı sanki. Toparlanmaya çalıştı. “Bak
Çetin! Selime hala senin karın ve ne olursa olsun iki çocuğunun
annesi. Kahpe ve orospu lafları senin gibi üç yıl imamlık yapmış
din adamının ağzına hiç yakışmıyor. Önce bunu bir tarafa
koyalım. Sonra sana soracağım şu soruya, elini vicdanına koyarak
cevap ver: “Sen karının, arabasına bindiği ve dürüst biri
olarak tanıttığın adamla, Erol abinin gördükleri dışında bir
ilişki içinde olabileceğine inanıyor musun?” “Bilmiyorum
abi! Bilmiyorum! Ne diyeceğimi bilmiyorum! Ama bildiğim bir şey
var: ‘Bir şeyin şüyu vukuundan beterdir’ derler.” “Ya
gerçekten hiçbir şey yoksa! Karın o adamla yalnız değildiyse!
Olay sadece her şeyi abartan abinin hezeyanlarından ibaretse! Yazık
olmaz mı size, çocuklara ve bütün umutlarınıza? Ha? Yazık
olmaz mı Çetin? İyi düşün! Eğer vicdanını sızlatacak,
azıcık bir kırıntı varsa bir yerlerde, senin peşini ömür boyu
bırakmayacaktır. Ne bu dünyada ne de öbür dünyada bununla
yüzleşmekten kaçamayacaksın! Bunu biliyorsun değil mi?
“Kararımı
verdim, dönüşü yok diyorsan da, adilane bir şekilde boşanın.
Kadıncağıza haklarını ve en azından kundaktaki kızını
vererek boşanmanızı isterim. Karının içinde bulunduğu
durumundan faydalanıp baskı altında bir boşanma düşünüyorsan,
peşinen söyleyeyim: Sana yardımcı olamam. Hele çocukların, bu
davranışından dolayı daha fazla zarar görmesine alet olmak da
istemem. Bunun sorumluluğunu da üstlenemem. Unutma ki önünde,
altı aylıkken anasından ayırdığın bir bebeğe karşı büyük
bir vicdan borcun var. Ben bu vicdansızlığa alet olmayı bir utanç
vesilesi olarak görürken, sen daha büyük bir vicdani sorumluluğun
altına girmeyi düşünebiliyorsun. Pes doğrusu! Aynı zamanda bir
din adamı olarak bunu düşünebildiğin için seni ayıplıyorum,
kınıyorum ve seni daha adil davranmaya davet ediyorum. Kusura
bakma, ama sen bunları hak ettin Çetin! Umarım ders alırsın da
sana bir faydası dokunur.” “Tamam
abi! Adil olmaya çalışacağım, kızımı anasına bırakacağım.
Bana daha fazla yüklenme! Ben o kadar da vicdansız değilim…
Sadece karısı tarafından ihanete uğramış, kişiliğini,
kimliğini kaybetmiş bir zavallıyım. Keşke ölseydim de bunları
yaşamasaydım. Daha fazla dayanamayacağım. Hadi hemen gidelim,
bulalım iki avukat da, elimden bir kaza çıkmadan bitsin bu iş.”
Nihayet
avukatlar ayarlandı, dava dilekçeleri yazıldı. Boşanmanın
gerekçesi şiddetli geçimsizlikti. Selime’nin, kızı dışında
hiçbir şey istemediğine dair maddeyi de içeren tutanak imzalandı.
Ertesi gün Ankara Adliyesinin yetkili mahkemesinde anlaşmalı
boşanma davası açıldı. Her şey olağan seyri içinde devam
ediyordu. Adalet anne gözlerini kapatmış işini yapacak, hakimler
de kararlarını basacaktı. Böylece de “memleket kurtulacaktı.”
O çocuklar mı? Onlar Allaha emanet… Onlardan o kadar çok var ki,
hiç “yalnız” kalmayacaklar… Her
şey o kadar hızlı olmuştu ki, İbrahim’in adeta başı döndü
ve huzursuzluğu gitgide arttı. İstemeyerek de olsa böyle bir
olaya tanıklık etmekten dolayı üzüntülüydü. Asıl kabul
edemediği ise, Selime’nin kendi idam fermanını, hiç tereddüt
etmeden imzalamasıydı. Yaşadığı bu kabustan bir an önce
kurtulmak istediği belliydi. Onun, her şeyden vazgeçmiş gibi
duran ruh halini asla unutamayacaktı.
“Kızını
alma iradesini” göstermesine rağmen, ağzını açıp kendisinin
ve çocuklarının haklarını aramak için en küçük bir çaba
göstermemesi yüreğinde açılan bir başka yaraydı. İçine bir
kurt düşmüştü. Çetin’e güvenmiyordu. Aklı başında değildi
onun. “Dolap ustası” abisiyle bir iş çevirdiklerinden adı
gibi emindi. Şu anda zavallı kızcağıza yardım edemeyeceğini
biliyordu. O şimdi kimsenin olmadığı, gerçek dışı bir dünyaya
sürüklenip gidiyordu sanki. “Ama belki ilerde…!” diye
düşündü. “Zavallı…! Büyük bir baskı altında olduğu
görülüyor. Tehdit edilmiş, olmalı? Ama neyle, nasıl…?
Bunlardan her şey beklenir.” dedi kendi kendine, onları
Kayseri’ye yolcularken.
Birden,
Selime’nin gizlice verdiği bir zarf geldi aklına; ceketinin iç
cebine atmıştı. Ceket içerdeydi. Unuttuğuna, ve de ihtiyatsız
davrandığına hayıflandı. “Aman ha!” diyerek karısından
önce girdi içeri. Karısının ne kadar meraklı olduğunu,
özellikle içinde mektup olan zarflara karşı olan zaafını
biliyordu. Üstelik zarf insanı tahrik edecek kadar kabarık
duruyordu. Ceketini giydi, emanet koyduğu gibi duruyordu. Derin bir
“oh!” çekti. Daireye
varınca ilk işi zarfı açmak oldu. Doğrudan kendisine yazılan
dört sayfalık bir mektuptu bu. “İbrahim abi” hitabıyla
başlayan, “Bu mektubu yazıp yazmamakta çok tereddüt ettim.
İnanın, derdimi anlatabileceğim sizden başka kimsem yok! Başıma
gelenleri size varınca, doğrudan da anlatabilirdim. Ama ne olur ne
olmaz, belki buna fırsat bulamam diyerek alelacele yazmaya karar
verdim! Kusuruma bakma; başınızı epeyce ağrıtacağımızı
sanıyorum,” cümleleriyle devam ediyordu. Mektupta evde
anlattıkları vardı. Fakat yazılanlar öyle bir yere geldi ki,
İbrahim’in kanı dondu adeta. Büyük kayını Erol’dan
bahsediyordu. Onun tacizlerinden. Ta evlendiği ve Almanya’ya
gittikleri günlerden... “O zamandan beri gözü bende! Her
fırsatta yiyecekmiş gibi peşimde ve dibimde bitiyor. Bilerek
sürtünüp geçiyor. Çetin’in bulunmadığı zamanlarda eve
girip, “Şu güzel ellerinle bir kahve yap da içelim gelin!”
diyerek sırnaştığı yetmiyormuş gibi. ‘Ah! Ah!.. Şimdi 15, 20
yaş genç olacaktım ki…’ile başlayan cümleler kurmaya
başlıyordu… Daha çocuktum ama bu lafların nereye doğru
gittiğini anlayacak yaştaydım. Bunlar bir yana, zaman zaman
arabasına alıp birlikte dolaşmaya zorluyordu. ‘Senin yanında
kendimi çok genç hissediyorum, mutlu oluyorum… Ne olur beni
yanlış anlama!’ demesi de bir başka gariplikti. Bir de dediğini
yapmazsam, kocama, onla bunla gezip tozduğumu söylemekle tehdit
ediyordu. Sülük gibi yapışmasına sinir oluyor, midem
bulanıyordu. Bu yaşadıklarımı kimseye anlatamazdım. Anlatsam da
kimse bana inanmazdı. “Bir
gün öğleye doğru yine geldi bu! Kapıya dayandı! Onu geldiğini
görüyordum. Herhalde izin günüydü. Çetin işteydi. Açmak
istemiyordum kapıyı. Fakat çirkef ve ağzı bozuktu. Ne yapacağı
belli olmazdı. Açtım, içeri girmedi. “Hadi hazırlan seni
gezmeye götüreceğim!” dedi. “Bizim koca kafa seni hiç
gezdirmiyor biliyorum. Hocalık taslar… Güya seni ele güne karşı
koruyacak! Gezip tozmak senin de hakkın kızım! Hem böyle bir
güzelliği eve kapanarak heder etmene gönlüm razı olmuyor.
Biliyorum ‘kocam ne der buna!’ diyeceksin. O öküz anlamaz bu
inceliklerden. Hem ben sizin yabancınız mıyım!” diyerek
üsteledi. Gaflete düşüp çıktım onunla.
“Daha
biner binmez başladı el hareketlerine ‘Ne kadar güzel saçların
var kız senin! Hele gözlerin… durgun bir deniz gibi. İçinde
kaybolası geliyor insanın,’ diyerek başörtümün arkasından
sarkan saçlarımı okşuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım.
Adam utanmadan sarkıntılık yapıyor, sapığın teki gibi
davranıyordu. “Yapma abi, babam yaşımda adamsın, neredeyse
benim yaşımda çocukların var! Beni pişman etme!” diyerek
ellerini itsem de az sonra yine başlıyordu. Bir ara, ‘Sen de,
herkes gibi mini etek giysene! O güzel bacaklarını böyle çuval
gibi eteklere niye gömüyorsun! Yazık değil mi? Onların da
havalanmaya ihtiyacı var!..” diyerek gözünü eteğime dikti.
Çenesi durmuyordu: “Kızım burası Almanya, Akkuş köyü değil!
Şu başını da bir aç hele, tam bir artist olursun maşallah! O
zaman gelsin paralar… Böylece fabrikalarda da çalışmana gerek
kalmaz!” diyordu. İş kötüye gidiyordu. Niyetini anlamıştım.
“Beni evime götür abi!” dedim. Önce hık- mık etti. Sonra bak
şurada bir çay bahçesi var, birer dondurma yiyelim sonra dönelim!’
dedi.” Mektup
abi dediği adamın yaptıklarıyla devam ediyordu. “… Hamile
kalıp karnım şişmeye başlayınca uzak durmaya başladı benden.
Ne de olsa anne oluyordum. Karnımdaki de kardeşinin çocuğuydu.
Sonra de yengem geldi. İlk çocuk annesi olunca, biraz daha rahat
ettim. Ama bakışları hiç gitmedi üzerimden. Fırsat buldukça da
takılıyordu. “Kız, çoluk çocuğa karıştım diye her şey
bitti sanma! Sende bu güzellik varken…!” sözleriyle didikleyip
duruyordu. “… Çocukları
burada bırakıp, çalışmaya başlayınca bu namussuz tekrar
musallat olmaya başladı… Yenge de yok… İşe götüreyim gelin,
işten alayım gelin! Bugün boşum, hadi seni gezdireyim kız!”
diyerek yaltaklanıyordu. Ona yüz vermeye niyetim yoktu. Dersimi
almıştım. Ama bir kahpelik yapacağını düşünmemiştim. Kendi
arabasına binmeyip ustanın aracına bindiğimizi görünce besbelli
kudurdu. Bütün derdi, yüz vermedim diye benden intikam almaktı.
Oysa öz kardeşinin namusuna el uzatan bu adamın yanında usta,
adam gibi adamdı. Bir kez olsun, ağzından çıkmış kötü bir
söz duymadığım gibi, bakışlarında da bir yamukluk görmedim.
Aksini söyleyen varsa gelsin! “Şimdi
bu ahlaksız adam çıkmış, bana orospu, kahpe diyor. Hiçbir suçum
yokken bana adice iftirada bulunuyor. Dinine imanına sen söyle abi:
ben mi kahpeyim o mu…?” Mektup bu cümleyle bitiyordu. Bir de not
düşülmüştü: Karı koca iki kişinin ismiyle, telefon numaraları
vardı. “Mektupta yazılanlar, bunlardan da sorulabilir!”
deniyordu. *** Selime,
Kayseri’de kayın babasının evinde çocuklarıyla hasret
gideriyordu. Çetin Almanya‘ya dönmüştü. Mahkeme sonucunu orada
bekleyecekti. Boşanma konusunu ve ona neden olan olay hakkında
hiçbir açıklamada bulunmamışlardı büyüklerine. Ani geliş
nedenleri Selime’nin çocuk özlemiydi; hasretlerine dayanamamıştı.
Öyle söylemişlerdi. Bundan daha doğal bir şey olamazdı. Anaydı;
çocuklarından ayrı kalması zaten düşünülemezdi. Kimsenin
aklına başka bir ihtimal gelmedi. Gördükleri mutlu bir ailenin
olağan görüntüsüydü. Yanılgılar denizi çalkalanıyor, arsız
dalgalar sığ kıyılarda kırılıp dağılıyordu. Selime ise,
kayalara vurmuş küçük bir teknenin içinde kurtarılmayı
beklerken, bir cenneti yaşıyor, bir cehenneme düşüyordu…
Talas’ta halası vardı. Anne, baba ve kardeşleri ise, başlarına
geleceklerden habersiz Tomarza’nın bir köyünde sakin bir hayat
yaşıyorlardı. Onları görmek, yaşadıklarını onlara anlatmak
gibi bir isteği yoktu Selime’nin. Gelişlerinden hiç birinin
haberi olmadı. Çetin de böyle istemişti zaten. Mahkeme
sonuçlanınca beraber gidip durumu nasıl olsa açıklayacaklardı.
Kopacak
kıyametin gelmekte olduğunu bilerek çocuklarıyla iyi vakit
geçirmeye çalışıyordu Selime. Ancak arada bir yaşadıklarını
düşünüyor neler olup bittiğine bir anlam vermeye çalışıyordu.
Her şey kabus gibiydi; eşi ve diğerlerinin nasıl
yabancılaştığını, çocukları ile arasına, yavaş yavaş
acımasız bir duvar örüldüğünü görmeye başlamıştı. Zaman
daraldıkça, yerli yersiz çocuklarına sarılıyor, dayanılmaz
acılar içinde ağlama krizine giriyordu. Kabuslar görüyor,
dakikalarca titriyordu. Evdekiler buna bir anlam veremese de,
üzerinde durmuyorlardı. Gerçek dünyanın dışında, bir hayal
dünyasında yaşıyordu sanki. Çocuklarını da alıp bir an önce
baba evine kaçmayı düşündü birkaç kez. Ama ne beş kuruş
parası, ne de yakınlarda kendisine yardım edecek birisi vardı.
Tam anlamıyla kapana kısılmıştı. Yakında boşanacağı koca
evinde, yanında yavruları olmasına rağmen yapayalnızdı. Öyle
bir yalnızlıktı ki, çöl ortasındaki kuru bir otun durumu bile
ondan iyiydi. O artık, köyün dört yıl önceki, genç, güzel,
alımlı kızı değil, hayatın sillesiyle yorgun düşmüş ve daha
20’sine varmadan yaşlanmış, kendisinin bile tanımakta güçlük
çektiği bir insandı.
Selime
günlerce kendi içinde çatıştı durdu. Almanya ile köyü
arasında, kocası ile çocukları arasında, içinde bulunduğu evle
baba evi arasında gidip gelmekten yorgun ve bitap düştü ama kendi
yolunu bir türlü bulamadı. İçten içe tepki veriyor, “Bu
duruma düşmek için ne yaptım ben? Bu kadar hakareti, aşağılanmayı
hak ettim mi? Şehirlerde kadın erkek, tek başına başkalarına
ait araçlarla gidip gelmiyorlar mı iş yerlerine? Lokantalarda,
kafelerde, oturmazlar mı yan yana? Çalışmazlar mı bürolarda?
Konuşmazlar mı? Tüm bunlar normal karşılanırken, benim,
ustabaşının aracıyla, üstelik yanımda çalışma arkadaşlarım
da varken eve gelmem neden sorun oldu? Bu yüzden ben nasıl kahpe,
orospu oluyorum da, namusuma göz dikip alçakça iftirada bulunan o
şerefsiz, sütten çıkmış ak kaşık oluyor? Beni ve çocuklarımı
hiç acımadan üç kuruşa satan, ailemizi paramparça eden kocam
iyi, ben kötü kadınım öyle mi? Bana iftira edip köpeklerin
önlerine atanlar, bir paçavra gibi sokağa fırlatanlar namuslu,
ben namussuz fahişeyim ha? Nasıl…? Bu nasıl bir adalet? Bu nasıl
bir dünya? Kim yazdıysa bozsun!” deyip duruyordu. Sıkıntıları
bitmiyordu Selime’nin; umutsuz ve çaresizdi. Bir sabah
kayınvalidesi, kızı Kübra’ya dönerek: “Bugün yengenle
birlikte şöyle çarşıya doğru bir çıksanız kızım. Garibim
çok sıkıldı, biraz açılsın! Hem kendinize bir şeyler de
alırsınız.” demesi ilaç gibi geldi Selime’ye. Kayın
validesinin bu önerisinde hiçbir art niyet aramadı, bunu düşünecek
gücü de yoktu zaten. Az kalsın sarılıp öpecekti… Dışarı
çıkmak çok iyi gelecekti ona; bunun ötesinde bir şey düşünecek
hali yoktu. Sevincini belli etmeden çocuklara baktı. “Sen
çocukları merak etme kızım! Bugün sizin gününüz!.. Gidiverip
gelmeyin sakın. Akşama kadar tadını çıkarın Kayseri’nin…
Hadi kızım hadi, oyalanmayın!...” dedi. Adeta kovuyordu onları.
O
gün, her şeyi unutmuş, üstündeki bütün ağırlıklardan
kurtulmuş gibi bir hisle dolaştı Selime. Sanki felekten çalınmış
bir gündü… Görümcesi ile birlikte Kayseri’nin çarşılarını
gezdiler, parklarında oturdular, kalesine çıktılar. Lunaparka
gidip dönme dolaba bile bindiler. Dondurma yediler, meşrubat
içtiler. Şehrin meşhur lokantalarının birinde İskender yediler.
Son yıllarda geçirdiği en güzel günlerden biriydi Selime’nin.
İçinde, köyündeki bahar çiçekler açmış, serin pınarlarından
içmiş gibi bir hafiflik vardı. Ne güzeldi böyle yaşamak! İlk
kez büyümekten, evlenmekten pişmanlık duydu; görümcesini
kıskandı. Onun aksine, yengesinin yüzünün güldüğünü gören
Kübra, üzerinde bir tedirginlik ve huzursuzluk duymaya başladı.
“Annem hiç de böyle iyilik yapmazdı. Zahir zaman zırnık bile
koklatmayan kadın, üstelik para bile verdi alış veriş yapın
diye. Bayram değil seyran değil bu da neyin nesiydi şimdi… Sanki
dağda kurt ölmüştü de hayır dağıtıyordu. Bir iş var bunda!
Ama ne? Akşama kokusu çıkar nasıl olsa…” diye kaygılanıyordu.
Sessizleştiğini fark eden yengesi, “Ne o, bir şey mi oldu,
durgunlaştın birden?” diye sorgulayınca kendine geldi. “Yok
bir şey yenge! Yoruldum biraz da ondandır” deyip geçiştirdi. Gün
bitmiş, giyecek bir şeyler de aldıktan sonra dönüşe geçmişlerdi
eve. Yorulmuşlardı. Belediye otobüsünde hiç konuşmadılar,
herkes kendi derdine düşmüştü yine. Durgun bir su gibiydi
Selime; dışından belli etmese de içten içe kaynıyordu. Bir
günlük izne çıkan mahkum gibi dönüyordu... Dışarda
yaşadıklarının hepsini eve taşımayı düşündü bir ara.
İmkansızlığını görünce vazgeçti. “Otobüstekileri götürsem
yeter belki!” dedi içinden. Fazla kalabalık buldu. Kendi kendine
gülümsedi
Eve
geldiklerinde ilk hissettikleri derin sessizlikti. Görünürlerde
çocuklar yoktu. “Babaları aldı götürdü” dedi kayın
validesi, sıradan bir olaymış gibi. Selime olduğu yere düştü,
küt diye. Bayılmıştı. Kübra şok yaşıyordu. Kayın baba ise
ha bire tespih çekiyordu köşesinde, karışık düşünceler
içindeydi. Çetin
gecenin bir yarısında gelmiş, annesine ve babasını yakındaki
ablasının evine çağırmış, durumu etraflıca anlatmıştı.
Mahkeme neye karar verirse versin O planını yapmıştı: Bundan
sonra çocukları anasına göstermemeye kararlıydı. Selime’nin
tehditle imzaladığı boş kağıdın üzeri doldurulmuş,
çocukların yurt dışı çıkışı sağlanmıştı. Onları aldığı
gibi Almanya’ya uçtu. Böylece
o günkü oyunun mahiyeti anlaşılmıştı. Bundan Kübra’nın da
haberi yoktu. Her şey onlar uykudayken planlanmıştı. Selim’e
ayılınca gerçekle yüz yüze geldi. Oğluyla birlikte, kızını
da kaybetmişti… Yüreğinden büyük bir parça koparılmış, gök
kubbe üstüne çökmüştü… Kıyamet kopsaydı bunun kadar acı
çekmezdi bir insan. “Yavruların…! diye çırpınıyor,
tutunacak bir yer arıyordu. Bir yandan da, “Biberon tutmasını
bile bilmeyen, bebeğimi doğru dürüst kucaklayamayan bir adam onu
neyle nasıl besleyecek?” diyerek feryat, figan ağlıyordu.
O
böyle bir ayrılığı hiç düşünmemişti. En azından kızım
benimle olacak diyordu. Kocasına inanmakla büyük bir hata
yaptığını anlamış, iş işten geçmişti. Bir ara “Peşlerinden
gideceğim, bulacağım onları!” diyerek atılsa da, kayınpederi
engel oldu. “Nereye götürdüğünü bilmiyoruz kızım. Bize de
bir şey söylemedi. Gece vakti nereye gideceksin? Yarın olsun bir
çaresine bakarız. Hem, bebek için kaygılanma! Çetin yalnız
değildi, yanında ablası vardı. Ayrıca çocuğun beslenme
çantasını da yanlarında götürdüler.” diyerek yatıştırmaya
çalıştı Selime’yi.
Kayın
valide ise düşmen gibi bakıyordu... Yaşadıkları yetmiyormuş
gibi, bir panter gibi o da atladı Selime’ye: “Kız sen nasıl
bir anasın? İki çocukla, elin herifinin arabasına binmeye, onunla
oynaşmaya utanmadın mı? Evimize kahpeliği de mi sokacaktın? Bu
yaşta bunu da mı görecektik? Ey ümmeti Müslüman bu da mı
gelecekti başımıza?” diye söylenmeye başlayınca kocası
susturdu onu, “Olan olmuş bir kere, bu söylediklerinin bir
faydası yok artık!” diyerek. Onun da karışıktı kafası,
olanlardan rahatsızdı. Karsına, “Bütün bunların sebebi
sensin, senin boşboğazlığın! Durduk yerde çocukların hayatına
niye karışırsın? ‘Bir an önce dönün Almanya’dan, yoksa
sütümü helal etmem!’ de ne demek oluyordu? Al işte,
acelelerinden üst üste hata yaptı çocuklar! Şimdi de geldiğimiz
yere bakın! Sen ne karışırsın be kadın? Beğendin mi yaptığını?
Bir yerlerine kına yakarsın artık!
“Burnu
havada dolaşan oğullarım kim bilir neler yaptılar kızcağıza.
Altı aylık sabiyi anasız bırakanlardan her şey beklenir!”
demeyi geçirse de, ağzından, “Allah’ım! Sen çocuklarımın
günahlarını affet, onlara akıl fikir ver! Doğruluktan ayırma…!”
mırıltıları döküldü. Bir yandan da tespih çekiyordu,
“suphanallah, suphanallah…” diyerek. Dışarda ise yatsı ezanı
okunuyordu. O
gece, sabaha kadar gözünü kırpmadı Selime. Ağlamaktan yorgun
düştü. Düşünceleri döndü dolaştı; gitti- geldi… Ölçtü
biçti… Dağları, ovaları dolaştı. Köyünün tanıdık
sokaklarına daldı. Lakin bir kez olsun Almanya’yı düşünmedi.
Aklına geldikçe, “Lanet olsun oraya!” dedi. Gün doğmak
üzereyken bir ant verdi: Mahkeme neye karar verirse versin bu işin
peşini bırakmayacaktı. Dünyanın öbür ucuna da götürse,
bulacaktı çocuklarını. Başından geçenleri, kendisine
yapılanları en son olarak da bugün kurulan tuzağı unutmayacaktı.
Çocuklarından ayıranlara bolca beddua etti. Başına sardıkları
her belanın misliyle, onların da başına gelmesini istedi.
Artık
bundan sonra kocasının eline, ağzına bakan, hiçbir şeye
karışmayan sessiz uyuşuk Selime yerine çok daha cesur bir kadın
olacak, her koşulda hakkını arayacaktı. Yüreğine taş bastı,
ağlamayı, sızlanmayı da bıraktı. Zaten gözünde yaş denen bir
şey de kalmamıştı. Son beş günde bütün pınarlar kurumuştu
sanki. Kahvaltıda hiçbir şey yemedi. Artık bu evde kalamazdı.
Nasıl olsa mahkeme kararı yakında çıkacaktı. Belki de çıkmıştı.
Bir gün kızına kavuşup, birlikte yeni bir hayata başlama
inancıyla eşyalarını topladı. Çantasından kızının
fotoğrafını çıkarıp tekrar tekrar öptü. Tez elden kavuşmaları
için dua etti. Sonra da kayın babasına gidip, halasına gitmek
istediğini söyledi. “Olur, sen nasıl istersen kızım. Lakin
beraber gitmemiz daha uygun düşer. Seni tek başına gönderemem.
Halana durumunu ben izah etmeliyim. Biz böyle olsun istemezdik.
Yazgınız böyleymiş! Allah hakkınızda hayırlısını versin!”
derken kayın babası, ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Kübra
uğurladı onları şaşkın ve yaşlı gözlerle. Olanlara hala
inanamıyordu. Çağrılan
taksiye bindiler. Ortada garip bir durum vardı: Selime’nin gelin
geldiği evden, gelin çıktığı eve gidiyorlardı. Hayatın garip
bir cilvesiydi bu. Güya defolu çıkmış, iade muamelesi
görülecekti. Selime, kayın pederinin yanında sürgüne giden bir
mahkum gibiydi; aklı geçmişi, gözü çocukları taradı bir an.
Geride, koca bir boşluktan başka bir şey yoktu. Bu dönüşü
olmayan kahredici bir ayrılıktı. Bir bıçak saplandı göğsüne;
yavrularını bir daha görememe korkusuyla titredi. Celal
Ulusoy
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR