Keseen Ağa ile Irgat Kibar / Tacim Çiçek
Çukurova’da kimi toprak sahibi Güneydoğu’dan ırgat getirtir. Daha ucuz işgücü ve daha fazla iş için. Onun için bu ırgatlar birer nimettir. Sezon sonunda umut balonları söner bu nimetlerin. Kiminin bağrı yanar, kendi deyimlerince “gezemez” olurlar. Kiminin toprak almak beklentisi memleketinde ipi kopmuş bir uçurtma olur, çünkü onca insanla kazandıkları yalnızca karın tokluğunu karşılayacak kadardır ancak. Kimi umutlarını, sevdalarını bir başka sezona bırakır. Kimi geride bıraktıklarının anılarıyla ve acılarıyla döner memleketine. Kimi de yüreğinin incecik zarında yalnızlığını büyütmemeye çalışır. Sorular, istekler ve ahlar kuşatır çevrelerini göremez olurlar birbirlerini. İşte Keseen Ağa’nın da getirttiği nimetler onun tarlalarının kümeli olduğu bir bölgede çadırlarını kurmuş ve çadırlara yakın tarlalarda da işlerine koyulmuşlardı. Burası ovalıktı. Bu ovanın ağaçlarla kaplı düzlüğünü ikiye ayıran Ceyhan öyle akar ki, görünüşü aldatır insanı. Akmazmış, bir uzun gölmüş gibi görünür. Oysa sarı kirli sularına daldın mı kendini feriştah olsan kurtaramazsın, bir gizli girdapmış gibi alır seni içine ve bir daha suyun üstüne çıkamazsın. Sonra burada kıyılar dik, kaygan ve yumuşaktır. Aniden bir toprak parçasıyla birlikte kendini suda bulabilirsin. Bunu elcibaşları, dayıbaşları anlatır ırgatlara, çocuklara, başlarına bir şey gelmesin, buralara yaklaşmasınlar diye. Tarlada ırgatlar iki karışlık pamuk fidelerini kurtarmaya çalışıyorlar. Haziran sıcağı altında… Sarı, yapış yapış bir sıcak bu. Bunaltıyor. Rüzgârın önünü kesiyor, tuhaf bir harami sanki. Tuzaklar kurmuş her esintiye. Bir esinti gelip sarmıyor, öpmüyor ırgatları. Oysa gözleri yolda hepsinin… Bu yüzden ırgatların gözleri Sucu Kadın’da… Onun sunacağı suyun sıcaklığı yine de Haziran sıcağını bir nebze de olsa bastıracak, biliyorlar. Bir yandan da Çavuş’un düdüğüne odaklanmışlar. Bir fidenin otlarla birlikte koparılmanın ne demek olduğunu da çok iyi biliyorlar. Bundandır ki ellerinden geldiğince, Çavuş emretmeyince dek tek fideyi bile kesmiyorlar. Hiçbir kolda sabahki canlılık, neşe ve şakalaşma, konuşma yok. Ve Sucu Kadın’ı ilk gören dalgalandırdı ırgatları, başakları aynı yöne bir yatırıp bir kaldıran tatlı esintiler gibi. Sucu Kadın elden başladı kuyruğa kadar isteyene istediği kadar su verdi. Her ırgat suyu yavaş yavaş içti. Bir katık lokmayı çiğneyip yutan bir tok gibi… Böylelikle biraz olsun dinlenecek ve serinleyecekler. Fakat Çavuş uyanık mı uyanık, köpürdü, söylendi, hiç kimse onu duymuyordu, bildiğini yapmaktan geri durmuyordu. Sucu Kadın uzaklaştı. Irgatlar birazcık da olsa canlandılar ve aralarında konuşmaya koyuldular. “Duydunuz mu?” diye sordu orta sıralardaki Zayıf Kadın. “Neyi?” diye karşılık verdi yanındaki. “Eğer işimizi beğenirse…” “Beğenirse ne olacak, bir yevmiye fazladan mı yazdıracak hanelerimize!” “Oldu olacak bizi nüfusuna geçirsin be!” “Ölünün körü olacak kız,” dedi bir başkası bağırarak, “susun da belleyek kele.” “Diyeceğim,” dedi ilk konuşan,” çalışmamızı beğenirse diğer tarlalarını da bize çapalatacak, ayrıca kardeşlerinin varlığı bundan daha çokmuş. Onlara da bizi önerecekmiş!” El tarafında gezinen Çavuş’un gür sesi onları susturdu. Öyle bir ürperdiler ki konuştuklarına bin pişman oldular. Tarlada Çavuş’un gözünden düşmek demek Çukurova’da işsiz kalmak demekti. Bu yüzden konuşmamışlar gibi önlerindeki sırayı çapalamaya ve Çavuş’a bakmamaya özen gösterdiler. Çavuş onların önlerine geçti. Elinde de bir avuç fide vardı. “Ulan,” dedi elindeki fideleri göstererek, “sizin evladınız neyse ağamız için de bunlar o, anlıyor musunuz?! Sonra bunların beşi birinizin ücretini karşılıyor kaz kafalılar! Nasıl kesersiniz bu fideleri hayvanlar, iş sırasında konuşasınız diye mi yevmiye alıyorsunuz?! “Biliyorum, mahsus yapıyorsunuz bunu, mahsuuuus! Beni elin adamına karşı mahcup etmek için böyle yapıyorsunuz. Ne utanmaz şeylersiniz. Adam yoksa ben varım. Ben yoksam başınızda Allah vaaar be. O’ndan da mı utanmıyorsunuz? Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz mısınız?! Bu kadar olmaz yahu! Samimi söylüyorum ve herkes beni duysun, eğer böyle yapacaksanız gelmeyiiiin. Tarlaya gelecek insan çok! Sizin zaten ekmek kaybetmek gibi bir korkunuz yok. Bari beni ekmeğimden, işimden etmeyin!” Söylene söylene uzaklaştı Çavuş. Kuyruk tarafında bir ana ve kız usul usul dertleşiyordu. “Aman kızım!” “N” oldu ana?!” “Fidelere dikkat et kızım, elin içinde söz gelmesin bize…” “Tamam ana!” “Ceylanım, elindeki kazmaya da dikkat et…” “Niçin?!” “Kazmayı çok sıkarsan ellerin kabarır…” “Kabarırsa ne olur ana?” “Kabarcık oluşur güzel gözlüm, kabarcıklar da su toplar.” “Olsun be ana, acı patlıcanı kırağı çalmaz ki.” “Öyle deme benim nazlım, sen işe yaramayan birisi değilsin ki o atasözünü söylüyorsun. Sonra içi su dolu kabarcıklar patlar.” “Patlarsa?!” “Canın yanar, kazma tutamaz olursun, bu da bizim için hiç iyi olmaz.” “Anladım ana, anladım.” “Ana?!” “Söyle kızım?” “Soluklanmaya daha çok mu var?” “Sabırlı ol güzel kızım, sabırlı ol...” Kız, babasının yerine çapaya ilk defa gelmişti. Babası yataktan kalkamıyordu. Hâlsizdi. Sapsarı rengiyle çadırdaydı. Doktora da gitmiyordu. Durmadan terliyordu, öksürüyordu. Ne olmuşsa Keseen Ağa’nın bir tarlasını ilaçlamak için seçildiği günden üç beş gün sonra olmuştu. Geçer diye beklediği hâlde de durumu düzelmemişti. Kadının aklında hep kocası vardı ve onu düşünmeden edemiyordu. Irgatlar birbirlerine Çavuş’u gösterdi. Bir anda gözler ona çevrildi. Çavuş, kara şemsiyesiyle koşturuyordu. Tarla sahibi, yani Keseen Ağa geliyordu. Yürürken yalpalıyordu. Kel ve iri yarı bir adamdı. Çilliydi. Irgatlara yaklaştıkça içki kokusu sarı sıcağa karışıyor ve bir zehirmiş gibi havaya karışıp ırgatların solumalarını güçleştiriyordu. Bu arada Çavuş bağırıyordu: “Ayrığa dikkat! Pamuğa basmayın! Kaldırın kollarınızı! Köklere kuvvet verin! Fide yastıklarına dikkaaat!” “Merhaba Çavuş,” dedi Keseen Ağa. Durmadan sırıtıyordu. “Aleykümselam ağam!” yere eğilerek, “Hoş geldin!” “İşler nasıl?” Sayenizde ağam, sayenizde çok iyidir!” Keseen Ağa, daha başka bir şey söylemedi. Irgatların arasında dolaşmaya başladı. Çavuş, şemsiyesini onun üstünde tuttu. O nereye giderse o yana gitti. Keseen Ağa gözlerini ırgatlardan, özellikle yeniyetme genç kızlardan ayırmıyordu. Mal arayan bir celepti sanki. Sonunda bir ırgatın karşısında durdu. Öylece baktı ona. Yeryüzünde bir o bir de kendisi varmış gibi. Onun bu tavrı diğer ırgatları rahatsız etti, fakat kimse cüret edip bir şey diyemedi. Zarif genç kız öyle rahatsız oldu ki, o anda toprak yarılsa içine girebilir, Ceyhan’ın kıyısında olsa içine atlayabilirdi, sonunu düşünmeden. “Adın ne senin?” dedi. Kız, içki kokan ve yeni filizlenmiş pamuk fidesine sarılan Keseen Kurdu gibi gördüğü adama yanıt veremedi. Ne yapacağını, nereye bakacağını bilemedi. Yalnızca çapasını sıkı sıkı tuttu ve önündeki sıranın otlarını koparmaya çalıştı. Elleri titriyordu. Yüreği yaralı ve çaresiz bir kuş gibi çırpınıyordu. Kulakları zonkluyordu. Dayanılmaz bir ter sarıyordu incecik bedenini Gözlerini sırasından ayırmıyordu. Ağzı kurumuştu. Çavuş yırtıcı bir kuş gibi atıldı kızın önüne. “Bre densiz,” dedi öfkeyle, “ağan adını sorar da niçin söylemezsin. Ağam cahillik işte kusuruna bakmayın. Ne anlasın kibarlıktan, fakat ne hikmetse adı da Kibar…” “Kendisi de adı gibi kibar mı Çavuş?!” “Öyle mi bilemiyorum ağam kendisine sormak gerek!” Kimi ırgatlar katıla katıla güldüler bu sözden sonra. Çavuş, gülenleri azarladı. Irgatlar sessizliğin ve sıcağın pençesinde kalakaldılar. Bu arda kuyruktaki kara yağız delikanlı kazmayı hırsa öyle bir çarptı ki toprağa, gözler bir anda ona döndü. Delikanlı ardından gözlerin görebileceği biçimde hışımla yere tükürdü. Keseen Ağa, Çavuş’a talimatlar verdikten sonra Sucu Kadın’ın bulunduğu gölgeliğe yürüdü. Sucu Kadın duldu. Keseen Ağa’nın çiftlik çalışanlarındandı. Irgatların su gereksinimini karşılıyordu. Çayı yapıyordu. Yemekleri ısıtıyordu. Keseen Ağa, onun yakınına oturdu. Gözlerini ırgatlardan yana çevirdi. Kadın, ne hizmet yapacağını bilemedi. Ne ikram etmek istediyse adam istemedi. Sonunda sözü Kibar’a getirdi. Kadının yüreği eridi. İçi yandı. Bunun ne demek olduğunu biliyordu. Bir şeyler demek istedi. Sonra vazgeçti. Çünkü dinlemeyeceğini çok iyi biliyordu. Adam, üsteleyince de dayanamadı, engel olmaya çalıştı. “Ayağını yap!” dedi. “Öksüzdür!” “Anlamam…” “Nişanlı üstelik!” “Beni dinlemiyor musun?” “Bildiklerinden değil ağam, üstelik de kızın yaşında!..” “Lan kaltak bana akıl mı veriyorsun?” dedi. “Bu söylediklerini duymamış olayım, anladın mı?! Senin ne mal olduğunu anlatırsam çocuklarına, öğrenirsin o zaman Hanya’yı Konya’yı... Şimdi otur şuraya ve beni iyi dinle…” “Ağam,” dedi yalvarmaya başlayarak, “Ne yaparsan yap, iste senin için öleyim. Bu adamlar namusları için yaşarlar, benden daha iyi bilirsin ya. Beni öldürsen bile istediğini yapamam…” “Sus be kadın, sus! Ne yapıp edip onu benim mekânıma getireceksin, tamam mı? Ötesi benim işim. Aniden hastalanacaksın. Kıvranacaksın, sürüneceksin. İşin bu yanı senin... Sonra gerisini ben Çavuş’a anlatırım. Yarından itibaren ırgatlar sırayla çiftlikten içme sularını getirecekler. Su tankı da gelmeyecek bir süreliğine. Yat ve hastalık numarana başla bakalım.” Sucu Kadın ağlamaya, kıvranmaya başladı. Ona olacakları az buçuk tahmin edebiliyordu. Keseen Ağa kalktı. Irgatlara doğru gitti. Kadın ağız dolusu küfürler, beddualar yağdırdı ardından. “Herkes adını unuttu senin zalim,” dedi, “Keseen kurtları gibi fidelere dadandığından keskin kazmaların hışmına uğrayasın ve geberesin. Ektiğini biçesin. Kanın itlere yal olsun. Bunu görecek miyim acaba. Bana ve benim gibilerine yaptıkların burnundan fitil fitil gelsin. Ceyhan, senin pis bedenini uzaklara götürsün. Umarım bir gün yaptıklarının yanına kâr kalmayacağını görürsün de beni ve benim gibileri hatırlarsın. Ölüm benim kılığımdaki Azrail’le seni kucaklasın; cehennemin dibine götürsün!...” Keseen Ağa’nın Çiftliği, ırgatların çapaladıkları tarlanın yedi-sekiz yüz metre kadar uzağındaydı. Göğe yükselen ağaçların arasında ve taş duvarların ortasındaydı. Bir çiftlik evinden çok şatoya veya eski bir hapishaneye benziyordu. İki kanatlı geniş ve boylu avlu kapısı açıldığında içeriye kocaman bir kamyon rahatlıkla girebilirdi. İki katlı ve çok odalıydı. Tarlada çalışanlar, şoförler, aşçılar, kâhya ve çoluk çocuğu burada yaşıyordu. Bahçede çeşitli ağaçlar, çiçekler vardı. Uzaktan bakıldığında yüksek duvarlardan ve ağaçlardan dolayı buranın bir çiftlik evi olduğu da pek anlaşılmıyordu. Keseen Ağa, çiftlik çevresinden ve buranın çevresine yayılmış durumda olan tarlalarından pek ayrılmıyordu. Bir görünüyordu, bir kayboluyordu. Her zamankinden daha çok içiyor ve aklından Kibar’ı çıkaramıyordu. Bu arada ırgatlar Sucu Kadın’ın aniden hastalanmasından ve sırayla içilecek suyu çiftlikten getirmek zorunda kalmalarından pek bir şey anlamamışlardı. Yine de sırası gelen bin bir güçlükle çiftlik evinden kovalarla, tenekelerle üç dört defa su taşıyordu. Bu hem yorucuydu, hem de angaryaydı. Herkes bir şey söylüyordu, fakat kimse Çavuş’a su taşımak zorunda olmadıklarını anlatamıyordu. O gün su taşıma sırası Kibar’daydı. Ayakları titriyor, elleri boş kovaları bile kaldıramıyordu. Çiftliğe gitmeden önce bir şeyler demek istedi yakınlarına, yapamadı. Bir şey onun dudaklarını birbirine yapıştırdı ve açmasını engelledi. Garip bir edayla baktı çevresine. Gözleriyle anlatmak istedi anlatamadıklarını, ama onun o anlamlı ve tutunacak dal arayan bakışlarından kimse bir şey anlamadı. Suyu çabuk getirmesini, oyalanmamasını söyleyenleri duymaz oldu. Nedense kuyruk tarafındaki nişanlısına takıldı gözleri. Onunla göz göze gelmek istedi. İlkokuldayken bütün güçlüklerini aşmasına yardımcı olan sevdiceği bakmıyordu bile ona. Çaresiz eğdi omuzlarını ve isteksizce yürüdü. Her adımda sanki toprağa gömülüyordu ve kök salmaya çalışıyordu. Ve görünmez iki güçlü kol da onu topraktan çıkarıyordu. Kök salmasını engelliyordu. Bulut bulut, çakmak çakmak gözleri çevresini gördükçe, gördüğü her şey sanki ona, kal Kibar, gitme n’ olur diyor gibiydi. Karmakarışık düşüncelerle çiftlik evinin kapısında buldu kendisini. Güçlükle yutkundu. Şöyle bir toparlandı. Kendi kendisine moral verdi. İvedi girip çıkmayı düşünüyordu. İçinde bastırmaya çalıştığı korkuyla, sağ büyük kanatta yayalar için yapılmış olan küçük demir kapıdan şöyle bir baktı içeriye. Evin balkonunu gördü. Basamaklardan aşağıya indirdi gözlerini. Makinelere, üst üste istiflenmiş pamuk dolu torbalara, geniş bahçeye, çiçeklere, ağaçlara baktı bir süre. Biraz ötede bahçenin bir kenarındaki sebzelikten sebze toplayan orta yaşlı bir kadın gördü. Birazcık olsun rahatladı. Kadının sırtı kendisine dönüktü. Kâhyanın karısıydı. Kuyuyu gördü sonunda. Söyledikleri gibi çınar ağacının altındaydı. Hemen yürümeye başladı kapıdan geçerek. Gözlerini kadından ayırmıyordu. Kuyuya varınca durdu. Kadına, su alacağını söyledi. Kadın, şöyle dönüp baktı. Tamam der gibi bir im yaptıktan sonra başıyla, tekrar işine döndü. Ellerindeki kovaları yere bıraktı. Kuyunun kovasını saldı hızlı hızlı. Birden bire cin görmüş gibi oldu, irkildi. Ne yapacağını bilemedi. Bağıramadı, çağıramadı. Keseen Ağa’nın ani saldırısına uğrayan genç bir fide gibi gözlerini kadından ayırmadan tutunduğu yerden kopmamaya çalıştı. Çırpındı, elleriyle kadına dönsün de kendisini görsün diye çabaladı. O bakmıyordu, sesini duymuyordu sanki. İşiyle uğraşıyordu… Sonunda kurt fideyi yerinden söktü. Ve kara bir perde indi parlak, aydınlık gözlerine. Ve akşama doğru yalnızca boş kovalar bulundu, bir tarla kenarında. Bir haber yayıldı ırgatlar arasında Kibar’ın kaçtığına dair. Herkes çadırında, düşündü, konuşmasında kendi hikâyesini anlattı durdu. Neler söylenmedi onun için. Her hikâye, bir başkasıyla ortak yönler taşıdığı hâlde, hepsi ayrı hikâyelerdi, onunla ilgili söylenenler. Kimsenin hikâyesi kimseninkine benzemiyordu. Yakınlarının, nişanlısının ve diğerlerinin... Yalnız nişanlısının yüreğindeki ateş, dudaklarının kilitlediği öfke ve aklının ondan yana haklı soruları diğerlerinin düşüncelerinden ve söylediklerinden apayrı bir hikâyenin başlangıcıydı. Hemen her gün tarlada, çadırda ve molalarda ırgatlar Kibar’ı konuşuyorlardı. İşle ilgili konuşmalar da bile lafı ona getiriyorlardı. Her defasında da hikâye değişiyordu. Hiçbir hikâye yine de Kibar’ın gerçek hikâyesi olamıyordu. Olamadığı gibi yakınından bile geçemiyordu. Kâhya’nın karısı, duyduklarından, gördüklerinden ve Kibar’ın zorla eve götürülüşü sırasında bilerek, fakat istemeyerek oralı olmayışından dolayı uyurgezer gibiydi. Gönlü onun daha fazla çiftlikte esir olmasına ve hak etmediği çirkefliklere uğramasından yana değildi. İçi içini yiyordu. Kibar’ın annesi tarafından akrabası olan adam da ölmüştü. Her şey otopsiden anlaşılmıştı ki adam, deri yoluyla zehirlenmişti. Keseen Ağa, her zamanki gibi paçayı kurtarmış ve cesedi ailesiyle birlikte arabalarından biriyle memleketine göndermişti. Birkaç yevmiye de fazladan vermişti. Sonra Kibar’ın nişanlısı günlerce çiftliğin etrafında dolanmıştı, gece yarıları da çiftliğe girmeye çalışmıştı, ne yaptıysa da başaramamıştı istediğini. Onun çiftlik çevresinde dolaştığını öğrenen Keseen Ağa da Çavuş’tan memlekete göndermesini istemişti. Araya akrabaları da girince delikanlı boynu bükük çadırlardan ayrılmıştı. Sucu Kadın’a göre, Ceyhan’da iş bulmuştu ve fırsat buldukça da bu bölgede gizlice dolaşıyordu. Sonunda bu söylenti Keseen Ağa’nın da kulağına gelmişti; bu yüzden de tabancasını beline takmıştı. İki üç adamı da çiftlik çevresinde nöbet tutmaya başlamıştı. Kâhya’nın karısı sonunda kararını verdi ve Kibar’ın kilitli tutulduğu odaya girdi. Anahtarı hep kocasında ve kendisinde bulunan bu odaya girmesi zor olmadı. Kibar, kadını karşısında görünce onunla göz göze gelmemek için ona döndü sırtını. “Korkma evladım,” dedi kadın. Sesi ağlamaklı ve içtendi. Duyguluydu. “Ben ne söylesem ne yapsam boş biliyorum, fakat seni görseydim, sesine yüz çevirseydim gözlerinle karşılaşsaydım daha çok kahrolurdum, bir şey elimden gelmeyeceği için. Benim kollarım ta şuradan kırık. Ha benim öz kızım ha sen, inan öyle yanıyorum sana…” “Neye yarar dediklerin,” dedi ağlayarak, “bir ölüyüm artık!..” “N’ olur öyle konuşup acıtma canımı. Günlerdir başımı yastığa koyduğumda içimden bir ben çıkıyor. Karşımda duruyor. Ellerini boğazıma uzatıyor. Sana karşı duyarsız kalmamın hesabını soruyor benden. Ağzım tutuluyor, konuşamıyorum. Eğer sana yardım etmezsem ölene kadar yakamı bırakmayacağını söylüyor. Ne gecem gece, ne günüm gün kızım. Kararımı verdim, seni kurtaracağım. Çekinme, doğru söylüyorum. Bu bir oyun değil. “Ha burada, ha dışarıda ben artık bir ölüyüm kadın anam!” dedi ve ona döndü. “Öyle deme güzel kızım,” dedi kadın, yalvarıyormuş gibi,” yaşadıkların kötü olmasına kötü, fakat dünyanın sonu değil ki. Gençsin, güzelsin ve akıllısın. Bu dünyada sen de ayaklarının üstünde durursun. Kim bilir evlenirsin nişanlınla. Unutursun bu günleri. Yaşadıklarını bir kâbus say, ilk mutlu anınla bu kötü düşünden uyanacaksın ve unutacaksın. Sabır ve zaman en iyi ilaç insana… Yaşadıklarına, o kurdun sana yaptıklarına daha fazla dayanamıyorum. Artık burama geldi. Keseen Ağa, o kadar genç fide kopardı ki sorma. Hepsi öyle veya böyle onu kabullendi. O da hevesini aldıktan nice sonra onları kendi başlarına bıraktı. Ama sen onlar gibi değilsin. Sen başkasın. Direniyorsun. Karşı koyuyorsun. Ona kimsenin söylemediğini söylüyorsun. Seni hırpalaması, dövmesi sana boyun eğdirmiyor. Başkası olsaydı onca dayaktan sonra ölürdü. Boyun eğmiyorsun, isteyerek vermiyorsun kendini ona. Bu yüzden öldürecek seni o alçak!..” “O beni öldürse de öldürmese de bir gün yapacağım bunu kendime. Benim kurtuluşum bu. Benim geleceğim yok artık!” “Öyle söyleme,” dedi onun saçını okşayarak, “Mertsin, korkusuzsun, dimdiksin. “Eğer senin kadar yürekli olsaydım belki de sen burada olmayacaktın. Müthiş bir vicdan azabı çekiyorum kızım. Yolun başındasın daha. Bu yolda kimlerle, nelerle karşılaşacağın belli değil. Bu dünya yalnızca Keseen Kurtları’nın dünyası değil, bunu unutma ondan katbekat daha iyilerin de dünyası. Şimdi beni iyi dinle. Yürü acele et! Al şu parayı da, sana gerekecek çünkü. Seni yola kadar götüreceğim. Oradan sonra nasıl gideceğini anlatacağım. Sen, her şey için çok geç diyorsun fakat bence hiçbir şey için geç değil! Kocamı yalanlarımla çiftlikten uzaklaştırdım. İkimizden başka kimse yok bugün. O yılanın zehriyle seni azar azar zehirlemesine daha fazla dayanamayacağım…” “Fakat buraları hiç bilmem ki!” “Buraları hiç bilmen gerekmiyor. Yoldan geçecek olan ilk arabaya binecek ve Adana’ya gideceksin. Okuryazarsın, cin gibisin. Garajı sorarsın. Memleketinin arabalarından birine bilet alırsın ve gidersin. Memleketinde seni sahiplenecek, seni sokakta bırakmayacak bir akrabana sığınırsın. Sonrasını da sonra düşünürsün. Acele et hadi!” “Ya beni isteyerek bıraktığını anlarlarsa, ne olacak sana?” “Ben başımın çaresine bakarım sen daha fazla oyalanma! İnceden inceye bir plan yaptım, sen beni düşünme.” Çiftlikten birlikte çıktılar. Kibar iyice örtünmüştü. Kadın onu bir an önce anayola götürmek istiyordu. Çevrede kimse yoktu. Yine de çalıların arkasından, derelerin içinden, tarlaların yüksek anlarından yürüdüler… Soluk soluğa kalmışlardı. “Yoruldum be kadın anam!” dedi Kibar. “Durmaya gelmez kızım, aç kalan bir it gelir çiftliğe ve beni orada bulamazsa ikimiz için de iyi olmaz, anlıyor musun?” “Yorgunum dedimse o kadar değil…” “Öyleyse tabana kuvvet yürüyelim hadi…” “Evde seni dinlerken, yolda buraya kadar yürürken hep bir şey düşündüm be kadın anam!..” “Ne düşündün?!” “Fikrim bambaşka kadın anam, bambaşka!” “Yoksa!..” “Düşündüğün gibi…” “Ne zaman peki?!” “Hemen değil!” “Anlamadım, fakat onun köpekleri çok kızım sana izin vermezler ve anında öldürürler seni .” “Çadırlarımız eski yerinde mi?” “Adını anmıyor hiç kimse, ne yapacaksın çadırları, sakın bir delilik yapma seni gördükleri yerde…” “Sen artık çiftliğe git, buralarda zaman geçirip sabahı bekleyeceğim!” “İyi de ne yapacaksın, planın nedir?” “Kusura bakma öz anam da olsaydın demezdim. Fakat ne yaptığımı duyacaksın!” “Nasıl bir şey düşünüyorsun bilmiyorum, yalnız senin adına çok üzülüyorum ve korkuyorum da. Al başını git buradan, daha fazla oyalanma derim…” “Asıl sen oyalanma kadın anam, çiftliğe git ve oraya gelecek olanları yatıştırdıktan ve atlattıktan sonra yarın burada buluştuğumuzda bana bir kâğıtla, kalem getir.” “Ne yapacaksın onları?!” “Birisine mektup bırakacağım.” “O birisi… Nişanlın mı?!” “Evet; yaşadıklarımı, anlattıklarınızı yazacağım ona!” “Bir şey değişecek mi peki?!” “Değişmeyecek!” “Yazma desem…” “Mektubumu ona gönderecek misin?” “Tabii ki gönderirim, gönderirim de…” “Hadi git kadın anam, beni merak etme başımın çaresine bakarım. Beni asla oraya kapatamazlar artık! Ne olursa olsun gel, olur mu; seni bekleyeceğim!!” dedi Kibar. Birbirlerine öyle bir sarıldılar ki ayrılmaları güç oldu. Kibar, orada kaldı, kadın da çiftliğe döndü. Düşündüğü planı uyguladıktan sonra, kocasını bekledi. Onun sesini işitince de kendisine yeni gelmiş gibi yapıp kapıya tutundu. Acı çekiyormuş gibiydi. Kâhya, ondan ses alamayınca telaşla odalara girip çıkmıştı. Çünkü Kibar, kapatıldığı odada değildi ve üstelik de odanın kapısı ardına kadar açıktı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Keseen Ağa’nın diyeceklerinden kendilerine yapacaklarından korkuyordu. Yıllardır yanında çalıştığı adamın ne bozuk ağızlı ve gaddar olduğunu biliyordu. Birden durdu. Bir ses duymuştu. Sese kulak verdi. İniltiye benzeyen ses hiç de yabancı değildi. O tarafa yöneldi. Kapıda öylece kanlar içinde duran karısıyla göz göze geldi. “N’ oldu sana böyle, ne bu hâlin?” diye sordu ona. “Başııım, offf başıııım! Ne bileyim acıyla bana seslendi. Kapıyı açtım. Nereden bilebilirdim ki kapının arkasına saklanacak ve bana saldıracak! Üstüme öyle bir çullandı ki o kuş gibi bedeni benim için tonlarca ağırlık oldu ve başıma yediğim bir darbeyle yıkıldım. O anda bayılmışım. Kendime geldiğimde de iş işten geçmişti…” dedi. “Ne yani seni o mu bu hâle soktu ve kaçtı öyle mi?!” “Ne, kaçmış mı?!” “E, hiçbir odada ve bahçede olmadığına göre…” “Yol yolak bilmez nereye gider bu kız!” “Öyle, fakat gitmiş işte. Seninle sonra konuşacağım. Bu işte senin de parmağın var bence, yoksa o kız buradan kuş olsaydı bile uçamazdı…” “Ne biçim söz bu herif?!” “Yıllardır aynı yastığa baş koyduğum kadını tanıyorum ben, demek ki sen beni tanıyamamışsın. Ne kadar inkâr edersen et sen bu kaçışın içindesin. Umarım hakkımızda kötü olmaz.” “Nereye gidiyorsun şimdi?” “Ağaya haber vermeye gidiyorum, ilçeye. Sen de adamlara haber ver ki kızı aramaya başlasınlar, fazla uzaklaşmış olamaz diye düşünüyorum.” “Peki peki!” “Kül tablasıyla nasıl kıydın canına anlamıyorum,” dedi Kâhya çıkarken odadan. “Yaranı sar ve söylediğimi yap. Günlerdir kara kara düşünmenden anlamalıydım bir şeyler planladığını…” Hava oldukça sıcaktı. Küçücük bir esinti yoktu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ağustos böceklerinin sesleri, kurbağaların seslerini bastırıyordu. Çadırlar, usul usul ve gizlice sokulan gölgeyi görüyordu, ama barındırdıklarına duyuramıyorlardı gördüklerini. Bu gölge Kibar’ındı ve kendisinin de bir zamanlar kaldığı çadıra gizlice sokulmuştu. Yere uzanmıştı. Koyu gölgenin karanlığa çalan rengi onu gizlemişti. Çadırda konuşulanları işitiyordu. “O yalanı kızın uydurmuş bilesin,” dedi yaşlı ve kalın sesli birisi. “Töre gereği derim ki gereken yapılmalı bulununca…” “Yani odalık olmuştur ciğerim dediğin kız,” diyerek onun sözünü kesti bir başkası, “odalık olanın da kimseye hayrı yoktur kara bir lekedir ki ocaklardan öte…” “Bu yüzden öldürülmeli!” “Başka çare yoktur lo!” “Ağa mağa,” dedi daha genç birisi, “neyi bekliyoruz ki. Basalım çiftliği orada kim var kim yok gebertelim... Yastık altında beklesin diye mi çoluğun çocuğun boğazından kısıp aldık silahları, sorarım size! Bugün kullanmayacağız da ne vakit kullanacağız…” “Hökümatı, devleti, ağanın ipsiz sapsız nice adamını başımıza bela etmenin ne gereği var ağalar,” dedi ilk konuşan, “suç onun değil ki. Suç yere bakıp yürek yakanda. Suç kuyruksallayanda... Bir şey yapmanızın sırası artık… Dünürün de restini çekip gitti. Hep Çukurova’da kalacak değiliz ya, memlekette aşiretin yüzüne nasıl bakacaksınız?!” “Bacıma dil uzatıp duruyorsunuz ağalar,” dedi yeniyetme bir ses, Kibar, ağabeyinin sesini işitince bir tuhaf oldu. Duygulandı. “Ne namuskâr kesilirsiniz öyle? Bacımda olmayan bir suç için neler söylüyorsunuz ya? Kulaklarınız işitiyor mu dediklerinizi? Bacım daha on yedi yaşında. Bu zamana kadar ne namussuzluğunu gördünüz ki olur olmaz, yakışır yakışmaz söz edersiniz arkasından? Allah’tan da mı korkmazsınız…” “Bu ne kepazeliktir böyle! Atası, büyüğü, aşiretinin ileri gelenlerinden birkaçı buradayken çocuk kısmına böyle edepsiz ve gereksiz söz söylemek düşer mi? Baban varken senin gibi töre bilmez, yol yolak bilmez bacaksıza bok yemek düşer, yıkıl karşımızdan çık çadırdan çabuk!” dedi ikinci konuşan. İnce yapılı, kısa saçlı, esmer delikanlı çadırdan çıktı. Çadırdan çıkarken dişlerini sıktı. Bir sigara yaktı. İlk nefesi öyle bir çekti ki bütün duman ciğerlerine doldu ve öksürmeye başladı. Kibar, sürünerek biraz geri çekildi. Biraz sonra çadırdakiler tek tek ve söylene söylene dışarı çıktı. Delikanlı onlardan sonra tekrar çadıra girdi. Başını önüne eğmiş olan babasına sokuldu. Çekine çekine babasına dokundu. Babası başını kaldırdı. Çakmak çakmak gözlerle ona baktı. “Kimsenin yüzüne bakacak yüzümüz, kimsenin de sözüne karşı diyecek sözümüz kalmadı oğul. Bu iş sana düşer, ne olursa olsun bas çiftliği… O orada, inan!” dedi. “Bu doğru değil baba,” dedi kararlı biçimde,” ayağına kapanırım, kulun kölen olurum. Yahu hep mi ağadan, varsıldan, adamı olandan yana bu devlet? Hâlimizden anlayan çıkmaz mı? Gidelim ilçeye, anlatalım savcıya, hâkime, polise, jandarmaya... Her kime gitmemiz gerekiyorsa gidelim. Kibar kayıp diyelim. Şu çiftlikle, hayatından endişe ediyoruz diyelim…” “Böyle bir şikâyeti yapamayız kurban,” dedi baba, “bu yüz karası namustan beter sen bilmez misin? Düşünsene elin adamını sevmeyen çok, adı çıkmış dokuza inmez sekize. Bu bir yalan bence…” “Yalan olan ne baba?” “Ağanın bacını götürdüğü ve…” “Ateş olmayan yerden duman tüter mi baba?” “Haklısın, fakat davul bile dengi dengine. Adam ne yapsın köylü bir kızı, oğul…” “Adam dediğin rezilin birisi, bilmiyor musun, neler duymadık ki hakkında…” “Yine de ne bileyim, aklım almıyor. Onca varlığı var. İstese şehirden yüzlerce güzel kız bulur kendisine…” “Baba, ne söylüyorsun Allah aşkına. Adam evlenmek düşüncesiyle yapmıyor ki böyle işleri… Sonra Kibar orada değilse çiftliği neden basayım?” “Herkes böyle biliyor ve böyle söylüyor, bu yüzden çiftliğe git ve ne olursa olsun kardeşini ara. Oradaysa öldür. Elin adamına tek kurşun sıkma, yoksa seni kendi ellerimle öldürürüm...” “Bunu yapmamı istiyor musun baba?!” “İkinizi ben büyüttüm sayılır. Kibar’ın öyle bir kancıklığı bilerek ve isteyerek yapacağını aklımın köşesinden bile geçirmiyorum. Neylersin ki onun da kursağına çiğ süt girdi, insan bu, ne yapacağı hiç belli olmaz. Sonra aklen ve dinen eksik bir varlıktır, yani…” İkisi de donakaldı. Gökte aradıkları Kibar çadırdaydı. Aynı anda Kibar! dediler. Adam, yaşını daha fazla gösteren yüzünü yana çevirdi. Bir damla suda boğmak için gökte aradığı kızı yanı başındaydı, fakat ne ayağa kalkabiliyor ne de haykırarak kovabiliyordu. Kardeşi de öylece durmuş bakıyordu ona. Onun yüzündeki bitkinlik, çaresizlik, gözlerindeki sevecenlik ve haklılık ikisinin de ellerini bağlamıştı sanki. “Ne yüzle buradasın kaltak?” dedi babası ezik bir sesle. “N’ olur,” dedi Kibar, ağlamaklı bir sesle, “eğer ses çıkarmadan beni sonuna kadar dinlerseniz niçin geldiğimi anlayacaksınız. Sonra da bana ne yaparsanız yapın, boynum kıldan incedir karşınızda. Çoktandır çadırın yakınındayım ve konuştuklarınızı da işittim. Bu yüzden en son diyeceğimi başta demek istiyorum. Düşündüğünüzü yapacağım. Ondan önce yapacaklarım var. Bir oyuna geldim güzel babam, yiğit ağabeyim, kötünün kötüsü bir oyuna geldim, anlıyor musunuz beni?” Kibar, başına gelenleri bir çırpıda anlattı onlara. Bazen ağladı hıçkıra hıçkıra. Bazen kapandı ikisinin ayaklarına. Sonra çadırdan çıkacağı sırada, “Oğlun elini benim kanıma buladığı vakit sana yaşlılığında kim bakacak baba, töreler mi, töreleri savunan akrabaların mı? Bir düşün derim. Hakkınızı helal edin e mi. Beni en iyi ikiniz tanırsınız. Yanınızda büyüdüm çünkü. Hakkımda laf edenler, hüküm verenler bilemez beni. Sözümü tutacağımı, tükürdüğümü yalamayacağımı siz bilirsiniz, onlar değil…” dedi ve çadırdan çıktı. Uzaklaştı. Çadırlardan epeyi uzaklaşmıştı ki arkasından gelen ağabeyine, “Geri dön,” dedi, “birkaç gün sonra sözümü yerine getireceğim. Babamız sana emanet. Unutma onun senden başka hiç kimsesi yok, bir delilik yapma. O hayvana cezasını ellerimle vereceğim! Babamın yaşlılıkta tutunacağı tek dalı sensin…” “Kibar!.. Sen…” “Hiçbir şey deme ve dön!” O, olduğu yerde kaldı. Kibar karanlığın içinde uzaklaştı. Gündüzden geceyi geçirmek için tespit ettiği yere gitti ve Kâhya’nın karısıyla buluşmak için sabaha kadar bekledi. Gözlerinde uyku yoktu. Kurbağaların, ağustos böceklerinin türküleri birbirine karışıyordu. Gündüz ortalığı kavuran sıcaklıktan geriye kalan yapış yapış havanın hükmü sürüyordu hâlâ. Ve gün ışıdığında telaşlandı Kibar. Oraya, buraya kısa yürüyüşler yaptı. Saklandığı yerden arada bir çıkıp gelen var mı diye baktı. Sonunda Kâhya’nın karısı geldi. Korkusunu yendi ve onu görünce gizlendiği sazlıktan çıktı. “Az daha gecikseydin gidecektim Kibar,” dedi kadın. “Kusura bakma,” dedi, “seni takip eden olur diye gizlendim. Söylediklerimi getirdin mi?” “İşte burada,” deyip cebinden dörde katlanmış bir beyaz kâğıtla bir zarf çıkardı. “Kalem, yok mu kalem?!” “O da var!” Kibar, onları aldı ve izbe bir yere oturdu. Hızlı hızlı yazmaya başladı. Kadın, yanı başında durdu. Onun ne yazdığını merak ettiğini söyledi. Kibar, okuması olup olmadığını sordu. Kadın, hiç okula gitmediğini söyleyince Kibar, hep okumak istediğini ve bunun ailesi tarafından engellendiğini belirtti. Sonra konuyu değiştirmek için onun kendisine niçin yardım ettiğini sordu. “Bilmiyorum ki,” dedi kadın, “belki sana acıdım. Belki de sende kendimi gördüm. Şaşırma öyle kızım. Belki de kendimi kurtarmak istedim aslında. Ya, belki kendime yardım ettim. Bir zamanlar senin kadar olmasam da gençtim, güzeldim. Arada sırada dövse de beni, başımda bir kocam vardı. Çalışıyorduk da... Dört çocuğumuzun karnını doyurmak zorundaydık. Geçinmek o kadar kolay değil ki. Bu domuz için pamuk topluyorduk. Torbama toprak, taş katmışlar. Sonradan öğrendim ki bana tuzak kurmuşlar. Sahtekârlık yaptın diyerek beni şikâyet edeceklerdi. Cahillik işte o anda söylenen her şeye inandım. Bu tuzaktan kurtulmak için boyun eğdim. Şimdiki aklım olsaydı… Önceleri Keseen Ağa’nın daha sonra da onun bekâr işçilerin zevk aracı oldum. Öleyim diye çok çabaladım. Olmadı bir türlü. Çiftliğe, Kâhya gelince kaderim değişti. Beni nikâhına aldı. O gün bugün çocuklarımı görmüş değilim. Çok iyi bir insan bu Kâhya ve biliyor musun senin kaçmana yardım ettiğimi hemen anladı. Korkma demedi kimseye. Oyunumuza katıldı yani. Ben boyun eğdim ona, sonum ne olurdu bilemiyordum eğer Kâhya çiftliğe gelmeseydi. Senin yaşadıklarını gördükçe, duydukça kahroldum. Ben boyun eğdim, sen boyun eğmedin. Bu yüzden acın, eziyetin gün geçtikçe arttı. Daha fazla dayanamazdım...” “Mektup bitti, n’ olur yakalatma mektubumu!” “Sen hiç merak etme, Kâhya’ya vereceğim. Çünkü olanı biteni ona anlattım. Oldukça heyecanlı ve ne olacağını da merak ediyor…” “Yeni gelen ırgat kafilesinden beni tanıyan olmaz değil mi kadın anam?” “Onların içinde çok iyi tanıdığım bir karı-koca var, zamanında onlara çok iyilik ettim. Bu aile ile çapaya gidip geleceksin. Yanlarında, yani çadırlarında kalacaksın. Sen onların uzak bir akrabalarının kızısın. Her şeyi ayarladım, merak etme sen…” “Bir aksilik çıkmaz inşallah!” “Kibar, nişanlın gelir mi acaba?” “Bilmem!” “Bence gelir…” “Artık beni o aileye götürsen diyorum kadın anam.” Birlikte derelerden, sazlıklardan, tarlaların anlarından geçerek o bölgeye yeni gelen Keseen Ağa’nın ırgatlarının çadırlarına yürüdüler. Kadın, Kibar’ı tanıdığı aileye teslim ettikten sonra çiftliğe döndü. Kibar, kimseyle konuşmamaya, kimsenin de gözüne batmamaya çalışıyordu. O aileyle tarlaya gidip geliyordu ve tarlaya gelenlere çarşafının altından bakıp duruyordu. Paydostan sonra da ırgatlardan ayrılıp Ceyhan Irmağı’nın kıyısına gidiyordu. Nişanlısına yazdığı mektupta belirttiği yerden, karşı yamaktan, bir işaret bekliyordu. Günler geçtikçe yüreğindeki umut tükeniyor ve yerini kara bir yılana bırakıyordu. Bu karayılan da elma kurdu gibi yuvası olan yüreğini azar azar kemiriyordu. Tamam artık her şey bitti dediği anda birkaç akşamdır paydostan sonra kıyıda oturup baktığı ötegeçeden beklediği işarete benzeyen bir işaret aldı. İçi içine sığmadı. Ötegeçede yanıp sönen ışık Kibar’a bütün çektiklerini unutturdu. Yaşama sevinci bütün bedenini sardı ve koşarak çadırlara döndü. Kibar, sabaha kadar uyuyamadı. Yatakta dönüp durdu. Yanında kaldığı ailenin horlamalarına hiç mi hiç aldırmadı. Çok mutluydu. Nedense sabah olmuyordu… Sonunda elcinin kalk düdüğü duyuldu. Kibar hemen çadırdan fırladı. Alaca karanlıkta bekledi. Kısa bir süre sonra tarlaya gitmek için hazırlanan ırgatların arasına karıştı. Yürümüyordu, uçuyordu âdeta. Keseen Ağa yoktu tarlada. İçi yandı. Kıvrandı. Ve çoktandır beklediği an gelince başındaki çarşafı çıkardı. Yüzünü ışığa ve sıcağa açtı. Yüreği bir kuş gibi çırpınıyordu. Gözleri iri iri açıldı. Keseen Ağa, yeni filizlerin olduğu tarlaya kendinden emin adımlarla girerken ne ile karşılaşacağını bilmiyordu. Kibar, biraz ırgatın gerisinde kaldı. Saçlarını omuzlarına düşürdü. Sıcak rüzgâra bıraktı simsiyah saçlarını. Başını hafifçe öne eğdi. Onu beklemeye başladı. Bir yandan da gözleriyle Keseen Ağa’yı izledi. Kendisini fark etmişti. Kibar, iğrenç bulduğu içki kokusunu aldıkça bacakları titredi. Kulakları zonkladı. Keseen Ağa, yalpalaya yalpalaya avına yaklaştı. Eğilip Kibar’a bakmaya çalıştı. Tüm gücünü topladı Kibar. Bir fidan olarak Keseen Ağa’ya yem olmayacaktı bir daha. Onun her davranışını izliyordu gözaltından. Hızla elindeki kazmayı kaldırdı ve Keseen Ağa’nın parlayan kafasına indirdi. Kazmanın keskin ucu kafaya girdiği anda kan havaya fışkırdı. Dayanılmaz sesler ırgatların üstünde öyle bir etki yarattı ki hiçbiri yerinden kımıldayamadı bile. Keseen Ağa, yüzükoyun fidelerin üstüne yıkıldı. Kibar, elindeki kazmayla birkaç defa daha vurdu kafasına. Onun kafası bir karpuz gibi yarıldı birkaç yerinden. Kibar, elcinin sesini duyduğunda kendine geldi ve kazmayı elinden bıraktı. Irgatlar, elcinin sesiyle alıcı kuşlar gibi üstüne yürüdü. Kibar, olanca gücüyle ırmağa doğru koşmaya başladı. Hiçbir şey işitmiyordu. Yar’ın başına gelince durdu bir an için. Öylece duruyormuş gibi kirli sarı suya baktı. Sonra geriye dönüp ardından gelen her yaştan ırgatlara… Ve kendisini yar’dan suya bıraktı. Irgatlar, yan yana sıralandılar kıyıda ve yar’dan aşağıya süzülen Kibar’ın suyun üstüne çıkmasını beklediler. (*) Bu hikâye, yazarın Geçmiş Ceyhan'da Çocukluktu, (Heyamola Yayınları, İstanbul, 2018) adlı biyografik romanından alıntı. Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR