Işık Kansu Ahmet Yıldız'a Nizamülmülk'ün Öldürülüşünü sordu
Işık Kansu sordu Ahmet Yıldız yanıtladı: Tarihimiz, bir partinin ideolojisine terk edilemeyecek denli ciddi ve önemlidir. Yalnızca Malazgirt Savaşı ve Viyana Kuşatması bile başlı başına dünyanın kimyasını değiştiren, değiştirebilecek olaylardır.
Sevgili Ahmet, Nizamülmülk'ün Öldürülüşü adlı öykü kitabın kurgu mu, yoksa tarihsel gerçeklere mi yaslanıyor? Elbette kurguladım. Çünkü benim öykülerim “anlatı” türü öykülerden oluşmuyor. Hepsi bir ana olay ekseninde yazılmış, küçük olayların ana olaya hizmet ettiği klasik gibi görünen öyküler. Tarihte yaşamış sahici kişiler ve olayları anlatırken, -ki bu kitabım tümüyle böyledir- olayın oluş biçimine ve kişilerin gerçekliğine kesinlikle uymaya çalıştım. Gerisi ise edebiyat, yani yaratı bölümü. Gerçekleri bir öykü biçimine uygun ve bir biçemle sunmak için önceden düşünüp kurma, kurgulama şart; aksi, "piyasa"da zaten çokça gördüğümüz iç dökme metinleri olurdu. Ancak Latin Amerika edebiyatı bize olayın önemi kadar öyküde imgesel dünyanın önemini de gösterdi. Borges, Marguez vs. çoğu kez ele aldığı kişileri, onların isimlerini, (örneğin Santiago Nasar) yer isimlerini, kent isimlerini imgesel bir enstrüman olarak kullanan ve çok pahalı sunan yazarlar. Bir öykü, olayın yanında isimler, yerler boyutuyla da içine alıyor sizi. Sizin son öykü kitabınız Karabasan da imgesel bir deniz bence. Kitapta hangi öyküler var? Nizamülmülk'ün Öldürülüşü adlı kitabım, daha kitabın adından başlayarak zengin Doğunun imgesel dünyasını soğuran öykülerden oluşuyor. Kitaptaki “III. Yahbalaha'nın Torunu”, “Dunhuang'da Bulunmuş Uygurca Elyazmasındaki Buda Öyküsü”, “Sultan Alparslan'ın Ölümcül Yanlışı”, “Papa Urbanus'un Haçlı Savaşlarına Çağrı Konuşmasında Duyduğu Endişe” gibi öykü adları, sanırım şimdi bu adları okuyanların da duyargalarını açmalarına neden olmuştur. “I. ve II. Arap-Hazar Savaşlarından İnanılmaz Öyküler”de de tümüyle imgesel bir dünya yaratmaya çalıştım. Tarihi kurguladım ve yeniden yarattım diyebilirim kısaca. Neden tarihe yönelmeyi seçtin? Sosyolog Doğan Ergun'un çığlığıdır: “Türkler kendini niçin tanımıyor?" Ve tanımalarına engel olan nedenler nelerdir? Aynen bu soruları sorar hep kitaplarında ve edebiyattan yola çıkarak insanımızı tanımaya, toplumumuzu açıklamaya çalışır. Ama benimki bilimsel bir kaygı değil. Yedi kültürün üzerine kurulu bir coğrafyada, din ve dil kültürü temelinde müthiş bir konu/olay/imge zenginliği üzerinde oturuyoruz ve bundan yararlanmıyoruz. Elin yazarı Amin Maalouf, Borges bile yararlanıyor ve dünya edebiyatının zirvesine oturuyorlar. Kırmızı Pazartesi'nin kahramanı “Türk” diye çağrılıyor örneğin; ama bize geriye dönüp bakmak yasaklanmış. Hemen ırkçı faşist vs. filan ezber kavramlarla suçlu ilan ediyorlar. Tarihimiz bir partinin ideolojisine terk edilemeyecek denli ciddi ve önemlidir. Yalnızca Malazgirt Savaşı ve Viyana Kuşatması bile başlı başına dünyanın kimyasını değiştiren, değiştirebilecek olaylardır. Tarihimizi İslamı kabul ettiğimiz tarihle başlatan ve ciddi hiçbir yaklaşım göstermeyen Türk sağının elinden kurtarmamız gerekiyor. Hikmet Kıvılcımlı ve Doğan Avcıoğlu bunu yapmaya çalışıyordu; biz onları yalnız bıraktık. Edebiyat insanın trajedisini insana anlatır. Bu olaylarda beni ilgilendiren yan burasıdır. Bu kaynak(lar)da müthiş trajediler var, diyerek yanıtlayayım. Anadolu'yu çevreleyen kavimler üzerinden din ve egemenliği anlatmak bugünü de çağrıştıran bir istekten mi kaynaklandı? Açık söyleyeyim, “resmi tarih”i düzeltiyoruz diyerek hard diskimizi değiştirmeye, tarihimizi manipüle ederek kimliksiz, köksüz bir ulus olarak cıscıbıl bırakmaya çalışıp daha kolay parçalamaya çalışıyorlar bizi. Emperyalizm artık kapımıza dayanmış; nerede kendine göre insan hakları ihlali görse oraya tuzla koşan bir halde demokrasi havarisi kesilerek işini -öyle kaba darbelerle filan değil yalnızca- usturuplu bir biçimde görüyor. Bölünüyoruz. İşte Suriye, işte Ukrayna; burnumuzun dibini göremiyoruz! Bizim artık en önemli savunma aracımızdan, stratejik düşünmemizi sağlayacak tarihten/tarihimizden uzak kalma lüksümüz yok. Adam, 'Sen misafirsin, ben önceden geldim; senin varlığın haksız bir egemenlik; benim dediğimi yapacaksın!' diyor rahtça gevrek gevrek ama biz ona 'Sen de bizimle geldin, Pencap'dan geldin arkadaş' diyemiyoruz! Öyle yükleniyorlar ki ne diyorsa kabulleniyoruz. Kimse de Kürtlerin Afganistan'dan Abbasilerin Türklerin peşine takılıp gelmiş bir kavim olduğunu incelemiyor. Şu anda tarihimizle diyalogumuz bu sefil durumda ne yazık ki. Televizyondakilere, çıkan dergilere, yazılara bakarsanız bizim tarihimiz hiç yok ve varsa da katliamlardan ibaret! Bu Türk halkının varlığına çok ciddi bir saldırıdır ve kimse tehlikenin farkında değil. Türk solu gibi, edebiyatımız da özellikle son otuz yılda biraz bu içe kıvrılma yüzünden kurudu. Geniş kitlelere, onları iyi tanımadığı için bu kadar yaklaşabiliyor ve ancak minicik kitleselleşebiliyor. Emperyalizmin işbirlikçileri ve sağ kesim ise toplumumuzu çok iyi tanıyor ve bu bilgiyi çok haince kullanıyor. Bir merak sorusu: Kitaptaki "Babamı Beklerken" öyküsü bire bir anı mı? Doğrudan sizin 12 Eylül döneminde 3 yıl tutukluluktan sonra tahliye sürecinizi mi anlatıyor? Her sözcüğüne kadar anı. Bence, insanın trajedisini anlatırken dün'le otuz yıl, iki bin yıl arasında bir arpa boyu uzaklık ancak vardır. Son öykü kitabımda 12 Eylül döneminde geçen bu öykü tümüyle gerçektir ve benim yaşadığım bir olaydır. Türk Dili dergisine ve size kitabımla ilgilendiğiniz için teşekkür ederim. Ahmet Yıldız
(Ankara, 12 Mayıs 2014, Türk Dili Dergisi)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR