Son Dakika



İnsan, kendi özelliklerine uygun, kendi hayatıyla anlamlı tarihini henüz yazamamış, amacın insan olduğu bir toplumsal düzene ulaşamamıştır.

İnsan tarihi, denebilirse, aynı zamanda hayat biçimlerinin derlenip toparlanamadığı bir tahrip tarihidir. Tahrip sürekli olduğu için de, aynı zamanda insanoğlunun bilinçaltında yenilerine yol açıcı bir devindirici özellik kazanmıştır. İtiraf etmesi istense, insan anlamını yitirmiş hayatını itirafa, bu tahriplere yol açan aklı sıfırlayan iman ya da aklı egemenliğine almış olan bilimden başlar. -Hele, geçmişe, geçmişte yaratılmış olan mitolojilere dönüşün olanaksızlaştığı, şimdinin kaypak bir zeminde her an ayaklarımızın altında kayıp gittiği ve dolayısıyla gelecek bilgisinin avuçlarımızdan uçup gittiği dönemimizde tahrip şiddet kazanmıştır.- her ikisi de insan hayatını kültürlü kılıp anlamlandırmak bir yana, insan üzerinde hakimiyet aracı olmuşlardır çünkü. Ve bu itirafların içinde insani olan dibe çökmüş ağır bir tortu gibidir.

Tarih boyunca imana ve bilime öyle mutlak anlamlar yüklenmiştir ki, yaşam ya iman ve bilim doğrultusunda zorlandıkça zorlanmıştır. Kitleler halinde insanlık sık sık yer değiştiren imansı bilimle bilimsel imanın modellerine uyum sağlamak için çaba sarf edip durmuştur. Bunların koymuş olduğu modele göre kendini biçimlendirmekle görevli kılınmıştır.

Kurtuluşmuş gibi addedilen, ancak yüklendiği işlevlerinden dolayı tahripkar olan bu iki yol gösterici hâlâ insanlığı tehdit etmeye devam etmektedir. İnsanın evrensel anlamda yalnız olması, yalnızlığını başkalarıyla paylaşmak gereksinmesini duyması veya insanın kendini başkalarında, başkalarını kendinde gerçekleştirme isteği duyması ise bu tahribi kolaylaştıran ve sürekli kılan ana etmen olmuştur. Bu evrensel yasanın tahribe bugün de yol açıcı bir etken olduğunu söyleyebiliriz. Batıda son dönemlerde bilimsel olarak tanımı yapılan bu olgu, bugün insan hayatının esas alınması gerektiğinin altını çizerken, her iki model koyucuyu insanlık durumuna göre yeniden gözden geçirme çalışmaları da kayda değer ilerlemeler gösterdi.

İnsanın yalnızlığı evrensel teorisi de insanın kendisi olması doğrultusunda yeni anlamlar kazandı. Sonuç olarak batıda dönemleri çizilmiş olan ama doğuda dönemsel bir karakter kazanamayan bilim ve imanın paradigmatik değerleri hayatı esas almaya başladılar. Elbette, olguların belirlediği bir kaos olarak değerlendirilebilecek ve bir çeşit dinginlik halini haber veren eski ile yeninin karmaşası da bu çağda başladı. Bilim ile imanın kendi ait oldukları yerlere gönderilmesi ise bu kaosa son verecek asıl etmendir, öyle görülmektedir. Kısaca, çağımızı bilinenden ipuçları olana, belki yaşamsal olana geçiş diye tanımlarsak daha doğru olur. İpuçları derken de geçilmekte/aşılmakta olanın ne olduğunu, yaşamsal olana derken yaşamın, yaşam biçimlerinin hayati önceliğini anlıyorum.

Sanatın, özellikle beni daha çok ilgilendiren şiirin de bu kaostan payını aldığını, bir geçiş dönemine özgü olan her şeyi içinde barındırdığını söylemeliyim. Tarihi bir varlık olarak insanın, yaşamı ve ölümü konusunda anlamlı olarak değerlendireceği ne varsa, geleceğe ilişkin olmasını istediği şey şairin de sorunudur (sanatın da). Geçmişe ait tükenen ve geleceğe ilişkin tamamlayıcı olan şeyler de sanırım şairin ölüm ve yaşam karşıtlığındaki arayışında yatmaktadır.

***

Bütün bunlardan sonra şu sorulabilir. Peki şiirin, yaşamı ve ölümü yorumlarken, bilinçaltımızda yer etmiş şiddete karşı yüklenmesi gereken görevi ne? Bilimin hayatımızı oluşturan öğelere yönelik düzenleyici, sınıflayıcı, daha çok kendisini çağrıştıran, hayata aktarılırken yeni bir dil özelliği kazanan hareketliliği, göreceli oluşu; hayatın kalıcı, birbirini çağrıştıran ve dile semboller karmaşası olarak girmesi, hatta biri fenomensel biri numen ağırlıklı bilim ve hayat karşıtlığı düşünülürse şiirin hayattan yana bir tavır koyması gerektiği ortaya çıkmaktadır. İmanın ise sembollerden kalkarak hayat karşısında içerdiği şiddete dayalı dinsel ve söylemsel buyurganlığı zaten şiirin doğasına aykırıdır.

Öte yandan etik olarak sistemli ve yine buyurgan bir özelliği olan dille savaşımı da kaçınılmaz ve güç görevler yüklemektedir şaire. Birbirleriyle yeni cümleler (topluluklar) oluşturabilen formlardan oluşmuş dile karşı savaşı, bu formlardan yararlanmak zorunda olan şaire dilin içerdiği şiddete karşı koymak görevini de yüklemektedir. Şairin görevi temaşa etmektir. Anlayarak görmektir. Bu ise dilde olan formları ve arketipleri göz önüne alarak, metni gizli anlamıyla, dilin buyurduğu ve ortaya çıkan diğer anlamıyla, doğada ve hayatımızda olan çeşitli öğeleri göz önüne almasını önerir şaire. Yeni anlamlar oluştururken dilde bu anlamların zaten var olduğunu ve buna karşı amansız bir savaş açmasını yani.

Peki, kendisi de dilsel bir varlık olan şair için bu olası mı? Hele içerdiği şiddet dozu düşünülürse -dilin buyurganlığı ve biçimlendiriciliği bir şiddettir- demek ki şair gelecek için bütün geçmişe savaş açmak durumundadır da. Burada yeniden iman-bilim ve şiir ilişkisine dönersek, şair buyurgan her şeye karşı, bunları geçmiş olanın içinde ve geleceğe yönelik şiddet biçimleri olarak değerlendirmeli, anlamın kendi düzenine yönelik, anlamın kendi kendini yok eden yanına yönelik bir savaş açmalı, işaretleri kendi erime özelliklerinden yararlanarak parçalanamaz yeni bir düzene sokmalıdır.

Bu hem yeni şiirin kendisi hem de hayat için kaçınılmaz olandır.

Metin Cengiz

(Edebiyat ve Eleştiri, Temmuz-Ağustos, 1995)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)