Son Dakika



Hegel, estetiği incelerken öncelikle sanatın var olma gerekçesini ortaya koymaya çalışır ve “insan hangi gereksinmeyle sanat eseri yaratır?” sorusuna yanıt arar.

Ona göre: “Biçimsel görüş açısından bakıldığında, sanatın doğuşunu hazırlayan salt ve genel gereksinme, insanın düşünen bir bilinç olmasından kaynaklanır; böylece insan, kendisinin ne olduğunu ve kim olduğunu yine kendisi için bir açıklığa kavuşturmaya çalışır.”(1) düşüncesi ve bilinciyle diğer varlıklardan ayrılan insan “Tin”dir. Doğadaki diğer nesneler yalnızca dolaysız olarak ve tek bir biçimde var olurlar.

Oysa insanın çifte varoluşu vardır. Bir yandan doğanın diğer şeyleri gibi aynı ad altında var olur; diğer yandan kendi için var olur, kendi kendini izler, kendini kendine tanıtır, kendini düşünür, kendi için bir varlığı kuran bu etkinlik nedeniyle Tin’den başka bir şey değildir. Sanat da “Tin’in, görünüşler, duyular alanında somutluk kazanmasıdır.”(2) Yani: “Sanat, duyusal bir biçim altındaki gerçeği bilince gösterir”(3).

Bir tinsel (manevi) varlık olarak insan kendini ikiye böler; önce doğanın bir parçası olarak vardır, sonra da sezgi ile düşünce ile kendisi için vardır. Kendini düşünce ve sezgiyle kavrar, kendi bilincini ele geçirir.

Bunu iki yolla gerçekleştirir; Birincisi yüreğinde içsel bir biçimde bilincinde olma gerekliliğini duyduğu kuramsal,  ikincisi eylemsel etkinlik yoludur. Kendi dışında var olanla, aracısız kendisine verilmiş olandan içindeki kendini üretip yaratma içgüdüsünü algılaması sonucu kendi için varlığı ele geçirir. Bu hedefe, dış şeyleri değiştirerek, onlara kendi içselliğinin damgasını vurarak ulaşır.

Dış şeyleri değiştirme istemi çocuğun içgüdüsünde bile vardır (bir çocuğun, suya taş atıp halkalar oluşturarak, oluşturduğu halkalara hayran olması gibi). İşte bu gereksinme, çeşitli biçimlerden geçerek dış şeyleri sanat yaratımını dönüştürmeye dek varır: “
İnsandaki bu gereksinme, nesnelerin biçimini değiştirmeye yönelik bu itki pek çok biçimlere sarılıp sarmalanmıştır ve bu durum sanat yapıtında bulunan dışsal ya da maddi şeylerin içinde kendisini gösterinceye kadar sürüp gider.”(4).

Bu değiştirme isteği yalnızca dış şeyler için değil kendisi için de geçerlidir. İlkel topluluklarda beğenisizlik gibi görünen ve süs olarak gerçekleştirdikleri bu değiştirme (Çinli kadınların ayaklarına uyguladıkları acı veren işlemlerle, Afrika kabilelerindeki dudak, burun, kulak kesmeler gibi) eylemleri uygar toplumlarda gelişerek tinsel bir ekine dönüşür.

Demek oluyor ki Hegel’e göre sanata duyulan genel gereksinim “
iç ve dış dünyanın bilincine varmak için insanı iten ussal bir gereksinimdir ve bu durum insanı, söz konusu olan bu her iki dünyadan kendisini yeniden tanıyacağı bir nesne yapmaya iter.

Hegel’e göre “sanat kendisini nesne olarak alan Tin’dir. (...) Tin’e ve düşünceye dış doğaya olduğundan daha çok yaklaşır; çünkü doğa, Tin’e yabancıdır; sanatın yaratıları doğa ile akrabadır, ona benzerler.”(5)

‘Tin’in ve doğanın özü olan gerçeğin yani evrensel gücün eylemidir ve daha üst düzeyde bir gerçekliktir: “Tin’in ve doğanın özü olan, uzayda ve zamanda kendisini görünüşe sunan, kendinde ve kendi için var olmaya devam eden her şey hakiki olarak gerçektir. İşte sanatın ortaya koyduğu ve onu görünür kıldığı şey, kesin olarak bu evrensel gücün eylemidir. Kuşku yok bu özsel-temel gerçeklik, sıradan olan iç ve dış dünyada da görünür; ama geçici durumların karmaşıklığı içinde erimiş olarak, onlara karışarak; aracısız duyumlar tarafından biçimi bozularak, niteliklerin, olayların ve ruh durumlarının keyfiliği ile karışmış olarak... Sanat, yetkin ve dingin olmayan bu dünyanın aldatıcı-yanıltıcı olan biçimlerinden salt görünüşlerin içerdiği hakikati açığa çıkarır ve bunu onlara, Tin’in kendisinin yarattığı daha yüksek bir gerçeklik ile süslemek için yapar. Böylece salt olarak yanıltıcı basit görünüşlerin varlığından uzak kalarak, sanatın görünümleri, sıradan ve geçici varoluştan daha hakiki bir varoluşa ve daha üst düzeyde bir gerçekliğe karşılık olacaktır.(6)

Hegel’e göre bilimsel gereksinimle sanatsal gereksinim birbirinden çok ayrımlı işlerdir. Zihin ve arzu ayrı şekilde çalışır ve zihin, arzunun yaptığı gibi bireysel olan herhangi bir şeye kendini bağlamaz; ama bireysel olana evrensel bir şeyler içermesi oranında ilgi duyar: “İnsan işte bu evrenselliğin görüş açısı içinde yalnızca şeylerle yüz yüze geldiği zaman bu, onun kendine özgü evrensel bir nedeni olmaktadır; zira kendini doğada bulmayı ve şeylerin içsel özünü yeniden kurmayı dener, böylece duyusal varlık, özsel temeli kurduğu için, hemencecik kendisini açığa çıkaramaz. Sanatın bu spekülatif gereksinme ile görecek hiçbir işi yoktur; ama bilime gelince o, bu gereksinmeyi tatmin etmeye çalışır ya da bunu en azından bu bilimsel biçim altında ve pratik arzunun itkileri ile ortak bir sebep de oluşturmaksızın yapar.(7)

Sanat ise bu şekilde işlemez. Sanat yapıtı aracısız bir belirlenimle, kendine rengini, biçimini, sesini veren duyusal bireysellikle ya da özel bir sezgiyle kendini dışsal bir nesne olarak görünüşe sunar. Estetik bakış, estetik izleme, estetik algılama kendine sunulmuş olan bu aracısız nesnelliğin ötesine geçmeyi düşünmez ve bilimin yaptığı gibi, evrensel bir kavram olarak bu nesnelliği kavramaya çalışmaz. “Sanatın davranışı kendini arzunun pratik davranışından ayırır; çünkü sanat, nesnesinin –yani objesinin- bütün bir özgürlük içinde sürüp gitmesini ister. Oysa arzu kendi objesini kendi kullanımı için yok ederek kullanır. Buna karşılık, estetik seyir (kontemplation) kendini bilimsel zekânın, zihnin kuramsal seyrinden, kontemplationundan ayırır; çünkü sanat kendini nesnesinin bireysel varlığına bağlamıştır ve onu Ide’ye ya da evrensel kavrama dönüştürmeye çalışmaz.(8)

Hegel, buradan yola çıkıldığında, duyusal olanın; ama yalnızca duyusal görünüşün söz konusu olduğu sınırlama içinde duyusal olanın sanat yapıtında bulunmak zorunda olduğundan söz eder. Bu duyusal olan da daha sonra değinileceği gibi bütün duyuları kapsamaz. Ona göre Tin, ne somut özdekselliği (maddeselliği) ne de katışıksız bir biçimde ‘ideal’ olan evrensel kavramları arar; “onun istediği, duyusal olarak kalması gereken; ama maddeselliğinin yığınından kurtulmak zorunda olan duyusalın varlığıdır. Bu nedenle duyusal olan, sanatta, doğal nesnelerin aracısız gerçekliğine karşıt olarak katışıksız, salt görünüşün düzeyine yükseltilmiş ve onun durumuna sokulmuştur. Sanat yapıtı böylece katışıksız düşünce ile aracısız duyusal olan arasında bir ortam oluşturur. Bu henüz salt bir düşünce değildir; ama duyusal niteliğine karşın, taşlarda, bitkilerde ve organik yaşamda olduğu gibi, katışıksız, duru bir biçimde maddesel olan bir gerçeklik de değildir. Sanat yapıtındaki duyusal olan yan, Idee ile yani düşünsel olan ile ortak bir niteliğe sahiptir; ona katılır, ondan pay alır; fakat salt düşüncenin idelerinden farklı olarak, sanat yapıtındaki bu ideal unsur aynı zamanda kendisini bir şey gibi dışlaştırarak başka bir deyişle dışsallaşarak göstermek zorundadır. Duyusalın bu görünüşü kendisini dışardan Tin’e, bir form, görünüş ya da ses olarak sunar ve bunu nesnelerin tüm özgürlük içinde var olmalarına izin vererek ve onların iç özüne gizlice girmeyi  denemeden yapar; çünkü bunun tersi, duyusal olanın bir bireysel varlığa sahip olmasına engel olurdu.(9)

İşte bu nedenle sanatta duyusal olan, yalnızca zihinselleştirilmiş yani “entellektüalize edilmiş” olan görme ve işitme duyularını kapsar; çünkü koku alma, tatma ve dokunma duyularının yalnızca özdeksel (maddesel) türden öğelerle ilişkisi  vardır ve onların doğrudan doğruya duyusal olan nitelikleriyle ilgilidir; yani bu duyumların (bu duyularla ulaşılan duyumların) sanatsal nesnelerle hiçbir ilgileri yoktur.

Sanat nesneleri gerçek bir bağımsızlık içinde varoluşlarını sürdürmek zorundadır ve duyusal ilişkilerin sundukları ile yetinmezler. Bu sanatla ilgili olan duyumların yani görme ve işitme duyularının hoş buldukları şey, sanatın bildiği güzel ile ilgili değildir.

Aslında sanat, duyusalın yüzeysel ve yapay görünüşünden başka bir şey sunmaz; ama bir gölgeler, biçimler, sesler ve sezgiler krallığı yaratır. Bunu yaparken de “…bu duyusal formları ve tonaliteleri sanat, yalnız kendileri için ve aracısız görünüşleri altında araya sokmakla kalmaz; fakat aynı zamanda onları üstün tinsel ilgileri tatmin etmek için de işin içine katar; çünkü onlar, bilincin derinliklerinde bir yankı uyandırmaya, Tin’de bir yankı oluşturmaya yeteneklidirler. Böylece sanatta, duyusal olan tinleştirilmiştir; çünkü Tin sanatın içinde duyusal bir biçim altında görünüşe çıkar.(10)

Peki böylesine duyusal bir edim olan sanatın tek ereği doğaya öykünmek, onun yetkin kopyalarını yapmak mıdır? Hegel estetik incelemesinde bu soruya da yanıt arar; çünkü bugün her ne denli aşılsa da ve bir anlamda Hegel’in önerdiği boyutlara gelse de döneminde sanat ürün­le­rinin yetkinliği doğaya öykünmesi ve onu en başarılı şekilde kopya etmesiyle ölçülürdü.Bu süreç Gombrich’in “Sanatın Öyküsü” çalışmasında ayrıntılı şekilde anlatılır.

Eskil Yunan’da yon­tuy­la (heykel), Rönesans’la birlikte de resimle başlayan doğayı bire bir kopya etme eğilimi Leonardo, Mıchelangelo gibi ustaların doğayı bir bilim insanı gibi inceleme ve araştırmaları so­nu­cunda elde ettikleri bulgularla gerek teknik gerekse ışık, renk, görünge (perspektif), derinlik, oy­lum vb. gelişmeler sonucunda doğanın dondurulmuş birer parçası görünümündeki resimler, can­lıymış da dondurulmuş gibi yontular üretilmesine neden olmuştur. Özellikle resim ve yontuda doğa­ya öykünmedeki başarı yapıtın ve onu üretenin de başarı ölçüsü durumuna gelmiştir.  Bu öylesine bir öykünmedir ki Hegel buna örnek olarak gerçek sandıkları için birçok güvercinin yemeye geldiği Zeuiks’in üzümlerini ve Rösel’in biriktirimindeki (koleksiyon) böcek resimlerini yiyen Büttner’in maymununu gösterir.

Hegel için bu öykünmeci sanat, yani bu kendini dolaysız şekilde sunan gerçeği yeniden üretme eylemi yapay bir çalışmadır: “çünkü kendi anlatım ola­nak­ları içindesınırlanmış olan sanat, tek yanlı yanılsamalardan başka bir şey de üretemezve bizleri belli bir anlamda yanıltır.”ve “yaşamın gerçekliği yerine bize yalnızca yaşamın karikatürünü, onun sahte görünüşünü aktarır.(11)

Öykünmeden doğan sanat doğayla yarışamaz, bu öykünme, bir kurtçuğun sürünerek file öykünmesine benzer.  Kendisinden bağımsız olarak var olan herhangi bir şeyi, kendi yeti ve çalışmasıyla yeniden üretmesi insanı sevindirip eğlendirebilir; ama bu ürüne duyulan hayranlıkta bir süre sonra soğuma oluşur; çünkü bu öykünme becerisinin verdiği hoş­lanma genellikle sınırlı ve görelidir; “insanın daha çok hoşlandığı şey de onun kendi derin­liğinden, kendi iç dünyasından çıkardığı, kendinden ürettiği şeydir.(…) Öykünme ilkesi tama­miyle biçimsel olduğundan sanatın amacı olarak alınır alınmaz nesnel güzellik hemen ortadan kay­bolur. (12)

Hegel’e göre ‘güzel’ sanatın değer ölçüsü ise, güzel ya da çirkin hayvanlara, in­san­lara, ülkelere, eylemlere ve kişiliklere ilişkin kullanılırsa sanatın kendine özgü olmayan bir ölçüt araya sokulmuş ve bu durumda sanata yalnız öykünmeden başka bir işlev bırakılmamış olur. “ Sanatın nesnel bir ilkeye sahip olmadığını, güzelin özel ve öznel bir beğeniye bağımlı kal­dı­ğını kabul edersek görürüz ki sanatın kendi görüş açısından da bakılsa, doğanın öykünülmesi üstün güçlerin örtüsü altındaki evrensel bir ilke gibi görünse de en azından tamamıyla soyut olan bu genel biçim altında kabul edilmez.”  diyen Hegel resim ve yontu yanında sıkı bir betimleme yapmadıkları taktirde mimarlığın ve şiirin doğaya doğrudan öykünemeyeceği çelişkisini vurgular. Şiirden bütünüyle kişisel ve düş gücüne bağlı buluşları ayırmak olanaksızdır ve bunun yapılması da istenemez. Bütün bunlar değerlendirildiğinde:“İmdi sanatın kendisine, doğanın katışıksızbiçimsel bir öykünmesinden başka bir amaç koyması gerekmektedir; öykünme her durumda yalnızca tekniğin büyük yapıtlarını üretebilir; teknik harikalar ve oyunlar ortaya koyabilir; ama sanat yapıtlarını asla üretemez.(13)

Bu erek de doğanın bir parçası olan ama düşünme gücüyle diğer şeylerden üstün olan insanın ürettiği, doğal gerçeğin ve güzelliğin üstünde bir gerçeklik ve güzellik üretmektir. Özetle, sanat, doğanın yansılaması ya da doğaya öykünme (taklit) değildir. Sanat, duyusal biçimlerle(form) kendine özgü bir uyum ve ruh kazandığı ülküsel(ideal) bir dünyanın yaratısıdır.

“Estetik” adlı kitabında “Sanatı Belirleyen Özelliklerden Biri: Güzellik” başlığı altında: “...Sanata ait olan şey, duyusal tasarımdır; sanat, duyusal bir biçim altındaki hakikati bilinci gösterir. Duyusal bir biçim altında yer alan görünüş kuşkusuz içinde derin bir anlamı da saklar; ama bu duyusal aracı ile kendi genelliği içindeki İde’yi ele geçirmeyi düşünmez; çünkü İde’nin bu birliği ve bireysel görünüş tam olarak güzelin özüdür ve onun sanattaki ürünüdür(14) diyen Hegel için sanatın gerçek ereği, güzeli(idea’yı) ortaya çıkarıp göstermek, bu uyumu açığa vurmaktır. Onun tek ereği budur ve sanatsal güzellik, doğal güzellikten daha üstündür; çünkü sanatsal güzellik yaratılmış, usun ikinci kez doğurduğu güzelliktir. Nasıl ki us Tin’den doğmuşsa, sanat da Tin’den iki kez doğmuş güzelliktir: “ ...sanattaki güzel doğadaki güzelden çok daha üst düzeyde yer alır. Çünkü sanat güzelliği ‘Tin’den doğmuş ve sanki iki kez yeniden doğmuş bir güzelliktir Başka bir deyişle, sanatsal güzellik ‘Tin’den doğmuştur ve ‘Tin’den iki kez doğmuş bir güzelliktir. Nasıl Tin ve onun yaratmaları, doğa ve onun görünüşlerinden çok daha yüksek düzeyde bulunuyorsa, sanatsal güzelin kendisi de doğal güzellikten çok daha yukarıda yer alır.(15)

Güzellik, Tin’in dışlaşarak, nesnelleşerek, duyular dünyasında görünüşe çıkmasıdır. Güzel, İde’nin duyusal bir görünüş kazanmasıdır. Güzellik, asıl gerçekliğini sanat alanında kazanır; çünkü sanat, İde’nin egemen olduğu alandır, onun krallığıdır. (bkz. N. Bozkurt; Hegel, Remzi Kitabevi 1986).

Bu anlayıştan yola çıkarak; “Estetik, konu olarak güzelin geniş imparatorluğuna sahiptir...” diyen Hegel, estetiği de şöyle tanımlar: “...ve bu bilime iyi uyan ifadeyi kullanmak gerekirse, sanat felsefesi, ya da daha keskin bir biçimde, güzel sanatlar felsefesi demek uygun düşer.(16)

Buna göre soyyapıt(klasik) Alman estetiği, sanatı yaşamın üstünde ama aynı zamanda soyut düşünceye göre daha aşağı derecede bir yere koyar. Sanat, yaşamdan daha yüce, zihinsel bir şeyse, sanatsal bir imgenin duyulabilen dış kalıbından yoksun, katıksız düşünce de sanattan daha yüce olmak durumundadır. Aslında Hegel için, sanat artık geçmişte kalmış, estetik çağı başlamıştır: “Geçmiş dönemlerin ve halkların aradıkları ve yalnızca sanatta buldukları şeyleri, bu tinsel gereksinmeleri, sanat artık tatmin edememektedir. (...) Dönemimizin içsel düşünmeye yönelik yansıtıcı(refleksif) kültürü, yargılama alanında olduğu gibi isteme alanında da evrensel görüşlere kendimizi bağlamamız için bizi zorlamaktadır; öyle ki bu evrensel biçimler, yasalar, görevler, haklar, maksimler her şeye emir veren, her şeyi yöneten temel belirlenimler oluyorlar. Oysa sanatsal beğeni, sanatsal üretme gibi daha çok canlı, daha çok yaşayan bir şeyi gerekli kılar; öyle ki onun içinde evrensel olan, yasa ya da maksim biçimi altında kendisini biçimlendirmez, fakat eylemini duygununki ile izlenimin eylemi ile birleştirir; sanatsal beğeni bunu imgelemin yardımıyla, ussal olana ve evrensele de yer vererek, onları duyusal ve somut bir görünüşte birleştirerek yapar. İşte bu nedenle çağımız genellikle sanata uygun düşmez.../ Bu koşullar içerisinde sanat ya da en azından onun son ereği bize göre geçmişte kalmış bir şeydir. Bu nedenle de sanat bizim için hakikat olma değerini ve yaşamını yitirmiştir; (...)/ Demek ki sanat bilimi çağımızda kendisine daha çok gereksinme duyulan bir alandır, sanatın sanat olarak kendi başına yoğun bir doyum verdiği zamanlardan daha fazla gereksinen bir alan. Sanat bizleri felsefi düşünmeye çağırır; felsefi düşünme ile de o, sanatta bir yenilenmeyi, yeniliği sağlamayı değil, ama sanatın temelinde bulunanı titizlikle ve açık-seçik bilmeyi, tanımayı kendisine görev ve amaç edinmiştir.(17)

Aslında sanat, din ve düşünkuramla birlikte, Tin’in en üstün gerçeklerinin, insanın en derin ilgilerinin ve tanrısalın bilincine ulaşıp bunları açıkladığı zaman, en yüce ereğine ulaşmış olur. Tin’in en üstün biçimi, görünüşü sanat olmadığı için yetkinliğine ancak bilim içinde kavuşur.

Hegeldüşünkuramında(felsefesinde) gerçek, ideal yaşam yani sürekli oluş durumunda olan ve her şeyde görünen Tin(ruh)dir. Tin içindeki karşıtlıkların silindiği, uyumun gerçekleştiği üstün bir bölgeye yükselmeyi arar. Tin’in bu gereksinimi de sanat, din ve düşünkuram(felsefe) olmak üzere üç yoldan karşılanır. Bu üç yol aracılığıyla buna (Saltık Tin’in üç biçimi de denebilir) insanlık, gerçekten tanrısala yükselir ve onun hakkında bilgi edinir. “Sanat,‘Saltık’ olanın, sezgisel, salt görünüşsel ve biçim altında açımlanmasıdır.(18)

Sanat, salt Tin’in gelişimi için bir aşamadan başka bir şey değildir ve özdek(madde) içindeki görünüşüdür. Sanat yapıtında bütün karşıtlık ve oransızlıklar yok edilir, Tin ile özdeğin uyumu kurulur. Özetle; sanatın ereği, gerçeği duyumsanır, duyulur biçimde sunmaktır. Bu ise Tin’i doyurmaz, Tin de kendi içine çekilerek gerçeği içinde arama tutkusuna kapılır. Sanatın dışardan gösterdiğine, kendi içinde çekilen Tin’e derin düşünce ile götüren din ortaya çıkar. Mutlak yetkinliğe ulaşmak isteyen Tin, düşünkuram(felsefe) yoluyla da soyut biçimde anlağı(zekâyı) kullanarak yetkinliğini üst aşamaya ulaştırır.

Hegel, sanatları tiplerine ve sistemlerine göre sınıflandırmış ve çağlara ayırmıştır. Bu nokta Hegel’in en çok eleştirilen yönlerinden biridir. Şu üç evreye ayırır sanatı:

1) Simgesel sanat: Düşünsel öz, duyusal imgenin çok alt düzeyindedir. Yani biçim, özden daha ön düzeydedir. Yaratının biçimi üzerinde düşünsel öz, simgesel olarak bulunur. İde burada daha sanatsal biçimini kazanmamıştır. Dışsal deneyler içine yerleşir; ama onlarla özdeşleşmez. Mimarlık, simgesel sanatın en belirgin örneğidir(özellikle Mısır Piramitleri).

2) Soyyapıt(klasik) sanat: Düşünsel öz ve duyusal imge eşittir ve en yüksek düzeydedir. İde sanatsal biçimini kazanmıştır; ama daha ‘saltık Tin’deki içselliğe ve tinselliğe ulaşamamış; yalnızca soyut ve tikel sanat alanında kalmıştır. Buna en belirgin örnek yontu(heykel) sanatıdır.        

3)  Coşumcu(romantik) sanat: Düşünsel öz, duyusal imgenin çok üstündedir. Bu, sanatı, Hristiyan Tanrısı ile bir tutmaktır; çünkü özü mutlak düşüncedir.Uyumduyusal(estetik) İde, saltık özelliğinin bilincine varır, özgür tin olarak kendini duyar. Dışsal gerçeklik kazanıştan memnun olmayarak, kendi içselliğine çekilir; karşıt bir nedenle de içerik ve biçim yeniden birbirlerinden ayrılırlar ve yabancı olurlar.  Bu sanat üç biçim alır; resim, müzik, şiir. Bunlar içinde şiir, diğer bütün sanatları içinde taşıyan evrensel sanattır; çünkü dili en tinsel ve en soyut olanıdır.Şiir, kendi içinde alt basamaklara ayrılır; epik şiirin, resimsel ve plastik yanı, lirik şiirin ezgisel ve etkileyici yanı vardır; drama sanatında ise bunların birleşiminden oluşan yanlar bulunur.

Simgesel sanat, içsel ve dışsalın birliğini arar; soyyapıt sanat, onu bulur; coşumcu sanat ise onu aşar. Bunu yaparken de düşünkurama(felsefeye) geçit açar. Coşumcu sanatın son döneminde sanat çözülür, dışsalın ve içselin birliği, birbiri karşısında tek salt iç ve tek salt dış olarak kalırlar. Coşumculuğun(romantizmin) çözülüşüyle sanat, sanat olarak ölür; düşünkuram(felsefe) içinde erir. Ona göre çağdaş şiir ve sanat da düşünkuramdan başka bir şey değildir. İde’nin duyular alanında görünüşe çıkması, Tin’in duyusal bir somutluk kazanması demek olan ve sanatın temel değerlerinden biri olan güzellik de, düşünkuramda temel değer olan doğruluğa dönüşür. Böylece sanatın güzeli, düşünkuramın doğruluğuyla, doğru bilgiye karşılık olur. (bkz. Hegel; çev:  N. Bozkurt; Remzi Kitabevi; 1986) Bu üç evre tarihte yaşanan üç döneme karşılık gelir; Doğu dönemi, Yunan-Roma dönemi ve çağdaş(modern) dönem.

Bu görüşün sahibi Hegel, güzelliği, “ideanın duyumsal görünüşü ya da gösterilişi” şeklinde tanımlamaktadır. Böylece biçim; idea, tanrı, güzellik adları altında belirlenen bir yetkinlik olmaktadır. Bu yetkinliğe sahip olmayan özdeksel varlık yani insan ise sanat aracılığı ile bu yetkinliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Yani sanat yaratıları, yetkinliğe ulaşma uğraşlarının en üstünlerinden biridir. Hegel estetiği için Mihail Lifsitz; “onun estetiği, ruhla beden arasındaki o eski çatışmayı daha da çileci ve soyut bir biçim altında sürdürmektedir(19)der.

Hegel düşüncesine ve uyumduyu(estetik) anlayışına karşı çıkan düşünürlerden biri de Bielinski’dir ve şunları söyler: “
Sizin dar felsefenize uygun düşen bütün saygımla, şurasını bilmenizden şeref duyarım: Evrim basamaklarının en yükseğine ulaşmak talihine de ersem, hayatın ve tarihin bütün kurbanlarının hesabını sorardım sizden. Bütün kan kardeşlerim konusunda içim rahat değilse, karşılıksız bile olsa, mutluluğu istemem.(20)

Hegel’e göre uyumduyu(estetik), güzelin bilimidir. Güzel, hem doğada hem de sanatta vardır; fakat duyularımıza çarpan dünyada güzelin değişik biçimlerinde kendini göstermesi, onların tanımına ve sistemli olarak sınıflandırılmasına olanak vermemektedir. Demek oluyor ki güzellik biliminin başlıca konusu sanattır ve sanat yaratılarıdır. Uyumduyu(estetik), güzel sanatların düşünkuramıdır; özetle “sanat düşünkuramı(felsefesi)dır”.

Sanat, insan usunun bir gereksinimidir ve bu gereksinim insanı iç ve dış dünyanın bilincine varmaya ve onlardan; içinde doğrudan kendini tanıdığı bir nesne yapmaya iten ussal bir gereksinimdir. Sanat yaratısının bütünlüğü, yalnızca biçimsel bir bütünlük değildir. Biçim ve özün en derin anlamı ile duyusal dış görünüş bütünlüğüdür. Sanat, din ve düşünkuramdan daha aşağı bir yerdedir ve gittikçe etkisini yitirmektedir. “Modern çağda sanatın yozlaşmasının kaçınılmaz bir şey olduğunu...(21) söyleyerek sanatın sonunu duyurmuştur Hegel. “Hegel’egöre, gerek burjuva toplumu ve gerekse Hristiyan devlet, yaratıcı sanatın gelişmesine karşıdır. Buradan iki şey çıkarsanabilir; Ya sanat (saltık devlet)i kurtarmak için yok olmalı ya da (saltık devlet) yok edilerek yeni dünya durumu ve yeni bir sanat rönesansına yol açmalıdır. Hegel kendisi birinci yola eğilim gösteriyordu.(22)

Oysa insanın doğaya etkinliğinin ilk belirtilerinden, insanın doğayı tanıması, onu değiştirmesi ve ona bağlı olarak da kendini değiştirmesi için kullandığı araçlardan biri olan sanatın etkisini yitireceği görüşünün yanlışlığı, bugün daha açık belli olmaktadır.

Çalışarak insan olan insan, doğalı yapaya döndürerek hayvanlar dünyasından kurtulan insan, bu yüzden büyücü olan, toplumsal gerçekliği yaratan insan, her zaman gökyüzünden yeryüzüne ateş püskürten Prometheus, her zaman müziğiyle doğayı büyüleyen Orpheus olacaktır. İnsan ölmedikçe sanat da ölmeyecektir.(23)

Marksçılık ve dolayısıyla Marksçı estetikçiler insanı, güzellik yaratmada doğanın başarılı bir rakibi olarak görürler. O yüzden de insanın sanatsal yaratmada girdiği bu denli uğraş, birkaç gerçeküstü söz ile yok edilemeyecektir.

Hegel’in estetiği, eytişiminden(diyalektiğinden) ayrı düşünülemez. Mehmet Doğan, onun estetiği için şunları söyler: “ Hegel, kurgusal gizemciliği (mistisizmi) ile estetiği de bozar; bütün devinimini göz önüne seren ilk filozof olmasına karşın estetiği, tıpkı diyalektiğine benzer Hegel’in: Baş aşağı durmaktadır. Hegel’in aldatıcı gizemci estetiğinden yararlanmak için onu ayakları üzerine oturtmak, ona eleştirel ve devrimci bir akılsal anlam vermek gerekir.// Hegel’e göre sanat tarihi, bilincin ya da bilginin tarihi gibi, mutlak ide kılığına girmiş biçimler ya da derecelerin tarihinden başka bir şey değildir. Sanat mutlak ide’nin bir belirişi, ortaya çıkışıdır. Pratik ve toplumsal görünüş altında sanatın özü, temelde bu mutlak ide’ce kurulur. Sanatla dinin özü aynıdır. // Özetle Hegel’in estetiğinde bulunan, birçoğu dâhice somut kavram ve bilgi tohumları, bir yığın kurgusal görüş içinde gizlenmiş, neredeyse kaybolmuş durumdadır. Hegel’i, idealist kabuk altında gizlenmiş rasyonel çekirdeğe ulaşabilmek için, materyalist olarak okumak gerekir.(24)

Onun tezine göre tin, tez olarak öznel(subjektif) tin (ruhbilimin incelediği tin), karşı tez(antitez) olarak nesnel(objektif) tin (türe, aktöre) ve sentez olarak da mutlak tin (tin burada kendi kendinin tam bilincine varır) şeklinde ortaya çıkar. Burada tin kendi özünün özgürce algılayıp kavraması ve göstermesiyle sanat, tinin kendi özünü simgelerle kavramasıyla düşünkuram(felsefe) doğmaktadır. İşte böyle bir estetik anlayışı olan Hegel; döneminde, birçok düşünür ve sanatçıyı, düşünkuramıyla(felsefesiyle) olduğu gibi, uyumduyusuyla(estetiğiyle) da etkilemiştir.

(1)- ( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 73)

(2)- (N.  Bozkurt;  Hegel; Say Yay. 2005; s. 156)

(3)- (Hegel, Estetik, Say Yay. s. 100)

(4)- ( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 75-76)

(5)- (Hegel, Estetik, Say Yay. s. 69-70)

(6)- (Hegel, Estetik, Say Yay. s 68-69)

(7)- ( Hegel, Estetik, SayYay. s. 78)

(8)- ( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 79 )

(9)- ( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 79-80)

(10)-( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 81)

(11)- ( Hegel, Estetik. Say Yay. s. 85)

(12)- (Hegel, Estetik, Say Yay. s. 85-88)

(13)- ( Hegel, Estetik, Say Yay. s. 90)

(14)- ... Estetik; Hegel; Say yay. 100-101)

(15)- (Hegel; Estetik; Say Yay. s. 67)

(16)- (Estetik; Say Yay. s. 66)

(17)-(Estetik; Hegel; Say Yay. s. 71-72)

(18)-( N. Bozkurt; Hegel; Say Yay. 2005; s. 156)

(19)-(Yeni Dergi; Sayı: 44; s. 394)

(20)-(Akt. A. Oktay; Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları; Everest Yay. s. 12)

(21)-(100 Soruda Estetik. Mehmet Doğan; s. 108)

(22)-(Marks’ın Sanat Felsefesi; M. Lifschitz; s. 23)

(23)- ( Sanatın Gerekliliği; E. Fischer; s. 246)

(24)- (100 Soruda Estetik; M. Doğan; s. 102)

 

 Adnan Acar

(ESTETİK - MARKSÇI ESTETİK - TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK)

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)