"Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim."  

(NAZIM HİKMET)          

                                                                                     

7 Haziran 2015 seçimlerine doğru barış o kadar yakıcı bir talep olarak ortaya kondu ki, adeta kütleleri hipnotize edici yeni bir “afyon” la karşılaştık. Kimse neden barış, nasıl bir barış sorusunu sormaya cesaret edemez oldu. Militarist, ulusalcı, barış düşmanı türünden yaftalamaları göze almadan “aykırı” bir görüş ileri sürmek imkansız hale geldi. Oysa bu soruların cevabı verilmeden soyut bir barış yandaşlığı nereye kadar?..Tarihi boyunca hep akıntıya karşı kürek çekmiş, nice tehlikeli sularda yiğitçe direnmiş sola, bir müfrezesi hariç, seçimlerde egemen koronun borazanlığını üstlenmek yakışır mıydı?.

 

Evet, Türkiye düşük yoğunluklu bir çatışma ortamının acılarını, anılarını, sancılarını pek yakından tanıyan bir ülkeydi. Derin mazisinde ise ne büyük travmalar saklıydı; yüzyıllar öncesinden Batılıların coğrafyasına Küçük Asya, halkına Türk dedikleri bu topraklar, büyük haçlı seferlerini istisna tutsak bile,1683 Viyana Kuşatmasından beri her fırsatta yeni kıyımlara sahne oldu. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile diz çöktürüldü. Balkanlardan Kırım’a, Kafkaslardan Trablusgarp’a lime lime doğrandı (oralarda ne arıyordu diye sormayın, dünyada imparatorlukların kanunları konuşuyordu);  Çanakkale’de boğazına yapışıldı, Anadolu bozkırı postallı yağmacıların istilasına uğradı. Yetmedi. 1920 Sevr Antlaşması ile öldürücü yumruk vuruldu.     

 

Hızla dokunduğum bu küçük göndermenin tek amacı, Türkiye’nin gökten zembille inmediğini ya da altın tepsi içinde sunulmadığını bilince çıkartmak. Çalkantılı bir tarihin içinden süzülüp geldi; kaybetti, geri çekildi, içinden tuzaklarla yüz yüze kaldı, yarasına tuz bastı, ittifaklar kurdu, ittifaklar bozdu, çaresizlik anında sadece ve sadece ideallerine sarıldı, ama küllerinden doğmayı başardı. Büyük Ekim Devriminin “kara gün” dostluğunun paha biçilmez ikliminde dünyanın “hasta adam”lığından kurtuldu. Dünyanın mazlum milletlerine ilham kaynağı olan bir milli mücadeleden zaferle çıktı. 1922 Lozan Antlaşması ile dosta-düşmana Kuruluş senedini kabul ettirdi. Biz “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz” dedi; hakikaten böyle miydi?  Yoksa tüm insanlığa bir sesleniş miydi? Din, dil, ırk, renk, cinsiyet, bölge farkı gözetmeden yeni bir kuruluşun felsefesini mi ilan ediyordu?  İnsanlık, objektif aidiyetlerini aşarak kendisini bir potada, bir payda altında yeniden kuramaz mıydı?  

 

Ne var ki 1923 1. İzmir İktisat Kongresinden başlayarak, Cumhuriyetin bugün de heyecan verici çağrısı rotasından saptı, tutunacağı dalı kesmekten kaçınmadı. Emeği, sosyalist uyanışı hedef tahtasına koydu. “Bolşevik tehlike” kabusu oldu. Yine de aydınlanmacı-akılcı, kamucu-halkçı, bağımsızlıkçı değerlerin peşinden düşe kalka 1950’lere kadar geldi. Soğuk Savaş, kuşatmayı tamamladı. Artık anti-komünist “Yeşil Kuşak” cephesinin elemanı,  emperyalizmin ileri karakolu bir ülke devrede idi. Başka bir deyişle, iç dinamik-dış dinamik el ele Türkiye’yi yumuşak karnı (sosyolojik çeşitliliği) ile de oynayarak ateş hattına sürdü.

 

TİT’E HAYIR, KİT’E EVET Mİ? (x)

Cumhuriyeti adım adım yıkıma götüren devlet aklının ideolojik cephaneliğini oluşturan Türk-İslam Tezi (TİT) 12 Eylül (1980) faşizminin “resmi” siyaseti haline büründü. Eylül’ün elinde şiddet bombasına dönen TİT Türkiye’yi çölleştirirken kendi  "barutunu" da tüketti. Her şey anti-tezine muhtaç ya da anti-teziyle vardı. TİT’in zıddından Kürt-İslam Tezi (KİT) vücut buldu. Yeni Ortaçağın din-etnisite-kast temelli siyasetinin ülkemizdeki versiyonu KİT kılığında zuhur etti. KİT, şaşı sola liman oldu.

 

Türkiye solcusu kendine şaşı bakmayı, kardeşlik sandı. TİT’e onurluca direnirken KİT’i baş tacı yaptı. Diline doladığı barışa da aynı şaşılıkla bakıyor. Doğru, barışsa barış! Ama yerel güvenlik birlikleri kurmayı, ana dilinde eğitim yapmayı, bölgesel özerkleşme uygulamalarını dayatarak,  barışın ancak laf-ı güzaf bir söylemden öteye geçemeyeceğini kendine bile söyleyemiyor sol. 

 

Solun kimseye diyet borcu yoktur. Hele de Kürtlerin varlığını ilk ve hep teslim etmiş; Kürtçülüğe hep karşı durmuş solun. Eğer bir yerde seçmenin %80'i oyunu aynı partidebirleştiriyorsa, etnik mensubiyet dürtüsü ile hareket ettiğine ciddi işarettir. Irkçılık arayanların merceği öncelikle buraya tutması gerekir.

 

Gerçekten ortak geleceğin, birlikte yaşamın ısrarını sürdürenler barışın kabul edilebilir somut programını inşa etmekle yükümlüdürler. Gün sorumlu davranma günüdür; kimsenin birtakım ezberlerin ardında onca canı ziyan etmeye hakkı yoktur. Netliğe ihtiyaç vardır. Sözgelimi,  ana dilinde eğitim değil, anadilinde öğretim doğru taleptir; hangi aşamada, hangi kapsamda uygulanabileceği pedagogların yetki alanı içinde olmak gerekir.  Akademik düzeyde enstitüler, vb. organizasyonlar olabilir, özel okullar olabilir, ama devletin anaokulundan başlayarak herkese mecburi ikinci, üçüncü dilde de eğitimi üstlenmesi olamaz; ana dili öğretimine seçmeli ikinci, üçüncü dil sistemi içinde okul programlarında yer verilmesi uygundur. Ve bu, Anadolu’daki her bir ana dili için geçerlidir. Eğitim, o dilde tüm müfredatın işlenmesi; öğretim, müfredat içinde o dile de yer verilmesidir. Yani, birinde sadece dil öğretilir, diğerinde o dille tüm eğitim yürütülür.

 

Ana dilinde eğitimi açacak olursam şöyle: örneğin Matematik dersi tüm öğrencilere hem Türkçe hem Kürtçe veya başka bir dilde anlatılacak ya da Türk öğrencilere Türkçe, Kürt öğrencilere Kürtçe anlatılacak (bu durumda, dilin ruhi-zihinsel şekillenmede ve ortak iletişim sağlamadaki işlevi düşünüldüğünde toplumu kompartımanlara bölen bir süreç işleyecek); tek resmi dil yerine ikinci, üçüncü resmi dil uygulamasına geçilmiş olunacaktır. Dolayısıyla devlet bürokrasisi, hukuk, ticaret, diplomasi, tüm kamusal mevzuat ve uygulamalar ve hatta günlük hayat buna göre düzenlenecektir. Toplumsal ve siyasal bütünlüğü/gelişmeyi yüksekte tutan en pratik, en soyut, en ekonomik araç olan “tek resmi dil”in aşındırılması/dilde paralelliklere  resmiyet kazandırılması bir ülkeyi çözülmeye ve yurttaşlarının birbirine yabancılaşmasına hizmet eder.       

 

Eyaletleşme/ademi merkeziyetçi modeller değil yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesi doğru ilkedir. Yani yerel yönetimlerin yerel güç odaklarının nüfuz alanı olmaktan çıkartılması, organlarının (valilik, belediye, il genel meclisi, köy yönetimleri) seçim, temsil, görev ve yetkiler açısından doğrudan katılım mekanizmalarını etkinleştirecek ve yetki kargaşasını bertaraf edecek şekilde düzenlemelere tabi tutulması zaruridir. Bütün doğu illerini kendine Kürt diyenler yönetiyor. Yönetimde donanım-liyakat-eşitlik-genellik ölçütleri yerine kimlik özellikleri tercih sebebi olursa, tipik ırkçı bir şema söz konusu demektir. Bölgede Kürtlüğünü silaha çevirenler iki-üç dönemdir fiilen iktidarlar. Yönetenin Kürt veya Türk olması halka ne kazandırdı? Nüfus sorunu devam ediyor (belki de "ilkel" şarlardan dolayı öyle bir nüfus artışı var ki, her bir aile en az yarım düzüne çocuğa sahip, aslında hiçbir planlamanın, yatırımın buna yetişmesi de mümkün gözükmüyor), toprak sorunu devam ediyor  (Ahmet Türk, hiç yerinden kalkmasa 20 bin oyun her zaman cebinde olduğu ile övünebiliyor), işsizlik sorunu devam ediyor, yoksulluk sorunu devam ediyor, asayiş sorunu devam ediyor; çirkin kentleşmeler devam ediyor. Bu devam edenlere son vermek için, illaki Kürt ya da Türk olmak değil, emeğin bakış açısından ekonomi-politik bir başka düzen kurmak gerekiyor.

 

Yerel güvenlik birlikleri oluşturmayı savunmak, ayrı devlet olma kararlığını ilan etmektir. Türkiye’yi tedricen parçalanmaya razı etmek herhalde böyle sağlanabilir.Türkiye’nin (Türkiye diyorum, çünkü ön yüzünde kim yer alıyor olursa olsun bu savaşın emperyalist-siyonist koalisyona karşı verileceği aşikardır) buna gönüllü katlanacağını ummak tam bir gaflettir. Varsayalım kaybedenin Türkiye olması halinde, yıllar önce Mümtaz Soysal’ın Cumhuriyet Gazetesinde dikkat çektiği “mübadele” kaçınılmaz olarak masadadır. Hiç öyle asimilasyondur, soykırımdır, etnik temizliktir yaygaraları koparmaya yer yoktur. Yüzleşilecekse şimdiden bu tarihi “kaderi” bilerek adım atmak gerekiyor.

 

 Bir devletleşmenin çekirdek yapısı güvenlik birimlerini kurarak başlar. Tam burada her zamanki “namusu”  ile tarihi bir “sırrı” itiraf eden İsmail Beşikçi’ye kulak vermekte yarar var.

 

O BiR SOFTA

7 Temmuz 2015 tarihli Oda TV’de yer alan bir haberden aktarıyorum. Habere göre Beşikçi, Barzani yönetiminin yarı resmi haber ajansı Rüdaw’a, ABD’nin 239. Bağımsızlık Günü dolayısıyla konuşmuş.  

 

Bunun (bağımsızlığın, d.t.) temel koşulu merkezi bir ordunun kurulmasıdır. Tek ordu, Kürdistan ordusu. Partilere bağlı ordularla bağımsızlık olmaz. Demokrasi de olmaz. Ağır silahlara sahip bir ordu en büyük caydırıcı güçtür. Şehirleri kalaşnikof ve diğer ufak silahlarla değil, ağır silahlarla koruyabilirsiniz. Ağır silahlara sahip olmanın yegane şartı da devletleşmektir. (…) Kürtlerin de ısrarla ağır silahlara sahip olmaları için mücadele etmeleri gerekiyor. Onun için devletleşmek için ağır silahlara sahip olmak gerekiyor.  (…) Onlar da (Suriye Kürtleri, d.t.)  artık hafif silahlarla Rojava ve Kürt halkını savunamazlar. Onun için onların da devletleşmeye doğru adım atmaları gerekiyor.

 

HDP’nin Türkiyelileşme projesi için ise şu değerlendirmede bulunuyor: Filistin’in bağımsız devlet kurmasını isteyen, Kürtlerin bağımsızlığını istemeyen Türkiye partilerini saydıktan sonra devam ediyor. “Türkiyelileşme Kürtlerde milli bilinci azaltıyor. Ak Parti, CHP, MHP bütün partiler Türkiye partileridir. (…) Bir Kürt olarak ben de Türkiye partisiyim dediğin zaman öbür Türkiye partileri nasıl davranıyorsa sen de öyle davranıyorsun.  İşte bu “Türkiyelileşme” süreci Kürtlerin lehine değil. Türkiyelileşme demek Kürdistan’dan ve Kürt değerlerinden kopma, Türk siyasal değerleriyle bütünleşmek demektir. O açıdan “Türkiyelileşme”  ve Türkiye partisi olma sağlıklı bir süreç değil. HDP olacaksa Kürdistani olsun.”

 

Beşikçi’nin çok düz bir mantığı var. Beşikçi tipik bir Kürt ulusal demokratı. iflah olmaz bir cumhuriyet muhalifi ve hatta Kürt olgusuna yaklaşımı bağlamında bir Osmanlı özenticisi.  Dünyada her şeye Kürt gözlüğüyle bakıyor. Sınıflarmış, sosyo-ekonomik yapıymış, uluslararası faktörlermiş, coğrafya imiş, demografik giriftlikmiş Beşikçi’yi ilgilendirmiyor. Ulusal bencilliğe rafine bir örnek. Buna bir meslek hastalığı denebilir mi? Otorite ya da uzmanı olduğu alanının labirentlerinde körleşme. Materyalist tarih metodolojisini kullanan bir bilim adamının özeninden yoksundur. Ona göre kurtuluş devletleşmekte. Neredeyse her millete bir devlet öneriyor. Kürtlerin bağımsızlığını da olmazsa olmaz görüyor. Artık klişeleşmiş tezi şu: Kürdistan, dört ülke tarafından pay edilmiş “uluslararası bir sömürge”dir. 1. Dünya savaşının galip devletleri tarafından Kürtlere bir statüko dayatılmıştır, bu yapay bir statükodur ve zorla da olsa yıkılmalıdır. Kürtler en uygun parçadan başlamak üzere devletlerini kurmalılar, bağımsız statülerini kazanmalılar ve ulusal birliklerini sağlayarak dünyada yerlerini almalıdırlar… Beşikçi'nin kitabında savaşa çağrı okunuyor. Bundan sonra HDP için fazla yoruma gerek kalmıyor.

 

SORUNLU BİR PARTİ

İdeolojik bakımdan sorunlu (bir ortaçağ ideolojisi olan kimlik ideolojisinin yürüyen temsilcisi), emperyalist odakların, Kürt illegal yapıların vesayeti altında ve aşiret-tarikat-ağa kırması kadroların hakimiyetinde, bir de "Türkiyelileşme" kıskacına giren bir parti HDP. Böyle bir partinin özünden barışa yürümesi zayıf ihtimal. Ortaçağ feodalitesindeki klan-soy- kabile reisinin yerini Kürt cephesinde "önder" almış; mutlak irade önder, dışındakiler "eşbaşkan".

 

Özetle; soyut, içeriği meçhul, popüler "analar ağlamasın" tekerlemesi eşliğinde sürdürülen barış söylemleri savaş potansiyelini gizleyen, savaşa yığınak yapan kuvvetleri mazur gören bir şal işlevi görüyor. HDP'nin barışçılığının güncel siyasi çıkar ve dengelerle paralel seyrettiğini not etmek gerekiyor. Maalesef! (Nitekim bugün, 11 Temmuz, Oda Tv'den öğreniyoruz ki KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı Fırat Haber Ajansı'na yaptığı yazılı açıklamada, 2012 sonundan bu yana uydukları ataşkes ve çatışmasızlık karalarına son verdiklerini; araya karakolları da katarak yol-baraj yapımlarını savaş nedeni saydıklarını ve misilleme yapacaklarını açıklamış).   

 

Farkında mısınız? Barış stratejisinin özneleri, arzu ettikleri dünyaya kavuşabilmek için Türklere, Araplara, Farslara düşmanlık üretiyorlar; emekçi halklara yeni kölelikler, kıyımlar vaat ediyorlar.  

 

(x)  A. Türk’le B. Atalay’ı, D.M. Mehmet Fırat ile O. Miroğlu’nu,  A. Tan ile M. Metiner’i,  E. Ala ile S. Sakık’ı, M. Kızılkaya ile H. Çelik’i, Y. Atay ile M. Sancar’ı, S. Tanrıkulu ile H. Fidan’ı, E. Toprak İle O. Aydemir’i nasıl ayırabilirsiniz? Biri öbüründen daha mı az Kürt?  Hangisinin tuzu kuru değil ki?  Bir eli yağda, bir eli balda A. Türk ya da D. M. Mehmet Fırat mı özgürlük temsilcisi. A. Tan ya da M. Metiner mi barışın savunucusu.  M. Metiner, M. Kızılkaya,  A. Tan, M. Sancar, bir dönem Birgün’de, Özgür Politika’da köşe sahibiydiler. Özellikle Birgün kimlerle “dayanıştığına” dönüp baktığında gerekli dersleri çıkartmıştır herhalde.

 
Durmuş Tiryaki   
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)