Dil, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir anlaşmalar bütünüdür.

Bu tanımı biraz açacak olursak dilin doğuşu üzerine onlarca teori üretebiliriz. Bilimsel yöntemler uygulandığında dilin doğuşu ve gelişimi hakkında tek bir görüşün diğerleri arasından sıyrıldığı görülebilir.

Bu görüşe göre ilk insanlar, dört ayaktan iki ayağa terfi ettikten sonraki binyıllar içerisinde, göçmen pozisyonlarını daha fazla muhafaza edemedi. Bunu bir içgüdüsel davranış olarak değerlendirebiliriz. Hayvan ile insanı ayıran en temel fark, o zamanlar düşünüldüğünde, elbette ki akıl dediğimiz kavramdır. Aklın önderliğinde göçebe alışkanlıklarından kurtulan insan soyunun bir süre sonra yerleşik yaşama geçmesi ve daha çok mağara şeklinde niteleyebileceğimiz oluşumlarda kendine başta korunma olmak üzere birçok ihtiyacı karşılaması da oldukça doğaldır.


Birlikte yaşamla beraber insanların arasında, daha çok coğrafî özellikler nedeniyle tehlikeyi haber verme veya dışarıdan gelebilecek herhangi bir saldırıya kolektif bir tavırla karşılık verme biçiminde özetleyeceğimiz birtakım edinimlerin de yerleştiğini söyleyebiliriz.

Bu sayede ilk insanın dil bilincinin yavaş yavaş şekillenmesi de mümkün görünmektedir. Doğada yer alan canlı cansız nesneleri gerek ses gerekse biçim yönünden “taklit” eden insanın bir süre sonra her nesneye bir veya daha çok ses atadığını; bu ses atamaların bir sonraki kuşağa, zira vahşi doğa koşulları nedeniyle insan yaşının ortalamasının düşük olduğunu varsayıyoruz, mağara duvarlarına çizilen resimler aracılığıyla aktarıldığını ve sonunda bu resimlerin dile yerleşen uyumlu ses birliktelikleriyle bir araya gelerek ilk ilkel yazılı metinleri oluşturduğunu artık kabul etmiş konumdayız.

Kısaca tarihî oluşumuna değindiğimiz dilin zaman içinde değişen ve insanların yaşam tarzı başta olmak üzere coğrafyanın belirleyici egemenliğinde sürüp giden macerası budur. Bu macera bitmek tükenmek bilmeyen zaman akışı düşünüldüğünde bir son değil; birçok yönden devamlılık gösterir.

Dil, çokça söylenegelen klasik bir tanımlamayla devamlı gelişen ve değişen bir canlı organizma gibi algılanmalıdır. Değişen yaşam tarzları, ihtiyaçlar ve elbette ki teknoloji ve coğrafî etmenler dilin yerinde saymasını veya bir önceki evrimini tekrarlamasını engellemektedir.

Bu ilerleme kimi durumlarda insanların müdahalesi ile belirli kalıplar dâhilinde gerçekleşirken kimi durumlarda da insan müdahalesine gerek bırakmayacak bir sistemde kendiliğinden olur.


Türkçe, yapılan araştırmaların ışığında denilebilir ki dünyanın en eski dilleri arasında yer almaktadır. Tarihini, somut kanıtların eşliğinde sunacak olursak, M.S. 8. yüzyıla kadar götürebildiğimiz Türkçenin çok daha eski çağlarda ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Aşağı yukarı bir tarih verememekle birlikte M.S. 8. yüzyıldaki Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarına dayandırdığımız ilk Türkçe yazılı kaynaklarının bundan 2000–3000 yıl önce ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tarihlemede en büyük yardımcımız söz konusu yazıtlarda yer alan sistemli dilin varlığıdır. Bir edebiyatın var olduğunu kabul ettiğimiz bu yazıtlardaki dilin oluşumu için hiç değilse 2000 veya 3000 yılın gerekliliği esastır.

Tarihini bu kadar eski devirlerde aradığımız Türkçe, bugün için dünya üzerinde coğrafî uzaklıklar düşünüldüğünde, en geniş sahada konuşulan ve kalabalık bir ağız/lehçe ordusuna sahip nadir dillerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

DİL NASIL ŞEKİLLENİR?

Dil kabaca iki temel kavram üzerinde şekillenir. Bunlar konuşma ve yazı dilleridir. Konuşma dili, ilk oluşan biçim olması nedeniyle, söze dayanır ve belirli kurallara bağlı kalmadan yaşamını sürdürür. Bu kurallara fazla bağlı kalmama durumu, konuşma dilinin tamamen kuralsız olduğunu da göstermez. Bununla birlikte konuşma dili geçiciliği olan, kayıt altına alınmadığında unutulan bir yapıya sahiptir. Gündelik dil olarak da niteleyebileceğimiz konuşma dilinde kavramlar, insanların zihinlerinde yer ettiği biçimiyle ifade olunur.

Konuşma dilinin tam da karşısında bulunduğuna inandığımız yazı diliyse konuşma dilinin yardımıyla ondan nice zaman sonra doğmuştur. Yukarıda tarihine ve doğumuna kısaca değindiğimiz yazı dili, konuşma dilinin tam aksine belirli bir kurallar bütününü içerir ve zaman içinde kaybolmaz. Yazı adını verdiğimiz sistem sayesinde kayıt altına alınan yazı dili, kalıcılığı ve inandırıcılığı ile konuşma dilinden ayrılır.

İlhan Selçuk’un da dediği gibi “söz uçar yazı kalır.”


Türklerin İslamlaştırılma serüveninin en büyük sonuçlarından birinin “gerçek” anlamda yerleşik yaşama geçmeleri olduğu söylenebilir. İslam öncesi dönemlerde, yerleşik yaşam düzeninin tüm kurumlarıyla varlığından söz edilemez. Uzun konaklamalı ve belirli merkezleri içine alan bir konar göçerlik sisteminin var olduğunu bildiğimiz Türk kültürünün sabit bir coğrafi alana bağlı kalarak “tam teşekküllü” yerleşik yaşama geçmesi büyük oranda İslamlaşma ile olmuştur.

Türklerin yerleşik yaşama geçmesiyle birlikte iki önemli olguyla tanışıklık kurduğunu da görüyoruz. Bu iki olgu, bilim ve İslam merkezli hukuk kurallarıdır.

İslam, ölüm sonrası hayatı ve uhrevî konuları içermesinin yanında, kent merkezli bir din olması nedeniyle
[1] dünya yaşamını da düzenleme iddiasındadır. Bu nedenle İslam’ı benimsemiş toplumlarda gündelik yaşamın düzenini sağlayan kuralların ki bunlara hukuk kuralları diyebiliriz, birçoğunda dini motiflerin fazlalığı dikkat çeker. İslam şeriatının bu denli baskın haliyle hukuk kurallarına müdahale etmesi nedeniyle günümüzde İslam’ı benimsemiş toplumların, Türkiye dışında kalanlarında, var olan yasal düzenlemelerde Arapçanın baskın rolüne rastlanır. Hukuk, yaşamı düzenleyen ve devam ettiren kurallar bütünüyse ve var olduğu toplumun içinden doğarak egemenliğini tüm sahalara kuruyorsa onu yaratan dilin de söz konusu toplumu bir şekilde etkilemesi beklenir.

Bu nedenle ilk Türk-İslâm devleti olan Karahanlılar’ın gündelik konuşma dillerinin giderek Arapçaya yakınlaşması ve Çağatay lehçesinden uzaklaşarak özellikle 11 ve 12. yüzyıllarda Hakaniyye adını alan bir lehçeye sahip bulunması çok doğaldır.


Türklerin yerleşik yaşama geçmeleriyle tanıştıkları bir diğer olgu, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, bilimdir. Özellikle astroloji, tıp ve coğrafya gibi bilim dallarıyla ancak Arap istilası ve bu yolla Müslümanlaşarak yerleşik yaşama geçiş yapıp tanışan Türkler, söz konusu bilim dallarını orijinal kaynaklarından yani Arapça olarak öğrenmiştir. Bu temel, sonraki yüzyıllarda da sağlamlaşarak bilimin kurumsallaşmasına neden olmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse tüm dönemlerinde Arapçanın bir bilim dili olarak hâkimiyetini kurmasını sağlamıştır.

Cumhuriyet, bir modernleşme projesi olarak yaşama geçirilmek istenmiştir. Devamlı söylenegelen bir sözle ifade edecek olursak, Cumhuriyet, her yönden bağımsızlığı öngören bir yapılanmanın temel taşıdır. Bu bağımsızlık kavramının kapsamı ekonomik, kültürel, askerî ve bilimsel özgürlükle çizilebilir.

Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra gerçekleştirilen devrim çalışmalarının temelini oluşturan Yazı ve Dil Devrimleri, bu ülkünün ülke çapında temellendirilebilmesi için yolu açan ve devamlılığı sağlayan başlıca kalemlerdir.

Yazı ve Dil Devrimleri ile asıl amaçlanan, okuryazarlık seviyesinin yukarı çekilmesinden çok bireyler arasındaki iletişimin yeniden canlandırılarak geçmişten geleceğe uzanan çizgide bir toplumun kültürel birikiminin yani toplumsal belleğinin yeniden harekete geçirilmesidir.

Bu yolla kültürel uyanma gerçekleştirilecek ve “ulus olma bilinci” uyandırılacaktır.


Gelişmiş toplumlarda, konuşma dili ile yazı dilinin birbirine yakın konumlarda bulunması gereklidir. Kısacası konuşulanlar çok rahat yazıya dökülebilmeli ve yazıya dökülenler de çok rahat okunup ifade edilebilmelidir.

İmparatorluğun her alandaki çöküşü zaman içinde var olan konuşma dili yani Türkçe ile İslamlık etkisiyle ortaya çıkmış olan Osmanlıca
[2] adı verilen yazı dili arasındaki uçurumu olabildiğince derinleştirmişti.

Yazı ve konuşma dilleri arasında bulunan uçurumun bu yollarla kapatılması, ulus olma bilincini bir süre sonra canlandıracaktır.

ANADİLİN OLUŞUMU

Anadilin oluşum ve gelişim süreci, bireyin özellikle doğumuyla başlayan ve ilk yabancılaşma deneyimi adını verdiğimiz temel öğrenim döneminde karşımıza çıkar. Bu öğrenim süreci, bireyin analitik düşünme yeteneğinin geliştiği ve sorgulama/eleştirme güdülerinin temellendiği bir döneme denk düşer.

Söz konusu dönemde birey kendi anadiliyle yaratıcı/üretici bir faaliyet içine girer. Bu yaratım/üretim süreci ileride bilimsel çalışmaların anlaşılması, özümsenmesi ve üretilmesi olarak adlandırabileceğimiz bilimsel temellendirmenin de ilk basamağını oluşturur. Kendi anadiliyle bunu başarabilen bireyin ileriki yıllarda öğrendiği başka dillerle var olan temellendirmeyi ifade etmesi de oldukça kolay olabilir.

Özetle insan, içselleştirdiği bu kavramları yetkin olduğu bir başka dil ile rahatlıkla “dile getirebilir”. Bu noktada bilimin evrenselliğini göz önünde bulundurmamız gerekir. Evrensellikte bilim dallarının ancak uluslararası alanda başka dillerle uygulamaya geçmesi söz konusudur. Örneğin, felsefede Almancanın veya teknikte İngilizcenin uluslararası bilim dili olarak kabulü söz konusudur. Ancak bu dillerin uluslararası kabulü her ülkenin ulusal boyutta icra ettiği ve geliştirdiği bilimi söz konusu yapılanmayla gerçekleştireceği anlamını içermez.

Her dil dizgesi, onu kullanan kitlenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenir. Bu biçimlenme, bilimin üretildiği ve kurumsallaştığı toplumlarda bilimin de anadiliyle yapılabilmesinin önünü açmaktadır.

Türkçenin bugünkü konumunda bilim dilinden “tekrar” uzaklaşır bir hal arz etmesi, bilimsel ihtiyaçların ancak malum bir kitle tarafından önemsendiğini ve bu zümre tarafından bilim dilinin yönetildiğini göstermektedir.

Günümüz Türkiyesinde bilim dilinin İngilizce veya Fransızca olarak ağırlık kazanması, bilim insanının Türkçeye olan güvensizliğinin yanında anadili öğretim ve öğrenim sürecinde ne kadar büyük bir zaafa düştüğümüzün de kanıtıdır.

Anadili öğrenim sürecinde en önemli aşamalardan biri öğrenilen anadilinin bir süre sonra bilinçaltına inerek yerleşmesidir.

Bundan dolayı, Freud’un da dediği gibi, tüm edinimlerimizin, tecrübelerimizin ve hatta en mahrem korku veya duygularımızın depolandığı bilinçaltı, dil bilincinin oluşumunda da önemli bir yere sahiptir. Daha ilkokul düzeyinde başlayan yabancı dil serüvenimizin anadili öğrenim düzeyine getirdiği baltalama ve aksaklılar, bilinçaltında depolanan ses ve görüntü birlikteliklerini de etkilemektedir. Yoğun bir biçimde yabancı dil eğitimine maruz bırakılan çocukların rüyalarını bu dille görmeye başlamasının başka ne açıklaması olabilir ki?

Hal böyle olunca anadili öğrenim sürecinin yabancı dillerle baltalanmasının ileride analitik düşünce sistemini de etkileyeceği unutulmamalıdır. Dil, düşünceyi oluşturan ve geliştiren başlıca etmendir. Dilin ortaya çıkardığı düşünce, elbette ki bilimin yaratım ve gelişim süreçlerinin de temelini oluşturur. Düşünce eksikliği ve düşüncede ortaya çıkan zafiyet, kavramların yeterince doğru kullanılamamasına ve bunun sonucu olarak hem kafa karışıklığına hem birtakım kavramların yozlaşmasına yol açar.

OSMANLININ HATALARINA DÜŞÜYORUZ

Bugünkü eğitim sistemimiz düşünüldüğünde, geçmişte Osmanlı’nın düştüğü hataların bir benzerine tekrar saplanacağımızın işaretlerine rastlıyoruz.

Osmanlı, bilim ve teknolojide ileri bulunan Doğu coğrafyasına döndüğü yüzünü, Rönesans ve Reform hareketlerinden hemen sonra Batıya çevirerek “taklit” yoluyla bilimi ve teknolojiyi topraklarına taşımak istemiştir.

En baştaki tavrıyla edebiyattan fen bilimlerine kadar geniş bir yelpazede Doğu kökenli kelime ve kavramları diline taşıyan bu zihniyet, Rönesans ve Reform’dan sonra bu sefer aynı davranışı Batı dillerinde de göstermiş ve çokça dillendirilen o “Arapça, Farsça ve sonraki asırlarda İngilizce, Fransızca ve İtalyanca melezi bir dil” ortaya çıkmıştır.

Günümüzde bilim ve teknolojideki dışa bağımlılığımız hayatın her alanını etkilemekte ve hatta başta eğitim kurumlarımız olmak üzere yabancı dil merkezli bir yaşamı önümüze servis etmektedir.

Her şeyden önce unutulmamalıdır ki dilbilim kurallarına göre kendi anadilini yeterince iyi kavrayıp konuşamayan bir kişi ikinci ya da üçüncü bir dili öğrenmekte başarı gösteremez. Eğer ki bir kişi yabancı bir dili bu koşullar altında iyi bir derecede öğrenmişse bu tablonun tek bir açıklaması olabilir: Anadilini unutmak ve bir daha konuşmamak üzere terk etmek!

İnsan beyninin bilgi ve edinimleri istifleme kabiliyeti, hayranlık uyandıracak kadar gelişmiştir. Dil öğreniminde anadilinin insan beyninde öncelikli bir konumda yapılandığını, diğer dillerin de zaman içinde kendilerine belirli yerler edindiğini biliyoruz.

Dil, nankör bir yapıdır. Kullanılmadığında, tıpkı nemli bir ortamda bırakılmış bir parça demir gibi, önce paslanır ve daha sonra içten başlayan bir hareketle çürür ve yok olur. Bundan dolayı dil, önem sırasına göre, başta anadili olmak üzere devamlı bir gelişim ve ilerleme hamlesi içindedir.

Örneğin, yurtdışına giden ve uzun zamanlar orada kalan insanların beyin faaliyetlerindeki savaş gözle görülür, kulakla duyulur bir muharebenin izlerini taşımaktadır. Bu insanlar bir süre sonra anadillerindeki bazı sesleri söylemekte zorlanmaya ve devamında cümle kalıplarını değiştirmeye başlar. Bu değişim o kişinin yaşadığı ülkenin dilinin kurallarının beyinde öncelikli konumda depolanan anadilin yerini almasıyla son bulur. Kısacası kişinin sahip olduğu anadili bir anda ikinci sıraya itilir ve içinde yaşanan ve tüm ihtiyaçların giderildiği yabancı toplumun dili birinci sıraya oturur.

Dil, düşünce ve kültürü yaratan başat öğe olduğu için, yabancı bir dilin anadili konumuna oturması ve bir kişinin dış dünyayla tüm bağını artık bu yabancı dille kurması kültür ve düşünce ekseninde de söz konusu kişinin özünden uzaklaşması olarak değerlendirilebilir. Tıpkı geçmişte İngilizce düşünen; ancak Türkçe konuşmaya çalışan “gaf kralı/kraliçesi” siyasîlerimiz gibi…


İşte bu nedenledir ki bir ülkenin temel eğitim kurumlarında anadille eğitim şarttır ve ulusun her alandaki varlığı için olmazsa olmaz koşuldur. Bu koşul, bireyin anadili öğrenim süreçleri göz önüne alındığında 0–20 yaş aralığının önemiyle de paralellik göstermektedir.

Tekrar etmek gerekirse bir kişinin yabancı bir dili öğrenmesi erken yaşlarda bu dilin eğitimine başlanmasıyla değil; öncelikle kendi anadilini yeterince öğrenmesiyle mümkündür.


Fransa, üniversitelerinde şu an dünyada çok sık kullanılan bir İnternet arama motorunu (search engine) yasaklamak üzerine çalışmalar yürütmektedir. Bu yasağın altında çok ilginç bir gerekçe vardır: Söz konusu İnternet sayfasında yapılan aramalarda ortaya çıkan sonuçların ilk beşi Anglo-Sakson kültüre göre sıralanmaktadır.

Fransa, İngiliz-Amerikan kültürünün bu şekilde eğitim kurumlarında yerleşmeye başladığının farkındalığıyla yeni bir arama motoru inşa etme çalışmalarını tüm hızıyla sürdürmekte. Dil konusunda, tabir tam yerindeyse tam bir paranoyaya sahip olan Fransa’nın bu tutumu acaba ne derecede haklıdır? Anayasasında bulunan ve tüm dünyanın hayret ve hayranlıkla karşıladığı dil koruma maddeleri nedeniyle zamanında Fransa ve onun takipçisi Yunanistan’ı eleştiren dünya, bugün bir rol-model olarak bu ülkeleri taklit etmektedir.

Halen 2. madde dışında Türkçenin esamisinin okunmadığı Anayasamızın ne zaman bu tip tedbirsel maddelere sahip olacağı da ayrı bir inceleme konusu olabilir.


Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki Türkçe ile eğitim yapma zorunluluğu ve “yabancı dilde eğitim”in değil  “yabancı dille eğitim”in benimsenmesini ancak bu yolla açıklayabiliriz. Zaman içinde yabancı dille eğitimden yabancı dilde eğitime geçişimizin yarattığı erozyon, bilim konusunda dışa bağlılığımızı ve düşünce üretiminde tıkanıklığımızı da beraberinde getirmiştir.

Dilin bir ulusun bağımsızlığının en temel koşulu olduğunu, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi, bir ulusun kolektif bilincini yaratan temel unsur olduğunu unuttuğumuz için gereken önemi ona bir türlü atayamıyor ve onu korumakla yükümlü kurumları basit siyasal çıkarların merkezi haline getirebiliyoruz. 

Belki bugün ya da yakın gelecekte bu tavrımızın kötü sonuçlarını görmeyeceğiz; fakat ilerleyen zamanda dili zedelemenin ve ona değer vermemenin zararlarını belki de bir daha geri dönülemeyecek biçimde görecek ve çok ağır bedeller ödeyeceğiz.
 


{1} İslam’ın kent merkezli bir din olması belki de doğuş alanı olarak bilinen Medine kelimesinin anlamında da görülebilir. Arapça olan Medine kelimesi “kent, şehir” şeklinde Türkçeye çevrilebilir.

{2}  Osmanlıca, zannedildiği gibi bir konuşma dili değil; yazı dilidir. Bugün Farsçanın kullanmakta olduğu Arap temelli alfabe sistemiyle Türkçenin yazılmasına Osmanlıca denir. Bundan dolayı Türkçenin önemli seslerini karşılamakta zorlanan bir yazı sistemidir. 

KEREM GÜN

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)