Son Dakika



Gülriz Sururi, T24 sitesinde Hazal Özvarış'lal yaptığı konuşmada önemli açıklamalar yaptı. Bu konuşmanın t24 gibi liberal bağlantıları epey fazla bir sitede yayınlanması bir yana, sorulardaki kafa karışıklığına Sururi'nin kapı gibi sağlam düşüncelerini sert ve tavizsiz bir uslupla dile getirmesi yazar ve şairlerimize de örnek olur amacıyla, konuşmanın büyük bir kısmını yayınlıyoruz. (G.E.)

(...) 

Hale Özvarış:  Yaşlanmanın nimetleri ve külfetleri sizce neler?

Gülriz Sururi: Ben çok enerjik biri olduğum için günlük yaşamımın içine üç dört program koyabiliyorum. Sonra ancak ikisini yapabiliyorum. Bana yaşlılığın tarifini sorarsanız bunu söyleyebilirim. Dünyada yaşanmadan öğrenilmeyen bir tek şey var, yaşlılık. Ben ki tiyatrocuyum, birçok tiyatrocu yaşlı karakterler oynamıştır. Ama hepsi palavra! Ben yaşlı rolü oynarken anneannemi taklit etmiştim yahut bilmem ne yapmıştım. Ama onu duygu olarak hissetmene imkân yok. Edith Piafyaşlılığında ağrılar içinde kıvranan bir kadın. Benim hâlâ ağrım sızım yok. Onu bir tiyatrocu olarak oynadım. Onu da geldiği zaman öğreneceğim, şimdiden anlamaya imkân yok. Türkçede çok güzel bir laf var: Allah elden ayaktan düşürmeden alsın. Kendim için bunu dilerim.

Türkiye’de uygulaması yasak olsa da bir parantez açsak ötanazi, elden ayaktan düşmek yerine tercih edeceğiniz bir eylem olur mu?

Bunu ciddi ciddi düşündüm. Hatta iki üç sene önce doktorumla da konuştum, “Böyle bir şey gerekirse ne yaparız” diye. “Düşünelim” dedi, fakat sonra konuya dönmedik. Böyle bir şeyi isteyebilirim diye düşünüyorum. Yalnız Tolstoy, bir hikâyesinde diyor ki “Adam bitmiş, bilmem kaç yaşında. Hiçbir şeyi yok yattığı yerde. Tek gözünün dörtte biriyle görebiliyordu, ama o gözünü doğduğu dünyaya hiçbir zaman kapatmak istemiyordu.” Demek ki ihtiyarlık, ölüme yaklaşırken insanda bu duyguları yaratabiliyor. Dolayısıyla, olanlar da bu nedenle mi yaşıyorlar? Bunu ancak yaşadığınızda bilebilirsiniz. Ama Miraç Zeynep’e (Özkartal) şunu söyledim; “Bak,Aziz Nesin oğluna demiş ki, ‘Söylediklerimi tekrar etmeye başlarsam bana hemen haber vereceksin, ben de bir daha hiç konuşmayacağım.’ Bende böyle tekrarlar mekrarlar başlarsa mutlaka söyleyeceksin.”

Yaşlılığın nimetlerinden gidelim... Şımarma lüksü listenizde mi?

Öyle şeyler yok... Ben zaten kendi kendimi yeterince şımartarak yaşıyorum. Hiçbir fırsatı kaçırmam.

Nedir sizi mutlu edenler?

O kadar büyük şeylere gerek yok;  her şey olabilir. Mutluluğu bazılarının söylediği gibi yüksek raflarda aramıyorum. Mesela aldığım çiçekleri buraya (balkondaki saksılarını gösteriyor)yerleştirirken katiyen bu dünyada değildim. Bu çok keyif verici bir olay.

“Kıldan İnce Kılıçtan Keskince” kitabınızda cinsellik üzerine konuşmaktan hoşlanmadığınızı açıkça vurgulamanızı ihmal ederek soralım; hayata, hayatınızın dilimlerine yaydığınızda cinsellik nasıl değişkenlik gösterdi?

Bunu bana şimdiye kadar hiç kimse sormadı, ama doğru bir soru. Henüz sonlandırmadığım, 80 yaşla ilgili son kitabımı şunu söyleyerek bitirmeyi düşünüyorum; “Kaç yaşında olursanız olun cinselliğinizin sizi ölüme kadar takip edeceğini unutmayın.”

Kadınlarda cinsel arzunun zamanla sonlandığı bir efsane mi?

Evet. Erkekler için çok kötü bir haber. Onların birtakım şeylere ihtiyaçları var cinselliklerini bir ömür boyu sürdürebilmeleri için ama kadınlar için böyle değil. Siz vazgeçmediğiniz sürece o sizden vazgeçmiyor. Cinsellik en başta bir düşünce. Bir sürü arkadaşımdan duyuyorum; “Ben çirkinleştim, fiziğim bozuldu, bilmem neyim ne oldu, yok artık” falan filan. Bu çok yanlış.  Zaten önce kendinizden vazgeçmeyeceksiniz; gençken kendinize yakıştıramadığınız kiloları yaşlıyken neden alıyorsunuz? Kendinizi beğenmekten vazgeçmemek gerek. Ben hâlâ “Bu sene son bikinili fotoğrafım” diyerek fotoğraflar çekiliyorum. Bu sene sondu galiba, ama belli olmaz.

Mîna Urgan, Behice Boran’dan alıntılayarak “Benim aşk acılarım yok, dost acılarım var” diyor ve politik hattın dostları geride bırakmaya neden olduğunu yazıyor. Son dönemde karşılaştığınız bir durum mu bu?

Tabii, çok. Ama iki kişiyle bunu yendik. Politika konuşmamaya karar verdik. Aslında o kadar politik bir insan da değilim. Ama inandığım, aklımın erdiği şeylerden de kesinlikle taviz veremem. Son dönemde olanlar da buna neden oldu. 

Beşiktaş Belediyesi’nin sizin için düzenlediği “Ustalara Saygı” programında Uğur Dündar, sizi “cumhuriyet kadını” olarak tanımladı. Sizce "cumhuriyet kadını” ne demek?

Uzun yüzyıllar hüküm süren Osmanlı’nın rejim değişikliği ile cumhuriyete geçmesinden sonra burada yaşayan kadınlar demek. Benim annem cumhuriyet kadını, babam cumhuriyet adamı. Ben de cumhuriyette doğmuş, Osmanlı’yı hiçbir zaman bilmeyen, saf kan bir cumhuriyet insanıyım. Ama cumhuriyeti ben seçmedim. Belki benim idealim bu değildi.

Neydi idealiniz?

İlk gençlik yıllarımda, biraz politize olmaya başladığım zaman komünizm hoşuma hiç gitmedi. Ama sosyalizm, solcu olmak bana fevkalade uygundu. Bırak cumhuriyeti, demokrasiyi bile beğenmedim. Ülkemde sosyalist bir yönetim olsun istedim. İnsanlar çok daha adil yaşasın, eşitlik olsun istiyordum. Cumhuriyetle hiç meşgul olmadım. O doğup büyüdüğüm, içinde olduğum bir düzendi. Yıllar sonra, o beğenmediğim cumhuriyeti yeniden kazanabilmek için benim bile bir şeyler yapmam gerekliliği çıktı ortaya.

Bugün cumhuriyet kadını kategorisinde görmediğiniz kişiler var mı? Örneğin, Emine Erdoğan sizce bir Cumhuriyet kadını mı?

Bence değil. Cumhuriyet çocukları demediklerimi şöyle tarif edeyim: Kurtuluş Savaşı yaşadık ve bu savaşı kazandık. Ama bir kazananların yanında olanlar çıktı, bir de üzülenler, cumhuriyet geldi diye ağlayanlar, karalar bağlayanlar. Şimdi onların çocukları ve torunları var. Zannederim, Emine Hanım ve Erdoğan Bey bunların torunları. Bu nedenle onların cumhuriyet çocukları olduklarını kesinlikle kabul etmiyorum.

Aynı topraklarda yetişenlere “Kurtuluş Savaşı’nın sonucundan memnun olmayanların torunları” diyerek sınıflandırmak ayrımcılık değil mi?

Ama ayrımcılığı her zaman onlar yaptılar. Ben böyle şeylerin farkında bile değildim ki.

Ne zaman farkında oldunuz?

AKP iktidara geldiği zaman. Onun için, hep söylüyorum, maalesef Kurtuluş Savaşı tamamen kazanılmış, noktası konmuş bir olay değildir.

Bugün yaşanan kutuplaşmanın Kurtuluş Savaşı’nın ikinci raundu olduğunu mu ileri sürüyorsunuz?

Belki. İkinci raundu onlar almış gibi gözüküyor, bizimkisi üçüncü raunt olacak. Yani, on yıl önce aklımıza gelemezdi bugünün yaşanacağı. “Karanlığın ayak sesleri” diyeli neredeyse 25 sene oluyor. Rüzgâr gibi geçti. Ben o zamanlar önemsemedim, Necmettin Erbakan’ın arkasından Fethullah’ın (Gülen) geleceğini ve bu hallere gelebileceğimizi bilmiyordum. Biz “Hadi canım! Olur mu öyle şey” diyorduk.

Somutlaştırabilir misiniz, “onlar” kim, “biz” kim?

“Onlar”, bugün içinde bulunduğumuz, bize dayatılmaya çalışılan rejim. Geriye döndürülmek istenişi ve ona katılan ile direnenler olarak bölünmüş haldeyiz. Erbakan’ın yetiştirdikleri onu yok ettiler. Onun bu kadar taviz vermediği Amerika’ya yetiştirdikleri verdi. Yapılan hırsızlıklar, üzerine oturulan kat trilyonlar bir tarafa ama bugün bakınca Erbakan aslında daha dürüstmüş.

“Onlar” ve “biz” ayrımında, örneğin liberalleri nereye koyuyorsunuz?

“Yetmez ama evetçi”leri görüyoruz. Bence, “yetmez ama evet”çiler bu sefer de lütfen “yetmez ama evet” deyip Halk Partisi’ne oy versin; eğer “Ah niye cumhuriyet geldi” diyenlerden değilseler.

Başlangıcı Refahyol dönemine değil, bugüne koymanıza neden olan “haller” neler? 

O zamanlar hâlâ saf bir vaziyette “İmkânı yok, türban Çankaya’ya çıkamaz”, “Buna izin vermez Türkiye”, “Cumhuriyet çağı buna izin vermez” diyordum.

“Söyleyeceklerim Var” oyununuzun son bölümünde Türkiye’nin siyasi tarihini Mehter ile özetliyorsunuz ve son dönemi “Refahyol koalisyonu bir adım geri. Sivil toplum hareketleri ve 8 yıl kesintisiz eğitim iki adım ileri, sonra çözülmeyen Susurluk olayı bir adım geri” sözleriyle anlatıyorsunuz. Ancak 28 Şubat’ı atlıyorsunuz. Gülriz Sururi için 28 Şubat Mehter’in hangi aşamasına denk geliyor?

Bu, 28 Şubat’ı kafamda tam olarak berraklaştırmamış olmamdan kaynaklanıyor olabilir. Bir şey söylemediğime göre öyle düşünüyorum.

Biraz önce bahsettiğiniz “üçüncü raunt”ta gerçek askerleri, TSK’yı tabloda nerede koyuyorsunuz?

Dönem, o dönem değil. 90 yıl önce bir savaş kazanmak için, içte ya da dışta, askerler, atlar, silahlar belki yeterliydi. Bugün için böyle bir şey düşünmek çok komik olur. Bugün dünyadaki bütün savaşları büyük ekonomistlerin, vicdanlı yöneticilerin ve bilginin kazandıracağına inanıyorum. Kurtuluş Savaş’ında “Allah Allah” diyen askerin önemi ayrı, ama bugün savaşlar böyle kazanılmıyor. Eğer Atatürk bugün gönderilmiş olsaydı, asker olarak gelmezdi.

Ne olarak gelirdi sizce Atatürk?

Bir lider olarak gelirdi, ama herhalde asker olarak değil. Çünkü pek çok vasfı vardı. Harikulade bir politikacıydı.   

Peki Atatürk bugün gelse 1920’lerdeki politikalarını aynen izler miydi, yoksa döneme göre değişikliğe gider miydi sizce?

Ben bu soruyu almamış olayım. Çünkü benim için Atatürk’ün “Nutuk”u dünyaya inmiş son kitaptır.

Siz de kendi kutsalınızı mı yaratıyorsunuz?

Olabilir. Halkımızı daha iyi tanımaya başlayınca Atatürk’ün dehasının sandığımdan da daha yukarıda olduğunu gördüm.  

Atatürk kadınların başörtüsüne müdahale etmezken bugün başörtülü kadınların ciddi bir ağırlık taşıdığı ülkede Köşk’te başörtülü bir first lady’nin olması sizi neden rahatsız ediyor?   

O gün böyle bir tesettür yoktu. Onlarınki çok daha farklı, sıkı sıkı kapanmayan bir model. Benim büyükannem de başörtüsü takıyordu. Başörtüsü takmak, üşürken bere giymek ya da kalpak giymek gibi bir şeydi. Ama şimdi böyle bir şey yok. Bugün saçlarını tamamen örtüyorlar. Tamamen yapay bir moda var.

İnançlarını böyle yaşamayı tercih eden kadınların bu tavrı sizi neden rahatsız ediyor?

Saçı kapalıyken her tarafı dekolte, göğsünün çatalı gözüküyor.

Kimin?

Bazı kızların. Başlarda tesettür var, ama takma kirpikler, tayt, makyajlar, piercingler... Kadının dişiliğini göstermesinden sonuna kadar yararlanıyorlar ki kadının seksapelini göstermesi dünyanın her yerinde çok gizli olmalıdır. Bunu ayan beyan gösterenlere iyi gözle bakılmaz. Mini etek tamam, ama onunla müstehcen oluyorsanız tamam değil.

Başı açık kadınlara “etek dediğin diz altı olmalıdır” gibi nasıl giyinmesini söyleyenlerin yaptıklarını siz de şimdi başörtülülere yapmış olmuyor musunuz?

Hayır. Bakın, insanlar hür iradeleriyle kapanabilir. Bunu kabul ediyorum. Ancak 10-12 yıl önce bunlar neredeydi? Sistematik olarak geldiler. Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi, oralarda oturdular. En beklenmedik restoranlara, en beklenmedik kafelere, sinemalara, tiyatrolara her yere yayıldılar. Örtünmek çok kolaydır, giyinmek zor. Onları giydiremiyorsan sokarsın bir çarşafın içine, her açıdan susturursun, erkek karşısında da yok edersin.

Şöyle düşünüyorum; bu ülkede hiç sorunsuz yaşıyorduk. Tabii ki her zaman çok sorunlarımız vardı. Yüzyılların borçları vardı Türkiye’nin sırtında ama AKP iktidara gelmeden önce ne Kürt sorunumuz vardı gündemde, ne Kıbrıs sorunu, ne ekonomi sorunu, ne tesettür. Bir sürü şey yoktu. Ne ırkçılık hikâyesi, ne azınlıklarla uğraşmak. Kimse kimseye düşman değildi; komşularımızla da öyle. Bütün hudutlarımızda sulh ve sükun içinde yaşıyorduk.

Herkesin o kadar sükunet içinde yaşamadığı da ortaya çıkmış olabilir mi? Saydığınız sorunların hiçbirinin başlangıç tarihi 2002 değil.

Her zaman sıkıntımız olmuştur, özellikle dış güçlerden. Bana kalırsa, 1950’lerde Amerika’yla bir gizli anlaşmalar hikâyesi başlamıştır. Bu Süleyman Demirel döneminde çok yüzeye çıkmıştır. Ama Amerika da bugünkü Amerika olmadığı için o zaman çok daha makul şekilde oluyordu bu işler. Kıbrıs’a Türk askerinin gönderilmesi, Mehmetçiklerin şehit edilmesinde tabii bizim de Rumlar, Türkler olarak yanlışlarımız söz konusudur. Mesela Şan Tiyatrosu’nun, AKM’nin yanışı... Tabii ki bunların altında bir sürü şeyler vardı; ama biz bunları görmezden geliyorduk. Kürt sorunu 50 yıldır, 100 yıldır var, ama aslında yoktu.

“Var ama yok” olması sizce tuhaf değil mi?

Hayır, o da Kürtlerin hatası. Onlar da kendi politikalarını yeterince savunamamışlar. Şimdi o kadar çok Kürt var ki profesörlerinden bankacılara, “Kürdüm” demeye korkuyor bir sürüsü artık.

Sizce Mehmet Ali Birand gibi ancak ömrünün çok ilerleyen aşamasında “Kürdüm” diyebilenler AKP öncesinde neden bu konuda suskundu?

Neden söyleyeyim; tamamen asimile olmuş, ardından güzel makamlara gelmiş, sorunsuz yaşayan insanlardı bunlar. Türk bayrağı altında yaşamaktan hiçbir gün şikâyetçi değillerdi. Birçoğunun kapısı PKK tarafından çalındı ve “Sen Kürtsün, bizi destekleyeceksin” denildi. Onlar da tavırlarını koymak zorunda kaldılar. Fakat Kürt olayı bugünkü kadar kötü bir çıkmaza sokulmamıştı. Keşke çok daha önce çözülmüş olsaydı. Kürtlere aş, iş götürülseydi vaktiyle... 1950’lerdeki halk evleri ve köy enstitüleri gelişseydi, Doğu’daki insanlar asla Kürdistan sevdasını düşünmeyeceklerdi.

Son otuz sene içinde Kürtçenin, konuşmanın, müziğin yasaklanması da bu sürecin doğal parçası mıydı?

Bütün bunlar olmayacaktı, olmamalıydı. Türkiye coğrafyasının sadece Akdeniz’den, Ege’den, Marmara’dan ibaret olduğunu sanarak yaşamak çok tatlı ve çok güzel geldi. Ama o toprakları ya ver ya da sahip çık. O topraklar seninse oradaki insanları yaşat. Ben iki tane Kürt çocuğu bu nedenle okuttum.

Bunların yanı sıra kimliği kabul etmeme sorunu da olmadı mı? Örneğin “Keşanlı Ali”, “Kürt Cemali” olsaydı o dönem sahnelenmesine izin verilir miydi? Veya TRT, dizi yapılmasını kabul eder miydi?

Sahnelendiği zaman oyunun adının Kürt Cemali olması sorun olmazdı. Ama TRT’de 25 yıl sonra bu hali de sorun oldu. “Lazı, Kürdü, Pomağı...” diye bir şarkı var oyunda; koro “Hepsi kader yolcusu” diyor. “O Kürt sözcüğünü silin “ dediler. Ancak çekildikten sonra söyledikleri için o kısım silinip “lay lay lom” yapıldı. Fakat bunlar bugün içinde yaşadığımız durumlar karşısında bir şey mi? Adamlar devlet tiyatrosunu lağvediyorlar.

Yaşar Kaya, “Keşanlı Ali aslında Kürt Cemali’dir” dedi ve Haldun Taner’in oyunda “Kürt” adı geçerse oynanmayacağı gerekçesiyle Kürt yerine Keşanlı’yı tercih ettiğini yazdı.

Ne?! Kesinlikle hayır! Oyunun nasıl oluştuğunun öyküsü yazılmıştır birkaç yerde, ben Haldun Bey’in ağzından söyleyeyim. Üçüncü sayfa haberlerinde, Ankara’daki Altındağ’da geçen bir olay anlatılıyor. Bir cinayet işlemiş, hapse atılmış, orada koğuş ağası olmuş. Halbuki adam bu cinayeti işlememiş ama gördüğü itibardan ve sevgiden o kadar hoşlanmış ki onu bir kahraman olarak gören gecekondu dünyasına geri dönünce “Ben işledim ulan! Ben yaptım!” demiş. Adamın nereli olduğunu, neden Keşanlı dediğini hiç bilmiyorum.

Kaya da Altındağlı bu kabadayının Kürt Cemali olduğunu söylüyor. Bir başka alıntı da gazeteci Mehmet Kemal’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Türkiye’nin Kalbi Ankara” dizisinin “Kürt Cemali’den Keşanlı Ali’ye” bölümünden: “Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey’de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali’nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner’in dikkatini çekiyor. Bir gün Haldun Taner bana çıkageldi. ‘Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum’ dedi. Haldun’u Altındağ ve Atıfbey’in çocuğu Avukat Şefik Günder ve Atıfbeyli Tahsin Yaman’la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan Keşanlı Ali Destanı doğdu.” 

Bunlar sizde bir soru işaretine neden olur mu?

Haldun Bey’in, karakteri Kürt olduğu için bunu söylemekten çekineceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü o gün bundan çekinmesini gerektiren bir durum yoktu. Ayrıca oyunda çok sempatik iki tane Kürt karakter vardır. 

1980 darbesi sonrası yönetime Aziz Nesin’lerin hazırladığı “Aydınlar dilekçesi”ne imza atarak muhalefet etmiş biri olarak Balçiçek İlter’in programında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözüne “olağan” demeniz çelişkili değil mi?

“Mustafa Kemal’in çocuklarıyız” da denilebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında “Çocuğum aman doktor olsun, avukat olsun” yerine “zabit olsun” deniyor. Öyle bir moda var çünkü Mustafa Kemal bir rol model ve Gazi Mustafa Kemal olarak anılıyor. Bütün erkekler, onun gibi olmayı istiyorlar, kızlar da o zabitlerle evlenmek istiyorlar. Yani, bu romantik bir düş aslında.

Darbelerle haşır neşir bir tarih üstüne bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” denmesi, “eski solcular liberal oldu” yanına “eski solcular orducu oldu” parantezi de açmıyor mu?  

Şunu düşünmek çok mu imkânsız; bu kadar değerli ordu mensubunun Silivri’de olması, sorgusuz sualsiz, davaları görülmeden suçlanmaları doğru değil. Bu olamayacak bir şey, buna karşın Türk adaleti susuyor, susturuluyor. Bazılarının aklı başlarına Erdoğan’ın hastane ziyareti ardından geliyor. Tabii ki ordu içinde karanlık dönemler var. Bence, 28 Şubat da yeteri kadar aydınlık değil. Ama şuna inanıyorum; bugün içerde olan insanlar adaletsizlik içinde hapiste ve bunun tek çaresi Erdoğan Bey’in iki dudağının arasından çıkacak kararda. Bu bana gülünç geliyor.

Ordunun siyasete ayar vermeye kalktığı girişimler reddettiğiniz vakalar mı?

Tabii, tabii. Ama, biz 27 Mayıs’ta çok heyecanlandık ve çok iyi bir şey oluyor zannetmiştik. Ama bir iki sene içinde ne kadar kötü, ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladık.

2007’de Genelkurmay’ın e-muhtırası üzerinden bir ay geçmeden internet sitenizde yayımlanan “Şimdi Zaman Caydırma Zamanı” başlıklı yazınızda şu cümle geçti: “Askerin bizi mitinglerde yüreklendiren açıklamasını muhtıra diye nitelendirip imza toplama zamanı değil.” Bugün de 1960 darbesi ardından yaşadıklarınız tekerrür ediyor olabilir mi?

Orada tamamen RTE’nin “Biz meydanlara çıksak” demesine odaklanmıştım. Kandırılmışları caydırma zamanı, demişim. Çankaya’ya çıktılar, biz izlerken çok kötü haldeydik. Balkon gibi bir yerde sıraya dizildiler, Evita gibi. Bir anlık bile olsa şunu hayal ettim; “Şimdi şu kadınlar örtülerini açsalar, saçlarını savursalar... Duygusal olarak nasıl bütün ülkeyi bir anda avuçlarına alabilirler.” Engin de bana “Hâlâ saflığını yitirmedin” diye bakıyordu.

AKP’ye oy veren yüzde 50 size ne ifade ediyor?

Ben ülkede bir muhalefet gerektiğini düşünüyorum. Bütün muhaliflerin birleşmesi gerektiğine inanıyorum. Şu an ufukta iktidara gelebilecek, AKP’yle baş edebilecek bir muhalefet pek gözükmüyor. O yüzden “yetmez ama evet”çiler bugün Halk Partisi’ne oy versin diyorum.

“Yetmez ama evet” dışında kalan, kendilerini AKP’nin temsil etmesini isteyenler size ne ifade ediyor?

Çoğu çok pişman. Ben haberi şoförlerden alıyorum. Vaktiyle Bedrettin Dalan’ın gideceğini bir tek onlar bilmişti. Nurettin Sözen gelince, Ben aptala dönmüştüm. Şimdi de şoförler AKP için “Bir gram oy alamaz benden” demeye başladılar.

 AKP’nin seçimlerde kaybedeceğini düşünüyorsanız neden endişeleniyorsunuz?

Ben endişe duymuyorum. Mutlaka, bugün değilse yarın, bunun değişeceğine, Türkiye’nin düze çıkacağına inanıyorum. Ancak halkımızın kararları için hâlâ bir endişe taşıyorum. Çünkü millet olmak ile ümmet olmanın arasındaki farkı anlayamayanların oy çoğunluğu diye bir gerçek var hâlâ ülkemizde.

Gülriz Sururi halkın seçimine güvenmiyor mu?

Türk insanına taklitçilik, üçkâğıtçılık yapmak üretmekten çok daha kolay geliyor. Halbuki Türk köylüsü için kahraman, çalışkan, misafirperver denirdi; o günlerden üçkağıtçı diye tarif edildiği günlere gelmişiz. 

Bu durumda size göre cumhuriyet projesi başarısız mı oldu?

Başarısız değil, ama dediğim gibi tamamlanmadı. Coğrafyanın zorluğundan mı yoksa başka nedenlerden mi bilmiyorum ama Doğu’yu göremedik. Bu ülke bu ırkın elinde olmasaydı çok daha başka bir yerde olurdu.

(t24.com.tr/)

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)