Son Dakika



Övünmek için söylemiyorum ama hayli renkli bir gece hayatım var. Kimi insanın akşamları televizyon dizilerini seyrettiği, daha gözüpek olanların ise gece dışarı çıkıp Kızılay’daki kafelerde, türkü barlarda macera aradıkları saatlerde ben erkenden dişlerimi fırçalar, sütümü içer ve uyku düzenime geçerim. Bir zamanlar bundan yakınan karım artık bu yaşam tarzıma alışmış olmalı ki sesini çıkarmaz, iyi geceler dilemekle yetinir yalnızca. Yatakta en rahat şeklimi bulmak için biraz debelenir sonra da kendimi uykunun geniş kanatlarına bırakıp beni istediği ülkelere götürmesini beklerim.

Uykuyu beklerken, bir sinema salonunda film başlamadan önceki heyecanı duyarım. Ne tür bir rüya göreceğim acaba? Bu gece hangi ülkeye gideceğim? Bir kadını mı ziyaret edeceğim? Tanıdık biri mi olacak bu, yoksa bilmediğim, gizemli biri mi?

Bazı rüyalar o günlerde kafamı meşgul eden düşüncelerin izdüşümü olurken bazıları da umutlarımı, özlemlerimi yansıtmakta. Bazıları ise sıkıntılarımı karabasan olarak geceye taşımakta. Erotik rüyalar olarak geceme renk katanları da olur bu arada. Bir de, rüya içinde rüya gördüğüm olur. Bazen gördüğüm olağandışı, gizemli rüyalar da var ki bunları yorumlamakta zorluk çekerim. Bu arada, uyanınca hatırlayamadığım binlercesini de anmadan geçmemeliyim.

Bu kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan rüyalarla baş edebilmem için, doğal olarak,  uzun bir zaman yataktan çıkamam. Karım erkenden yatmama pek sesini çıkarmaz ama sabahları geç kalkmama serzenişte bulunmadan edemez. Ona hak veririm ben de. Benim yaşımdaki insandan daha az uyuması, erkenden kalkması beklenir. Hele benim gibi yazmayı düşünen birinin gece geç saatlere kadar kalem oynatması, sabahın erken saatlerinde de yeniden işbaşı etmesi gerekmez mi? Ama bende o çaba, o disiplin nerede? O uykusuz saatlere, o yaratma sancısına katlanmak yerine renkli gece hayatıma kaçmak bana daha çekici gelir.

Çocukken nenemin bana anlattığı bir Şahmeran öyküsü vardı. Hemen herkesin duyduğu, değişik anlatımları olan bir efsanedir bu.

Öyküye göre,  eskiden Tarsus’da Yılanlı Kale denilen eski bir kalede birçok yılan yaşarmış, başlarında da Şahmeran adında, kuyruğu yılan, belden yukarısı ise insan olan bir yaratık yılanların şahı olarak hüküm sürermiş. Şahmeran bir gün Tarsus’daki kralın kızını görüp âşık olmuş. Elden ayaktan kesilmiş, karasevdaya düşmüş. Kralın kızının bir gün hamama gittiğini duyunca da her şeyi göze alıp onu gözetlemek için hamamın cam kubbesine tırmanmış. Ağırlığını kaldıramayan cam kubbe kırılıp da hamama düşünce kralın muhafızları hemen kılıçlarını çekip Şahmeran’a saldırmış, onu parça parça etmişler. Nenemim anlattığına göre Tarsus’daki Eski Hamam’ın göbek taşında, duvarlardaki mermerlerde görülen kırmızı lekeler Şahmeran’ın kan izleriymiş. Yılanlar Şahmeran’ın insanlar tarafından öldürüldüğünü henüz bilmiyorlar, hala onun gelmesini bekliyorlarmış. Hükümdarlarının öldürüldüğünü öğrendikleri zaman büyük bir felaket olacakmış Tarsus’da. “O gün,” demişti nenem “bütün yılanlar deliklerinden çıkacak ve savaş açacaklar insanlara. Tarsus ve bu havalide halkın ölümü yılanlardan olacak.”

Çocukluğumda beni pek korkutan bu efsaneyi yıllar sonra bir öykü olarak yazmayı düşünmüştüm. Konuyu kütüphanede araştırdım, ansiklopedileri karıştırdım. Bazı kaynaklarda Şahmeran erkek, bazılarında ise kadın olarak anlatılıyordu. Öyküyü kafamda taslak olarak oluşturmuştum ki o günlerde bir rüya gördüm. Yer altında bir mağarada Şahmeran’la karşılaştım! Erkekti, kısa boyluydu; ablak bir suratı, seyrek bıyıkları vardı. Belden aşağısı tıpkı bir yılandı. Bana öfkeyle: “Sen kim oluyorsun da beni yazmaya kalkıyorsun? Seni uyarıyorum.  Bana sataşma! Sonra seni pişman ederim,” dedi. Dehşete kapılmıştım. Yeryüzüne çıkan, sonunda ışık görünen merdivene doğru atıldım. Ama kaçmak bir yana, kıpırdayamadım bile, sanki felç olmuştum. Şahmeran’ın soluğunu ensemde duyunca bir çığlık atarak uyandım. Ter içinde kalmıştım. Tabii, o öyküyü yazmaktan da vazgeçtim. 

Her gece böyle karabasanlarla uğraşmam elbette. Bazı rüyalarım pek hafif, pek latiftir; beni yatağımdan alıp gökyüzüne çıkarır. Bir keresinde kendimi, yıllar önce yaşadığım Paris’de, kuzey banliyölerinden birinde gördüm. Yanımda karım ve onun kız kardeşi ile birlikte bir tren istasyonundaydık. Paris’e dönmek için tren bekliyorduk.  Bir ara sıçradım ve kendimi hayli yükselmiş buldum. Bir tüy kadar hafiftim. Bir daha sıçradım, bu kez istasyon binasının çatısına kadar ulaştım. Sanki yer çekimi benim için azalmıştı. Çatının saçağına sol elimin iki parmağıyla tutundum ve öylece asılı kaldım. Saçağa tutunmayı bıraksam bile yere düşmeyecek gibiydim. Bunu deneyince gerçekten de çatının hizasında öylece durdum. Belki istersem uçabilirdim de! Yüzükoyun uzanınca suyun üzerindeymiş gibi hafifçe salınmaya başladım. Kollarımı kurbağalama yüzer gibi hareket ettirince de ileriye doğru yol aldım. Uçuyordum! Karım aşağıdan bağırdı: “Dikkat et, düşeceksin!” Kız kardeşi ise: “Abi, elektrik tellerine çarpma!” diye uyarıyordu beni. Bense istasyonda bekleyen yolcuların üzerinde bir kuş gibi süzülüyordum. Bir kadın: “Aaaa! Adam uçuyor!” diye haykırdı. Yanındaki kocası gazetesinden gözünü ayırmadan: “Olamaz! Fizik kanunlarına aykırı,” diye söylendi. Karısı kızdı: “Başını kaldırıp baksana, şekerim! Adam kuş gibi uçuyor işte.” Dazlak kafalı biri ise bana bir an bakıp gördüğü sanki pek olağan bir şeymiş gibi kafasını çevirdi.    Bense içimde anlatılmaz bir ferahlıkla mırıldandım. “Allahım! Sana şükürler olsun. Kimselere vermediğin bir yetenek verdin bana.” O sırada tren yaklaşıyordu. Karım: “Haydi, in artık. Tren geliyor.” Ben raylar üzerindeki elektrik tellerinin üzerinden uçarak ona seslendim. “Siz gidin trenle eve. Ben arkanızdan geliyorum.” Sonra yönümü Paris’e çevirdim; evimizin yakınında bulunan Eiffel Kulesini nirengi olarak alıp sokakların, binaların, parkların üzerinden süzülmeye başladım.

Dün gece gördüğüm rüya ise pek etkileyiciydi, film gibi bir şeydi adeta. Amazon ormanlarının kuytuluklarında bir araştırma istasyonundaymışım. Ekipte kızım ve arkadaşlarımdan birkaç kişi daha varmış. Bir de bir köşede derin uykulara dalmış biri. Dampert adında bir bilim adamının istasyona gelmesini bekliyormuşuz. Ben Dampert ile ne konuşacağımı düşünüyorum, açıkçası biraz endişeliyim. Birden aklıma şöyle bir fikir geliyor: Dünyanın çevresinde çizilen en uzun hayali hatta ekvator deniyor. Ekvator bir tane. Bense kutup noktalarını birleştirirsem sayısız miktarda ekvator elde ederim diye düşünüyorum. Bu fikir bana çok parlak geliyor, bununla Dampert’i etkilemeyi umuyorum. Kızımdan da, bu buluşumu bilimsel çevrelere haber vermesini istiyorum. “Anlamıyorum,” diyor ekiptekilerden biri bu arada. “Bu herif günlerdir uyuyor. Uyku taklidi mi yapıyor, yoksa ölü mü?” Derken Dampert geliyor. Uzun boylu, top sakallı biri, temiz bir yüzü var. Onun onuruna bir davet veriyoruz. Elçiliklerden diplomatlar ve eşleri geliyor. Garsonlar tepsi tepsi içki servisi yapıyorlar.  Çekik gözlü bir kadın, elinde şampanya kadehi, dazlak kocasına dönüp: “Ben şu delikanlıyla iş görüşeceğim,” diyor ve biriyle odaya giriyor. Yaşlı biri yüksek sesle söyleniyor. “Dinlerimiz farklı olabilir. Ama sonuçta hepimiz aynı Tanrı’nın kullarıyız. Tanrı ahlaksızlığı yasaklamış. İsa da Musa da kabul etmez bunu.” Gençten biri öfkeyle ona yanıt veriyor, derken bir başkası söze karışıyor. Gürültü artıyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Birden sürekli uyuyan adam yataktan fırlıyor ve bağırıyor: “Yetti be! İsa’ydı, Musa’ydı, uyutmadınız insanı!” Ben bir ara sıkılıp boş bir odaya giriyorum. Ama içerde Melih var. Masada bir dosyayı inceliyor. Melih benim iş arkadaşım; uzun boylu, atletik yapılı biri. Çirkin bir yüzü, kıvırcık saçları var. Ama kadınlar nedense ona bayılır. Hayatına yüz yirmi kadın girdiğini söyler gururla. Biz konuşmaya henüz başlamışken genç bir kadın içeri girip masaya, Melih’in önüne yüzükoyun uzanıyor. Belli ki Melih konuklardan birini hemen ayartıp odaya gelmesini söylemiş. Kadının saçlarını okşuyor, sonra bacaklarına iniyor. Kadın gözlerini bana dikmiş bakıyor. Melih: “Okşayabilirsin,” diyor. Elimi uzatıp saçlarını, yüzünü okşuyorum. Kadın birden doğrulup üstündekileri atıyor ve ikimizin arasında duran sandalyeye oturuyor. Kadının gizli yerlerine dokunuyorum, cüretkâr bir şekilde bacaklarını açıyor. Melih: “Bütün fantezilerini gerçekleştireceksin,” diyor. Tam bu sırada uyanıyorum. Rüyanın kaldığı yerden başlaması umuduyla gözlerimi kapatıyorum ama nafile; davet bitmiş ve ben eve dönmek için Dikimevi metrosuna gelmişim. Metro girişi kapalı, etraf polislerle dolu. Herhalde bir gösteri yapılıyor burada diye düşünüyorum. Kaldırımda dizilmiş kadın polislere yaklaşıp, “Metro kapalı mı?” diye soruyorum. Sorumu tekrarlıyorum ama hiçbiri yanıt vermiyor. Yol kenarında park etmiş otobüslerin içindeki erkek polisler bana dikkatle bakıyorlar, belki de bomba taşıdığımdan kuşkulanıyorlar. Bu arada bir polis amiri yanıma gelip bağırıyor: “Gözüme bak, gözüme!” Ve korkuyla uyanıyorum.  

Ankara’da yaşamaktayım ama nedense bu şehir pek girmez rüyalarıma. Oysa bütün sıkıcılığına, tekdüzeliğine rağmen hoşuma giden birkaç köşesi vardır yine de. Örneğin, çocukluğumun geçtiği Hamamönü’nde ara sokaklarda dolaşmak beni duygulandırır. Ulus’da, Hacı Bayram Camisi çevresinde restore edilmekte olan tarihi evleri seyretmek de hoşuma gider. Sanki kontrol mühendisiymişim gibi sık sık oralara gidip çalışmaları yerinde izlerim. Yüksel Caddesinde,  Konur Sokak’da bir kafeye oturup gelen geçeni seyretmek de beni dinlendirir. Bir de Samanpazarından Kale’ye çıkıp Ankara’yı, aşağıdan uğultuları yükselen o karmaşayı dinlemeyi severim.  

Bir gece kendimi Hacı Bayram Camisinde gördüm. Şaşırtıcı bir rüyaydı bu, daha doğrusu rüya içinde başka bir rüya. Bir bayram sabahıydı, içerisi dolu olduğundan bahçede cemaatle namaz kılıyordum.  Sonra uyandım ve kendimi deniz kenarında lüks bir otelde buldum. Terasta genç bir kadınla sohbet ediyordum. Kadın gözlerini gözlerimden ayırmıyor, arada bir ellerine, saçlarına dokunmama ses çıkarmıyordu. Otelde ikimize tek bir oda vermişler. Odaya girdiğimizde kadın soyundu ve gelip kollarını boynuma doladı. Dans etmeye başladık. Bir ara ben rüyamda Hacı Bayram Camisinde bayram namazı kıldığımı anlatmaya başladım. Bunun üzerine o: “Çok güzel bir rüya bu,” diyerek rüyamı yorumladı.  “Bayram namazı kılmak kötü işlerden yüz çevirmek ve bağışlanmak anlamına gelir.” Sonra konuşma dini konulara evrildi. Şeytanın insana kurduğu tuzaklar, ölümden sonra hayat üzerine konuştuk. Ve derken uyandım. 

Uyandıktan sonra hayıflanıp durdum. Bir insan bu kadar mı yeteneksiz olabilirdi? Ne sakar bir adamdım ben. Rüyada bile beceriksizliğimi göstermiştim. Ben böyleyimdir işte.  Sevişmeye hazır bir kadını, pek gerekliymiş gibi, felsefi, dini konulara çekmiş ve sonunda onun bir kuş gibi elimden uçup gitmesine neden olmuştum.

Sedat Erden

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)